Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Hâlbuki “can eriği” gibiydi o…
Hayatın hep yangınlarını görmüş; yokuşlarında yorulmuş, yanmış, tutuşmuş, yanardağ lavlarına döndürmüştü benliğini… İşte, bu yangındı onu yeşilden sarıya; sarıdan kıpkızıl kırmızıya dönüştüren. İşte, bu yangındı onu ekşiden kekremsiye; kekremsiden bal şirinliğine döndüren…
Kaybolup giderdi bazen. Bilinmezdi nerelere gittiği. Dünyayı alt üst etseniz izine rastlayamazdınız onun…
Giderdi… Bilinmezliklere, bulunmazlıklara giderdi… Yüreği hep uzakları çağırırdı zaten. Bulunduğunda da yok gibiydi…
Giderdi… Mesafelerin uzanamayacağı mekânlara giderdi… Garip bir yolcuydu ve farkındaydı garipliğinin…
Yüreğini bir derviş hırkasına sarar giderdi…
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Hâlbuki “can eriği” gibiydi o… “Gibi”si fazla; can eriğiydi o…
Her zaman kendiyle bir alıp veremediği vardı. Çekiştirir dururdu kendini kendiyle. Her yanını didikler, yüreğinin en ince damarlarından kan alırdı âdeta.
Hep soğuk durur, üşüyen yanlarını gösterirdi görenlere… Oysa bilirdim ben, çok munis bir yüreği, engin bir gönlü vardı onun…
Kızardı daim… Olur-olmaz, ister-istemez, aniden ve beklenmedik bir anda kızardı… Eserdi kasırgalar gibi, kırardı sağlam dallarını…
Ve sonra yine giderdi bilinmezlere, uzakların da ötesine giderdi…
Sevinçli anını hiç görmemiştim onun; gülmezdi hiç… Tebessümünü çok nadir de olsa görsem, fark edince birden surat asardı. Oysa bilirdim ben, mütebbessim bir ruhu, güleç bir gönlü vardı onun…
Dünyayı yumruklarken kocaman, ama durgunken küçücük ve terleyen elleri vardı onun… Bakardım, avuçlarıma alıp terlerini yüreğime sürmek isterdim. Baktığımı görünce kocaman bir yumruk olurdu elleri, kaçırırdım bakışlarımı… Oysa bilirdim ben, çocuktu onun elleri, ak-pak kar taneleri kadar narin, yumuşak ve nâ-yab…
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Dünyası hep “Eylül”e kuruluydu onun… Eylül’ü yaşar, Eylül’de yaşardı muttasıl… Nisanda yeşeren yapraklarına, mayısta açan çiçeklerine inat hep Eylül’dü mevsimi… Eylülî bakışları bundan mıydı ne? ... Sarı bir dünya, hazana durmuş bir ömür ve sürekli dökülen yapraklarla bezemişti hayatını… Oysa, baharın tüm tonları neşv ü nema bulmuştu yüreğinde…
Eylül, çok farklı bir kavramdı onun dünyasında… Salt bir mevsim, sonbaharın sararan ay’ı tanımı, Eylül’ü anlatmaktan çok uzak kalırdı onun için. O, Eylül’e âşık; Eylül de ona âşıktı sanki. Hâlbuki, ne zıttı Eylül’le Can Eriği… Dünyasında ter ü taze duygular, henüz tomurcuklanmış hayâller, ıtır kokan bahçelerle o, Eylül’le ne kadar da tersti aslında…
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Gözlerini tâ ıraklara yatırır; içinde bulunduğu mekânda sadece fiziği kalırdı… Bir beklediği mi vardı ıraklardan? Gidip de dönmeyen, giderken de onun ruhunu yanında götüren biri mi vardı acep? ... Ya da ıraklarda bizim görmediğimizi görüp onlara mı bakardı; çözemezdim… Bildiğim, dalıp dalıp gitmesiydi; gözlerini en ırak bir noktaya kilitleyip saatlerce bakmasıydı. Bazen, bulunduğu ortama döner, anlamsız gözler, mânâsız ve donuk bakışlarla etrafına bakınır ve yeniden yönelirdi asıl mekânına.
İçinden sessiz, ama gürül gürül ırmaklar akardı sanki. Yüreğini o ırmaklarda yıkadığını, gönül bahçesindeki tüm çiçekleri onlarla sulayıp yeşerttiğini sezerdim. Belki de o ırmaklardan elde ettiği enerjiydi içini aydınlatan. Ancak, dışarıya yansıtmazdı ışığını. Dış âlem karanlıktı onun için ve o da dış âleme karanlık... Ama ben bilirdim ışıklı, aydın bir dünyası vardı onun…
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Gece gibiydi… Severdi de geceyi. Gündüze yakalanmak istemeyen bir yarasaydı sanki… Gecenin karanlığındaki ışığı yüreğinde bulur, gündüzün mat aydınlığında kaybolurdu. Severdi geceyi, gece de onu… “Karanlık aydınlıktır yakalayabilene! ” derdi ve karanlığın içinde yüreğiyle aydınlatırdı dünyasını. Gece onu örterdi sessiz sessiz, o geceyi…
Türküler ekmişti yüreğine; yanık, garip, firak ve gurbet türküleri. Türküler onu daha bir gömerdi iç dünyasına. “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” la dalar, “Ay buluta girmiş gece yarısı”yla uyanırdı… Aşkın nârına yanmış, dünya malına meyletmeyen; ölürse de mezarına gelmesini dahi istemediği sevgiliye kahreden türkülerde idi o… Türküleri bozarak yorumlayanlara kızar, dinlemezdi onları.
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
Yürek devletini çoktan fethetmiş; “duvağı açılmamış acıları” yüreğine sarıp sarmalamış bir “can”dı o…
Ona ben “Can Eriği” derdim; kızardı…
(Ali Şeyh ÖZDEMİR - Mavi Çınar – Sayı: 4, Sayfa 8,9)
Ali Şeyh ÖzdemirKayıt Tarihi : 10.9.2008 14:42:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
rebriklerimle üstad
yüreğiniz dert görmesin..derdiniz var ise,derman bulsun..
saygılarımla..
Kala kalmıştım durduğum yerde...
Donmuştum...
Bir kez okumak yetmedi...
Her okumamdan sonra bu nasıl bir şey diye sordum durdum kendi kendime...
Nasıl içten, nasıl derin bir sevgi...
Can Eriğim... Harika yaaa!
Ne mutlu, ne mutlu can eriğine...
Ki böylesi bir nesire konu olmuş... böylesi bir sevginin sahibi olmuş...
Kıskanmamak elde değil Hocam
Böylesi bir sevgiyi özlememek...
Usta kaleminiz daim olsun.
Yüreğinize sağlık
Tebrik ve saygımla
TÜM YORUMLAR (12)