......
Bölük mevcudumuz
Üçyüzotuz,
Tüfek sayısı
Üçyüz!
Demek ki,
Otuz er silâsız..
Soğanlıdere sırtlarındayız
Taarruz emrini aldık.
Ne varsa, silâh ve cephaneden gayrı
-eşyalarımız ve arka çantaları-
burada bırakılacak ve öndeki
Yedinci Tümen'in savaş hattına varılınca
süngü hucumuna geçilerek
bu gece düşman mutlaka
denize dökülecekti...
Helallaşıp yola düştük.
Yirmibeş kilometrelik cebrî yürüyüş..
Sekiz er hastalandı.
Bunların silâhları
dağıtılacak demekti...
Ve otuz kişinin alevli gözlerinde,
bir silâha sahip olmak isteği
yangın gibiydi..
Dağıtım yapıldı.
Yanımda emir erim
Yozgatlı İbrahim.
Top sakallı, çevik ve pek sadık.
Onunla da helallaştık.
Elimi öptü, alnını öptüm.
Erlerin kimi vasiyet ediyor,
kimi de eşya ve paralarını
tabur kâtibine veriyordu...
Benim
ne vasiyetim,
ne de teslim edilecek param vardı.
Az sonra takım kolu halinde,
ateş hattına doğru
yürüyüşe başladık..
Vakit akşam suları...
belimde tabanca ve kılınç,
Simit yaparak boynuma geçirdiğim pelerin
ve içinde üç beş peksimet ile
gazlı bez ve sargı bulunan çanta
omuzumda..
Artık
kararmıştı ortalık..
Arâziyi hiç tanımıyorduk.
Seddülbahire doğru gidiyorduk..
Yani,
uğultulu top seslerinin geldiği
yere doğru..
Saat yirmiiki sularında
Alçıtepe önlerindeydik...
Alçıtepe yanıyordu! ...
Yüzlerce topun namlularından çıkan
alevlerin ardından
bir Cehennem oluşuyordu..
Denizi
dev gölgeleriyle kaplayan
gemilerin ışıldakları
bu sırtları
gündüz gibi aydınlatıyordu...
Önümüzde yere yatmış askerler..
Gözlerimiz kızıl alevlerde,
biz de yattık yere
ve bekledik.
Tetikte idik..
Sonra birden,
Tümen kumandanımızın gür sesi duyuldu!
Emrediyordu:
Ateşe saldır! diyordu..
Kalktık, fırladık..
dağınık nizamda ileri atıldık.
Ve işte ban de,
takımıma ilk emri veriyordum:
Ava çık, marş marş!
Erlerimle beraber yay gibi fırladık..
Onbeşinci Tümen'in
Onbin kişilik kuvvetiyle..!
-hepsi de yirmi, yirmibeş yaşında-
Ellerde süngüler,
gözlerde süngü parıltıları..
İleriye! .. ileriye! ..
Belki hiç değmeyecek alnımıza bir dudak,
bir hemşirenin eli yarayı sarmayacak..
Şimdi,
sâkin koyların,
güneşli kumsalların,
neşeli şarkıların,
hayâline zaman yok.
Şimdi sâde bu akın!
öldürücü yarış var..
Bu kolları cehennem ateşinden canavar,
koynuna girmek için saldıranı topluyor.
Ve biz de hiç korkmadan
varmak için denize
şimşek gibi atıldık..
Bizleri durduramaz,
artık ne kurşun, ne kan..
geceyi gündüz yapan
namluların alevi,
kulaklarda gürleyen
infilâkların sesi..
Ve sonra birer birer,
yere düşen gölgeler..
Döküldükçe üstüme,
göklerden sağnak sağnak,
taş, toprak, kafa, el kol..
içimde tek bir dua:
ya şehit, ya gazi ol!
Gece sabah karşı
saat dört sularında,
Seddülbahir karşıda..
şafak söktü ufukta..
Denizin üzerinde gölgeleri beliren
gemilerden patlayan top sesleri
berdevam...
Birden bire sol kolum yanıma sarkıverdi,
biçilmiş gibi, sanki..
Az sonra yere düştüm.
Nefesim kesilmişti..
İşte korktum o zaman.
'Beni bulursa düşman, bu yaralı halimle,
ne yaparım ki' dedim.
Bir an geçti, yanımda
dev bir gölge belirdi,
bu gelen İbrahimdi!
Bir arslan heybetiyle
beni sırtına aldı
ve o ateş altında,
serilmiş yatanların üstünden atlayarak,
karanlıklara daldı..
Sonra da at sırtında,
Soğanlıderedeki ilk yardım merkezine..
Ordan Kilitbahirde çadırlı hastahaneye..
Ameliyat olmuşum,
Sol kolumu kesmişler..
'Vatan sağ olsun' dedim.
Ama İbrahim:
'İntikamını komam, kumandanım' diyordu.
Ondan sonraki günler, artık onu görmedim..
Yeni iyileşmiştim,
az zaman sonra geldi,
şahadetin haberi..
Kayıt Tarihi : 29.12.2003 15:36:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!