Yan masanın üstünde mavi duman halkalarıyla birlikte ‘kızgın ve kırık’ kadın sesleri yükseliyordu. Daha tecrübeli gibi göründüğü halde ‘sert fırtınalarından’ pek etkilenmemiş olduğu ısrarcı ve hoyrat tutumundan anlaşılan kadın, arkadaşına “onu sevme, olmayan bir adamı sevmemelisin, o doğru adam değil” gibi hayatta pek de karşılığı olmayan ‘saf’ cümleleri peş peşe sıralayarak kıymetli bir nasihat verdiğini sanıyordu muhtemelen. Karşısındaki genç kadın, tiz sesli arkadaşını şefkatle dinledikten sonra, ‘anlamıyorsun’ demeye bile tenezzül etmeden, alaycı bir üslupla “olur, sen çok anlıyorsun galiba bu ‘doğru adam’ işlerinden. Getir bir tane, seveyim bari” dedi. Ve tahmin edebileceğiniz gibi sohbet o anda bitti!
Birkaç gün önce bir kahvede kitap okurken istemeden tanık olduğum bu konuşma hoşuma gitti. “İşte bu kadar basit” dedim, o trajikomik sohbete gülerken. Benim için insanlar o klişe tabirle ironik bir biçimde ikiye ayrılıyordu çünkü. Aşkları için yaşayan ve bu mevzuda konuşmaktan pek hoşlanmayan, o kutsal hissi, bakışı içselleştirebilmiş ‘hakiki âşıklar’ ve nedense onlara acıyarak mutlu olan kibirli anlayışsızlar.
Konuşmaları dinlerken, yıllar sonra bu yazı vesilesiyle tekrar okuduğum kitabın sararmış ilk sayfasına bakıyordum. Her zamanki gibi üç çarpı atıp altına mor bir kalemle ‘Ağustos 97’ yazmışım. O romanı okurken ne yapıyordum, neredeydim, sıcak bir ağustos muydu, mutlu muydum pek hatırlayamıyorum. Ama çok etkilendiğimi ve öyle güçlü hikâyeler okumaktan hoşlanan dostlarıma kitabı heyecanla tavsiye ettiğimi hatırlıyorum. Bir de tıpkı romandaki Micheal gibi bir arkadaşımın bana telefonda ilk romanını okuduğunu.
Anayasa Mahkemesi yargıcı ve hukuk profesörü olan Bernhard Schlink, suçluluk duygusunun ve adalet bilincinin hayattaki karşılığını zekice kurgulanmış hikâyelerle anlatmayı seviyor. Sonuncusu hariç bütün kitaplarını okuduğum bu tuhaf yazarın edebiyatla kurduğu ilişkide kullandığı dile çok bayılmadığım halde neden anlattığı hikâyeleri sevdiğimi düşündüm. Galiba cevabı, vicdanlı bir yazar olmasında ve izlediği hayatı kamera dilinin kesinliğiyle de yazabilen ayrıntıcı titizliğinde gizli. 12 yıl evvel Okuyucu’nun son sayfasını kapattığımda aklıma gelen ilk soru, romanın filmini kimin yapacağıydı. Neyse ki, sevdiğim bir ekip gerçekleştirdi bu işi. Saatler romanını sinemaya uyarlayan yönetmen Stephan Daldry, senaristi oyun yazarı David Hare ve ne yazık ki filmi göremeden ölen yapımcıları Anthony Minghella, Sydney Pollack.
GEÇMİŞTE KALAN MUTLULUK
Romanın başlangıcı fevkalade sıradandır aslında. 15 yaşında genç bir erkek, okul dönüşü hastalanınca yoldan geçen bir kadın ona yardım eder ve sonrasında görüşmeye başlarlar. Micheal kendisinden on beş yaş büyük Hanna’ya yatakta kitaplar okur. Bir yaz tatili böyle tuhaf edebiyat okumalarıyla ve karşılıklı zaferlerin kazanıldığı tutkulu sevişmelerle geçer. Hiç düşünülmeden atılan o ilk adımla birlikte oğlanın kaderi büsbütün değişir. Michael, bunun ne anlama geldiğini o toy yaşlarda anlayamaz belki ama büyüdükçe çaresiz tutsaklığın, ‘geçmişte kalan mutluluğa duyulan özlemden’ vazgeçememenin ıstırabını derinden hisseder. O tuhaf sırrı, hayatının sonuna kadar özü içinde saklı kuru bir çekirdek gibi içinde taşır. Okuyucu, tartıştığı bütün meselelerinin yanı sıra hesap edilmemiş, masum bir aşk hikâyesinin insanın hayatını nasıl mahvedebileceğini de anlatıyor ve daha çok bu yönüyle benim ilgimi çekiyor. Belki böyle hikâyelerin sadece romanlarda varolmadığını bildiğim için birileri yanımda ‘onu sevme, bunu sev’ diye ahkâm kestiğinde müstehzi bir ifadeyle kitabın kahramanı Michael gibi gizlice gülümseyebiliyorum.
Ve her seferinde yazara hak veriyorum. O hikâyenin sonundan başına bakarken varoluş hakikatimizi zorlayan soruları da yüzümüze acımasızca çarpıyor: “Geçmişte güzel olan bir şey, geriye bakarken çirkin gerçekleri gizlemiş olduğu için neden böyle dağılıp parçalanıyor. Mutlu yılların anısı, ötekinin tüm o yıllar boyunca bir aşığı olduğu anlaşılınca neden zehir oluyor? ” Bu huzursuz, acayip soruya “Sevginin kız kardeşi olan ‘güven’ duygusu zedeleniyor çünkü” diye cevap veririz muhtemelen. O yalanın, neden ve hangi koşullarda söylendiğiyle pek ilgilenmeyiz ve böylece geçmişte kalan mutluluğumuza da ihanet ederiz ki bence geçmişi yok sayan inkâr, ihanetlerin en kötüsüdür!
HAFIZADA İZ BIRAKAN SESİN BÜYÜSÜ…
Roman okurken koynunda ağlayan kadına kitap okuyan genç, tutkulu bir erkeği izlerken okuyamayan, yazamayan insanların içinde dolaştığı cehennemi de tahayyül etmeye çalıştım. Bence o türden suskun bir çaresizlik, harflerin dünyaya bıraktığı izi sıradanlaştıranların hissedebilecekleri bir utanç değil. Yıllar evvel bir arkadaşım, yazmakta olduğu romandan sevdiği bölümleri melodik sesiyle okurken, sözcüklerden yaptığı resimlerle hayatının zenginleştiğine inanan Hanna gibi hissetmiştim. Keşke sevdiğim bütün romanları birisi bana tekrar okusa diye geçirmiştim içimden. İnsan olmaya dair bütün gizli anlamları paylaşabilen bir sesin, ilerde sadece hafızamızda iz bırakan cümlelere değil, geçmişteki efsunlu güzelliklerle dolu özel anlara eşlik edeceğini anlamıştım çünkü.
Michael, Hanna’yı görmediği uzun yıllarda onu trenle geçerken geride bıraktığımız bir şehir gibi hatırladığını söylüyordu. Yaşadıklarıyla vedalaştığını düşünmüştü ama hesaplaşamamıştı: “Hanna’dan sonra kendimi asla suçlamayacak ve suçlu hissetmeyecektim; bir daha yitirmekten acı duyacak kadar sevmeyecektim kimseyi.” Aşk ve suçluluk duygusunun birbirine bu kadar yakın durduğunu böyle keskin ve basit bir cümleyle itiraf edenin bir daha tamamıyla ‘iyileşemeyeceğini’ bilmiyordum o yıllarda, daha gençtim. İnsanın zamanla değişebileceğini düşünüyordum herhalde. Kimsenin sonsuza kadar o ağırlığı taşıyamayacağını sanıyordum. Michael’ı anlıyordum ama çocuksu inatçılığını biraz küçümsüyordum. Bir de o zaman edebiyatta zeki buluşları seviyordum. Dolayısıyla bu yazıda, filmi izlerken tadınız kaçmasın diye anlatmadığım, adaletin sorgulandığı bölümleri, sevmenin tahrip eden gücünden daha fazla önemsemiştim galiba.
Şimdi, yıllar sonra romanı tekrar okurken sahip olduğum, dokunduğum, öğrendiğim her biricik tecrübeden süzülen o basit hakikatle olup biteni daha iyi hissedebiliyorum sanki; kaçınılmaz cezaya dayanabilmek için önce bizi her daim acıtan o keskin ‘suçluluk duygusuyla’ hesaplaşmak gerekiyor. Michael, gecikmiş ve harcanmış hayatlara kederlendiğini itiraf ediyordu: “Doğru zaman kaçırılmışsa, diye düşündüm, eğer insan bir şeyi kendinden bunca zaman esirgemişse, büyük bir güçle ve coşkuyla başlasa bile, artık çok geç kalmış demektir. Yoksa ‘çok geç’ kalınmaz mı hiçbir zaman, yalnızca ‘geç’ mi kalınır” diye soruyordu. Ben de bilmiyorum doğrusu, tamamıyla iyileşmek mümkün müdür?
HAYATIMIZIN KATMANLARI…
Yazarın söylediği gibi, “Hayatlarımızın katmanları öylesine üst üste yığılmış ki, sonradan yaşadıklarımızda eskilerle karşılaşıyoruz durmadan: halleşip bir kenara bıraktığımız yaşantılar olarak değil, güncel ve canlı tecrübeler olarak”. Schlink, anlatıcısına yazarak bu duruma katlanabildiğini söyletiyor. Bazılarımız bu yüke hiç dayanamıyor, unutmayı, inkâr etmeyi tercih ediyor. Michael, hayatı boyunca birlikte olduğu her kadınla Hanna’yı karşılaştırdığını anlatıyordu: “Dokunduğum, hissettiğim insanda bir şeyler yerinde değildi; kokusu ve tadı yanlıştı. Bunun geçeceğini düşünüyordum. Bunun geçmesini umuyordum. Hanna’dan kurtulmak istiyordum. Ama bir şeylerin yerinde olmadığı hissi asla kaybolmadı.” Michael, Hanna’yı görmediği yıllar boyunca sevdiği bütün romanları bir kasete kaydedip ona yolladı. Sonuna kadar. Hanna, onları dinledi, son ana kadar!
Yoksa siz ‘doğru’ insanı bulup onu bir türlü hak ettiği gibi sevememenin acısını çekenler sadece romanlarda, filmlerde mi yaşar sanıyorsunuz? Bazen hayatta da fazla seçim şansınız yoktur ve bu ‘tutsaklık’ sandığınız kadar kötü olmayabilir...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:26:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/caresiz-okuyucular-ve-bernhard-schlink.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!