Çanakkale Geçilmez!
(Bir kez daha birlik ve beraberlik adına...)
O5.30’da Gelibolu’ya vardığımızda, soğuk teli kesiyordu. Sanki bir melek, yeşil hurma dallarıyla tenime dokunuyor, ben ürperiyor, ürperiyordum. Gördüğüm her karaltı bir savaşçının heybetli silueti, duyduğum her ses bir çığlık gibi büyüyordu içimde. Bir tapınağın sonsuz dinginliğine düşmüşçesine çıkıyorum zamanın kayıtları arasından. Güvende olduğumu hissediyorum. Tut ki 250 bin “namus” cengaverinin arasına düşmüşsün. Hepsi birbirinden değerli, hepsi birbirinden onurlu; onlardan, insana iyilikten başka bir şey gelmez. “Ey Rab! ” diye yalvarıyorum; “Onların cesaretini yüreğime sok! ”
Kentin coğrafyası hakkında, zifiri karanlığın arkasında gizli olan şeyin ne olduğunu bilmiyordum; ama onların orada, yakınımda bir yerde olduğunu hissediyordum.
Gün ışıyor ve güneş yakıcı bir hal alıyor. Otobüslerle, toprağın başladığı yere, deniz ülkesine doğru yol alıyoruz. Akbaş Şehitliği! 200 inançlı şehidin şereflendirdiği mekan. Nurlu rehber anlatıyor; insanlar ağlayarak, utanıp birbirlerinden gizlemeye çalıştıkları gözyaşlarıyla başları eğik dinliyorlar.
200 askerin kumandanı Yarbay Selim, son nefeslerini verirken, birden telaşlanıp etrafındakilere sesleniyor: “Çabuk ayağa kaldırın beni! ” İki asker, komutanlarının emrini yerine getirmek için, onu, kollarına girip ayağa kaldırıyorlar. Kumandan gözyaşları içinde: “Neden zahmet ettin ey Allah’ın Elçisi! ” diyerek niyaz ediyor ve Elçi’ nin şefkatli kucağında ruhunu teslim ediyor.
Taşlarda yazılı olan isimleri okuyorum:
Diyarbakırlı Şeyhmus oğlu “Mehmet”: 20 yaşında.
Selanikli Mustafa oğlu “Mehmet”: 22 yaşında.
Trabzonlu Şimşir oğlu “Mehmet”: 16 yaşında.
Yanyalı Dikran oğlu “Mehmet”: 25 yaşında.
Kalbim sonsuz bir üzgüyle burkuluyor. “Daha hayatlarının baharında göçüp gitmişler. Sevdaları, işleri, aşları, hevesleri yarım kalmış...”
Sonra, onların elde ettiği şan, gurur ve makam aklıma geliyor. 37 yıllık ömrümü düşünüyorum ve buğulanan gözlerim görünmesin diye başımı çeviriyor; “Ne mutlu size! ” diyorum, “Keşke sizin yerinizde olsaydım...” Onlar, seçilmiş kutlu insanlar! Ayak parmaklarımın ucundan, tepeme doğru ruhumun kanatlandığını hissediyorum.
200 onur almış savaşçıyı orada, çam ağaçlarının sonsuz huzurlu gmlgesinde bırakıp, Conk Bayırı’ na geçiyoruz. Rehbere, “Şehitlerin mezarları nerede? ” diye sorduğumda, “Bastığın her yerde! ” diye cevap veriyor. Onbinlerce can, bu tepenin savunulması için feda edilmiş. Uğruna bu kadar “kınalı kuzu” adanan, dünyada başka neresi vardır?
Sonra nam yiğit o kahraman, Yahya Çavuş’ un otağına uğruyor yolumuz. Çavuş, Balkan harbinde, çeşitli cephelerde 4 yıl savaştıktan sonra vatanına dönmüştür. Anacığının şefkatli kucağı yerine, şiddetli tepkisi karşılıyor onu: “Neden döndün? Neden beni şehit anası olmaktan mahrum ettin? ! ”
Bu nasıl bir esrimedir? Daha hasret gideremeden, koca Yahya, derhal Çanakkale’ye koşuyor. Kumandan, “Burada can vermeye hazır yiğit arıyorum! ” dediğinde, 66 askerle birlikte öne atılıyor. Koy’ u savunmaya hazırlanıyorlar. Arkadaşları uyumak istediğinde, onlara; “Kardeşlerim! ” diye sesleniyor; “Bu gece uyumayalım, düşmanı gözetleyelim. Nasıl olsa yarından sonra ebediyen uyuyacağız! ”
İnsan bu yiğitlik karşısında nasıl küçülüyor!
Fransız generali, savaş sırasında bir Osmanlı askerinin, düşman askerini kucağına almış tedavi ettiğini görüyor. Bu tuhaf olaya bir anlam veremediğinden, bir tercüman alarak yanlarına koşuyor. Soruyor: “Sen ne yapıyorsun? Bu adam senin düşmanın değil mi? ” Mehmetçik cevap veriyor: “Ben onu tam öldürecekken, yaşlı bir kadının resmini çıkartıp bana gösterdi. Sanıyorum annesiydi. Ben anasız babasız büyüdüm. İstedim ki o iyileşsin de anasına kavuşsun.” Fransız General donup kalıyor. Ve az sonra her iki asker de kan kaybından düşüp ölüyorlar. Komutan, dakikalarca diz çöküp ağlıyor orada. Ve yıllar sonra, bu askerler adına dikilen anıt töreni için Türkiye’ ye geliyor.
Seyyit onbaşı! Bütün Tabya arkadaşları şehit düşmüş. Bakıyor ki, devasa Ocean gemisi, mayınlardan kurtulmuş, boğazın iki yakasına ateş kusa kusa yol alıyor. Onbaşı Seyyit, 'Bu gemi ülkemi ele geçirecek! ” diyerek atılıyor ve 276 kg çeken top mermisini sırtladığı gibi namluya yerleştiriyor. Ve hayatında hiç top atmamış onbaşı, tek atışla Ocean’ı boğazın derin sularına gömüyor. Savaştan sonra kendisinden resim almak isteyen fotoğrafçılar, gülleyi bir daha kaldırmasını istediklerinde, Seyyit onbaşı gülleyi yerinden oynatamıyor. Gazeteciler, sebebini sorduğunda, “O gün düşman gemisi boğaza girmişti çünkü! O gemi bir daha girsin boğaza, bir daha kaldırırım gülleyi! ” diyerek cevap veriyor.
Gelibolu, yüzüne bile bakmaya tenezzül etmeyeceğin ölçüde çalılık ve tepelerle dolu o arazi, bir savaşa değil, adeta bir destana, bir mucizeye ev sahipliği etmiş; buna gönülden inanıyorum. Ve oradan ayrılırken, kulağıma sesler geliyor: Cevat Paşa’ nın rüyasını görüyorum; Esat Paşa askerlerini yüreklendiriyor, Mustafa Kemal yiğitlere ölmeyi emrediyor.
Ve o akıl almaz derecede yalnız ve karanlık tepelere son kez dönüp baktığımda, Seyyit Onbaşının, kaşlarını çatarak boğazı işaret ettiğini görüyorum: “O gemi bir daha boğaza girerse! ...”
Ahmet Şenol AlkılıçKayıt Tarihi : 28.10.2007 23:36:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!