“Van Gogh sarısı kokuyor yaz / yağmura yanıyor alnım” demiştim geçtiğimiz yıllarda yazdığım bir şiirde. Güneş Ada’yı, Adalıları, çamları, yolları acımasızca kavuruyordu çünkü. Serin hava, ancak hayallerde yaşanabilirmiş gibi geliyordu insana.
Bu yaz gene yağmuru ve rüzgârı bekliyordum. Yalnız ben mi? Tüm Ada bekliyordu. Hem de dört gözle! Kurak havayla bunalan ve birkaç damla suya hasret kalan bitkilerin, ağaçların, parkların sulanmaya; sokakların yıkanmaya nasıl ihtiyacı vardı! Ve insanların, serin ada meltemiyle tazelenip aylardır üzerlerine çöken bezginlikten ve yorgunluktan kurtulmaya...
Kavurucu bir Ağustos sabahında, lise arkadaşımız Çağatay’la salonda karşılıklı oturmuş yaşamlarımızdan, yaptıklarımızdan, yapamadıklarımızdan, hayallerimizden bahsederken ve tabii sıcaklardan şikâyet ederken, Mustafa üst kattaki çalışma odasından seslenmişti.
“Haydi, bugün Ziya’ya gidelim! ”
Çağatay’la birbirimize bakmış ve başımızı aynı anda sallayıp yerimizden fırlamıştık. Neden olmasın? Ada’nın arka tarafına gitmek hepimiz için güzel bir değişiklik olurdu. Hem anlatılanlara göre Ziya’nın yeri tam anlamıyla cennetti. Üstelik, tanıştığımız günden beri bizi sık sık davet etmiş olmasına rağmen, bir kere olsun gidememiştik.
Yola çıktığımızda güneş tepeye yerleşmiş, çamların gölgesini iyice ufaltmıştı. Yetimhane’nin yanından geçip Luna Park’a doğru yürürken hem fotoğraf çekiyor, hem de tertemiz havayı içimize dolduruyorduk.
Yörükali yoluna saptığımızda ise gözlerim merakla açılmıştı. Ada’ya yerleşeli bunca sene geçmesine rağmen o tarafa hiç gitmemiştim çünkü. Komşum Nevin Hanım’ın anlattığına göre seralar vardı o civarda. Değişik çiçekler, bitkiler, fideler bulma hayalleri kurmaya başlamıştım hemen. Karabaşlar, mavi yaseminler… İğde, oya ağacı ya da çitlembikler… Anneannemin katmerli güllerinden… Bir kısmını balkonuma koyardım, diğerlerini ise arka bahçedeki çardağın etrafına. Hatta belki şehirdeki eve bile götürebilirdim bazılarını. Kim bilir?
Hayallerim rengârenk uçurtmalar gibi etrafımda dönüp dururken, Çağatay ile Mustafa’nın epeyce gerisinde kalmıştım.
Burnum aniden kötü kokularla dolmuştu. İrkilmiş, gözlerimi asfalttan ayırıp şaşkınlıkla etrafıma çevirmiştim. Yoldan sağa, sola ayrılan ve eteklerini dikenli bitkilerin bürüdüğü çam ağaçlarına doğru uzayan patikalar, içinde hiçbir canlının yaşayamayacağını düşündüğüm barakalara kadar devam ediyordu. Sırt sırta dayanmasalar ilk kuvvetli poyrazda yıkılıverecekmiş gibi duran, eski evlerden çıkma kapı ve pencere pervazlarına eternit ya da duralit parçalarını ekleyerek inşa edilmiş, üçüncü dünya ülkelerinde bile zor bulunacak barakalara… İçlerinde veya önlerinde, gece gündüz aynı havayı soluyan, aynı mekânı paylaşan farklı canlılar vardı; insanlar, atlar… Ve uçuşup duran, üzerlerine konup kalkarak onları hiç yalnız bırakmayan sinekler…
Sanki uzun yıllar önce izlediğim bir filmi tekrar seyrediyor gibiydim. “Özgürlük Çığlığı”nı… Johannesburg’daki teneke mahallesini oluşturan yapıları gayet iyi anımsıyordum. Yaşam şartları açısından, o barakalar bile buradakilerden çok daha sağlıklıydı. Hüzünle içimi çekmiştim. Karşımda gördüklerim beyaz perdedeki yansımalar değil, gerçekti. Ada’mın, Ada’mızın gerçekleri…
Sürekli söyleniyordum.
“Neredeyiz biz! Burası Ada mı, yoksa Soweto mu? ”
Şaşkındım. Ada’da böyle yerlerin olduğunu öğrenmekten; insanların ve hayvanların bu yan yana, üst üste sıralanan derme çatma barakalarda ve sağlığa aykırı koşullarda, üstelik birlikte barındığını görmekten dolayı şaşkındım. Herkesin, özellikle de bizi yönetenlerin bunu bilmelerine rağmen, hem insanların hem de atların daha iyi, daha gelişmiş koşullarda yaşamaları için hiçbir şey yapmamalarından dolayı şaşkındım. Hele ki orman arazisinde benzeri yapılanmalara izin verilmiş olmasına, belki de görmemezlikten gelinmesine, ne diyeceğimi bilemiyordum.
Utanıyordum. İstanbul gibi, ‘2010 Avrupa Kültür Başkenti’ seçilmiş bir şehirde ve bu şehrin gözbebeği olduğu söylenen ve olması da gereken Adalar’ımızda bu çağdışı görüntülerle karşılaşmış olmaktan utanıyordum. Tüm bunları fark edip düzeltmek için bir şey yapamamaktan utanıyordum. “Acaba” diye düşünmüştüm sonra, “asıl utanması gereken ben miyim, yoksa başkaları mı? ”
Tekrar içimi çekip yoluma devam ederken alnı akıtmalı bir at çarpmıştı gözüme. Yelesine yapışan beş-altı yaşlarındaki çocuktan kurtulmaya çabalarken sinirli sinirli kişniyordu. İkisi de sıskaydı. Ve sıska oldukları kadar kirli… Bu şartlarda büyüyen bir çocuk ilerde ne derece sağlıklı olabilir, yaşamını nerede ve nasıl geçirebilirdi? Ya atlar? Özellikle yaz ayları boyunca sokaklar, yokuşlar boyunca koşup yük taşıyan ancak yeterince bakılmayan, beslenmeyen atlar…
Geçen yaz başında Hüseyin Bey’le yaptığımız sohbeti anımsadım. Bazı arabacıların Kadıyoran’a çıkmak istememelerinden şikâyet ettiğimde, atlara yardımcı olmak, çektikleri yükü hafifletmek amacıyla faytonların altına takılan, aküyle çalışan ve dışardan bakıldığında belli olmayan bir çeşit makineden bahsetmişti bana. Ne güzel fikirdi o! Adamızın sembolü olan faytonlarımızı iyileştirmek, güzelleştirmek varken neden giderek kötüleşmelerine izin veriliyordu? Ve her birinin tarihî değeri olan asırlık çamlar arasındaki bu karmaşaya, bu kirliliğe göz yummak nedendi? Neden?
“İşte geldik! ” diye seslenmişti Mustafa. O önde, Çağatay arkada, Ada Pansiyon’un kapısından girmişlerdi. Peşlerinden de ben…
Cehennemden çıkıp cennete girmiştim sanki. Dört bir yanım yemyeşildi. Çevre çiti boyunca düzgün aralıklarla dikilmiş ve aralarına begonviller serpiştirilmiş zakkumlar… Ziya’nın kendi elleriyle ve özenle yetiştirdiği hormonsuz, mis kokulu domatesler… Biri gencecik, diğeri yaşlı iki köpek… Ada’nın her yerinde karşımıza çıkan, insana kendilerini zorla sevdiren irili ufaklı kediler… Ve bir de at; Sultan…
Ziya, Mustafa ile Çağatay’a pansiyonuyla ilgili projelerini anlatırken, ben Sultan’ın bembeyaz yelesini okşuyor, kulağına ne kadar güzel ve ne kadar şanslı olduğunu fısıldıyordum. O da, başını bir aşağı bir yukarı oynatarak, hafif kişnemelerle bana karşılık veriyordu. Belki de onaylıyordu söylediklerimi; kim bilir? Gerçi sahibi onu gezdirmeye hep Nizam’a doğru giden yola götürüyordu ama mutlaka ki Yörükali’ye inen yolun iki yanını kaplayan derme çatma ahırlardan ve orada yaşayan bakıma, sevgiye hasret atlardan haberi vardı.
Yakın çevrede kişnemeler duyuluyordu. Pansiyonun az yukarısında kalan derme çatma ahırlardaki alnı akıtmalı o bakımsız attan mı geliyordu acaba o sesler? Yoksa zulüm dolu yaşantısına daha fazla dayanamayarak kaçmış mıydı? Nereye ve ne kadar uzağa gidebilirdi ki?
Mustafa’nın Ada’yla ilgili yazdığı esprili dizelerini birbiri ardına sıralayışını bariton sesli kahkahalarıyla karşılayan Ziya’nın, karşımda oturmuş insana huzur veren tatlı gülümsemesiyle çayını yudumlayan Yulya’nın ve hafif hafif eserek saçlarımızı okşayan ılık rüzgârın sayesinde Van Gogh sarısına benzettiğim kavurucu sıcakları neredeyse unutmuştum.
Kucağıma kıvrılıp uyuklayan Boncuk kediyi dalgın dalgın okşarken ve masadaki konuşmaları ucundan da olsa dinlerken, içimden “Cennet böyle bir yer olsa gerek! ” diye geçiriyor, Yörükali yokuşunda gördüklerimi ise aklımdan uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Aniden, Çağatay’ın biraz şaşkın, biraz hüzünlü sesi yankılandı kulağımda.
“İçinde hem cenneti, hem de cehennemi barındırıyor Ada! ”
Yitik Ada Günceleri
Adalı Yayınları / Eylül 2009
Kayıt Tarihi : 7.10.2009 18:50:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.