Calaskal Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Calaskal

CALASKAL

Tahsildarlık yapmak bir ayıp, tahsildarlık yapıp da para işleriyle uğraşmak iki ayıp.
Tokat ‘tan yola çıkmam, Almus ‘a kadar gelmem, borçluları tek tek bulmam, dalaklarına basa basa paraları geri almam fazla zor olmamıştı ama Almus ‘tan Tokat ‘a geri dönmem çok zor oluyordu. Öğleden sonraları kimse Tokat ‘a gitmek istemiyor, istemeyince de araç bulunmuyor, araç kalkmıyordu.
Durum tehlikeliydi ve sanki içimde, pimi çekilmiş, mandalı bırakılmaya ve iğnesi vurmaya hazır bir elbombası vardı. Bomba patlayacak, ben atomlarıma ayrılıp Tahtalıköy ‘e ışınlanacak, orada yeniden bedenlenip binbir türlü sorgu-suale binbir türlü yanıt-cevap verecektim.
Veznenin kapanma saatine kadar menzile ulaşıp üstümdeki paraları teslim etmem gerekiyordu. Ulaşamazsam ve bunu yapamazsam; Tanrı da bilir, ben de bilirdim ki; bizim müdür yerden göğe kadar küpler dizer, sonra en alttakini bir çeker ve daha sonra gümbürtüyü hep birlikte seyrederdik. Çok işkilli, az-biraz tranzistorlu-pilli ve yerinde de zillilerden zilli adamdı. İlk yapacağı işin; “Tahsildar üstündeki onmilyarla sırra kadem bastı.” Diyerek polise telefon etmek olacağından kesinlikle emindim. Öğleden sonraları Almus ‘lular Tokat ‘a-Mokat ‘a gelmezmiş, araç bulunmazmış ona ne? Çaycı, elindeki tebeşirle önündeki duvara adamın çay borçlarını çiziktiriyormuş. Garson karşı duracak olmuş: “Ama usta, adam bugün çayevine gelmedi ki? ” Ustası “Geleydiii.” Demiş, çiziktirmiş. “Ama usta, adam bugün çay içmedi ki” Ustası “İçeydiii.” Demiş, çiziktirmiş. Müdürün de yapacağı bundan başka şey değildi: “ Ama usta, tahsildar Almus ‘tan Tokat ‘a araç bulamadı ki? ” “Bulaydııı.” “Ama usta, gelemedi ki; paraları vezneye yatırsın? ” “Geleydiii, yatıraydııı.”
Parayı yatırmadın, zimmetine geçirdin mi geçirmedin mi? Sen onu söyle. Araç bulamamışsın, kavuşamamışsın, anlat anlat, çok güzel öykü, anlat da kafamızı bulalım az-biraz, bayide içki kalmamış.
Durumu telefonla bildirmek istedim. Sonuç alamadım. Önce “Aradığınız yöndeki tüm hatlar dolu. Lütfen daha sonra arayın.” Sonra “Daha daha sonra arayın.” Ve daha daha sonra “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor.” Niye ulaşılamıyor? Ben bilumum cello-belloların anasına ulaşıyorum da, sen benim aradığım numaraya neden ulaşamıyorsun? Kime diyeceksin bunu? Teybe mi? Belki de, numaranın yanıt vermediği doğrudur. Çünkü; dört göz-sekiz kulak, iki bekçi, dört karşılayıcıyla yollardan onmilyar bekleyen midir kilitlemiş kuruluşu, gitmiştir hamama. Ya da, buyruğundakileri özel işlerinde kullanmamak için o izzetli yavrusuna mama almaya gitmiştir.
Tanrı ‘ya şükürler olsun ki; bir saat kadar sonra Tokat ‘tan Almus ‘a bir minibüs geldi.Yolcularını toprağa tükürdü. Aksırıp, tıksırıp, hapşırıp, hupşurup biraz soluklandıktan sonra geri dönecekmiş. Şoförü, nikahım için deftere imza atacak bir tanık gibi karşıladım, çayını ben içirdim, bana pilot kabininden yer ayırttı. Hem sevindim, hem şaşırdım. Sevindim, çünkü; buralarda her babayiğit, şoför yanına oturamazdı. Şaşırdım, çünkü; Tokat ‘tan Almus ‘a gelirken ödediğim paranın birbuçuk katını, Almus ‘tan Tokat ‘a giderken alıyorlardı. Nedeni, Almus ‘tan Tokat ‘a fazla yolcu çıkmayışıymış. Öyleymiş. Aldım, pekilendim: Nedenin nedeni mi sorulur? Aman sen de. Zaten hergün her bir şeyimizden yüzde elli fazla alıyorlar. Büyüğümüz “Alışırlar… Alışırlar…” dememiş miydi? Alıştık işte. Menzilime tek zamanında ulaşayım da, isterse; içime dinamit koyup patlatsınlar.
Şoför, yeni çayını içerken çaycıyla enseye silleye başladı ve ben arabadaki yerimi aldım. Zira; araç beş dakika sonra kalkacakmış. Almus-Tokat arası bir saat ya çeker, ya çekmez. Çekerse de sütüne-sümüğüne, çekmezse de sütüne-sümüğüne. Nasıl olsa; saat onbeş sularında oradayım.
Bak şu keyfe…
Kuruntudan, kafam kereste yüklü Ford kamyon gibi. Tüttüreceğim ama duruyor-gidiyor da olsa; minibüste sigara içirmiyorlar. Ortada henüz öyle bir yasa yoksa da, sigara kullanmayan Vali öyle istiyormuş. Haksız mı adam? Bir tek sigara yüzünden Dördüncü Murad ‘ın saltanatı sırasında İstanbul ‘un bazı ahşap evleri yanıp yanıp kül olmamış mı? Belli ki; oğlanı, testiyi kırdıktan sonra değil, kırılmadan önce tokatlıyor. Nasıl olsa; kayalık-dağlık Tokat ‘ta rafting yapamayınca, yapabileceği bir yere gider, sen de yakarsın sigaranı, dağıtırsın şu başındaki sıkıntıyı.
Şimdilik şu doğal güzelliklerle yetin. Bak, ağaçlar ne güzel, dallar-yapraklar ne güzel. Çiçekler-kuşlar ne güzel. Ağaçlar-yapraklar arasında görünen masmavi ve tertemiz Almus Gölü nasıl da Marmara ‘yı andırıyor.
Kaymakamlık ‘ın önüne tepeleme kum yığmışlar, bir yanına bir kürek saplamışlar. Görünürlerde işçi-mişçi falan yok ama belli ki; içeride onarım var. Dışarıdan içeri geçecek yer bırakılmadığına bakılırsa; Kaymakam sırıkla atlama şampiyonu olsa gerek. Vali sadece Vali değil, aynı zamanda sırıkla atlama şampiyonu. Severim böyle ülkeyi. “Bir başkadır benim memleketim.” Sırıkla atlama becerisi olmadan o kum tepesinden değme babayiğit atlayamaz.
Atlayabilir mi atlayamaz mı, şimdi anlarız. İşte yoksul bir vatandaş. Elindeki dilekçesiyle yapının önündeki kum tepesine doğru gidiyor. Tepeyi gördü, geriledi. Galiba dilekçe-milekçe vermekten cayıp gidecek. Yok canım, adam öyle tepe-mepe dinleyen türden değil. İlle ki verecek dilekçeyi. Çünkü; dilekçeyi aldıktan sonra “Bugün git, yarın gel.” Ederlerse; dört kere atlamak zorunda kalmaz kum tepesini. Zira; girerken ve çıkarken olmak üzere; her keresinde iki kere atlaması gerek. İki kere iki dört etmez mi? Neden iki kere atlamak dururken dört kere atlasın ki; bir dilekçe yüzünden.
Vatandaş geriledi, geriledi, geriledi, yaydan fırlatılan bir ok gibi ileri fırladı. Haydi Tanrı işini rastgetirsin. Olur ki atlarsın. Engel büyük, sen küçüksün. Az biraz büyü de gel.
Vatandaş engeli aşamadı. Kıçıyla kuma gömüldü. Sadece kasketiyle dilekçesi kaldı dışarıda. Pencereden bakan o mu acaba? Kaymakam gülüyor.
Hani bre, beş dakika sonra kalkacaktık? Sizin saatleriniz yarım saatte beş dakika mı çalışıyor? Ben öyle çalışacak olsam; müdür kuyruğuma teneke bağlar, kıçıma tekmeyi vurur, ya hamama yollar ya mama bulmaya.
Yerini önceden ayırtan bir yolcu varmış ve biz onu bekliyormuşuz. Şu mu acaba? Şu caddenin alt ucundaki mi? Gelsin, gelsin zararı yok. Bir dakika kadar ancak sürer buraya kadar gelebilmesi.
Var anana selam söyle: Adam bir tanıdığına rastladı. Şaşkın şaşkın bakıştılar, iki el iki ele sarılıp sımsıkı kucaklaştılar. Sadece ayrılmaları bile beş dakika sürdü ve ayrıldıktan sonra da, enseye sille- sırta parmak danışıp görüşmeye koyuldular.
İşte eli dilekçeli iki vatandaş daha. Kaymakamlığa doğru gidiyorlar. Gidin gidin. Ananızın duası başınızdaysa; hem gidersiniz, hem dilekçelerinizi verirsiniz. Tepeyi görüp durakladılar. Önce birbirlerine sonra kum tepesine göz gezdirdiler. Daha sonra tos vuracak koçlar gibi geri geri çekildiler ve şiddetle meleyerek ileri atıldılar. Hooop… Hop hop da hop hop. Vatandaşın bir kum tepesinin bir yanına, obiri obir yanına kıçüstü oturup yumuşak yumuşak güldüler ve karşılıklı altmışaltı oynamaya başladılar. Kaymakam ‘ın gülmekten neredeyse fıtığı patlayacak. Dudaklarıyla bir şeyler söylüyor. Sesi duyulmuyor. Ama huyum kurusun; dudaklarını okuyorum: “Bana kırk daha, yeter, ağalar.” Diyor.
“Kahrolasınız be…” Diyeceğim fakat ahlakım “Teşekkür ederim, almayayım.” Diye yana çekiliyor. Yerine “Yahu ne zaman kalkacak bu araba? ” demekle yetiniyorum. Yanıt veren yok, kalkan yok. Kumkapı ‘nın yazlık bahçe sinemaları bile bundan iyi. Hiç olmazsa; vaktinde-saatinde kalkıyorlar Cilalı İbo ‘ya doğru.
Sözüne-sohbetine en doyulmayanları kaptanımız; önce “Araba dolmadı.” Diyor ve susup araba dolana kadar bekliyor.. Neresi dolmamış anlayamıyorum. İçeride üç kişilik boş yer ya kalmış ya kalmamış. Onu da yoldan toplanacak “Ördek” lerle doldurmayı tasarlasalar olmaz sanki.
Tasarlamazsanız tasarlamayın be. Nasıl olsa; şimdi üç kişi daha çıkar gelir. Öldü mü koskoca Almus yani? Almus da ne demekse.
Tanrı ‘m, yalvarırım elleme başımı. Niçin ölüp ölmediğini soruyorum ki? Almus ölmüş, ölü toprağı serpilmiş sanki üstüne. Değil üç kişi, bir kişi bile gelmiyor. Yahu, hiçbirinizin mi Tokat ‘ta bir işi yok? İşiniz olmasa da, hiç değilse; Valilik önündeki Atatürk Heykeli ‘ne bakıp “Bunun neresi Atatürk? ” demeye gelin. Hiç değilse; sabah saat sekizde kalkacağı söylenen Turhal minibüsünün hala orada durduğunu görmeye gelin. Görülmeye değmeyen yer mi Tokat? Sadece Almus Gölü ‘ne baraj yapmak yeter mi? Kalkıp Tokat ‘a da bir gelin veya gelebilecek iki-üç kişi gönderin.
Zaman daraldıkça ben köpürüyorum. Bir şey değil, içimde köpüğüm kalmayacak ve köpürmem gereken anlarda köpüremeyeceğim. Benim gibi ivedi işi olan bir-iki yolcuyla birleştik, boş yerlerin parasını vermeye kalkıştık. Kaptanımız almadı. Haksız elde edilen para harammış, çoluğuna-çocuğuna yediremezmiş. Haklıydı adam. Çünkü; Toto ‘dan, Loto ‘dan, Piyango ‘dan, Kazı-Kazan ‘dan elde edenler de çoluk-çocuklarına yedirmiyorlardı. O neden yedirsin?
Bir ara gözlerime inanamadım. Minibüsün yakınlarında üç kişi birden belirmişti. Üçü de yolcuydu, üçü de Karadeniz ‘liydi. Biri kadındı, orta yaşlıydı, çarşaflıydı, peçeliydi ve peçesinin altından sadece iri burnu belli olmaktaydı. Obiri kocası olmalıydı. Zira; çarşaflıyı arkasından getiriyor ve kadın herifin ayakizlerine basıyordu. Ufak-tefekti, yaşlıydı ama aşırı hareketli, cin gibi bir şeydi. Ayaklarında mes-lastik, başında bere, elinde de sarı kehribardan bir tespih vardı. Dağdan yuvarlansa; bokböceği gibi tortop inerdi. Üçüncüsü bir delikanlıydı. Başında sivil kasket, sırtında paltodan az kısa bir ceket mevcuttu. Hareketliydi, zayıftı ve burundan ibaretti. At karnından, yiğit burnundan belli olduğu için, yiğit olduğu ilk bakışta anlaşılmaktaydı. Aynı fabrikadan, aynı aileden oldukları kuşkusuzdu. Meğerse; bunca zamandır biz bu üç burunu bekliyormuşuz da bilincinde bile değilmişiz.
Şoför marş yaptı, kontağı çevirdi, minibüs aksırdı tıksırdı. Herhalde kalkıyorduk.
Deneylerle saptanmıştır. Hep böyle olur. Arabalar tam kalkarlarken gerilerden birileri “Hooop…” der ve araba da yolcular da başlarlar bekle babam beklemeye. Bu kere öyle olmadı, arkalardan kimsecikler “Hooop..” diye bağırmadı ama arabanın önünü gençten bir adam kesti.
İşçiyle balıkçı arası bir şey. Alabildiğine melek yüzlü, alabildiğine efendi, alabildiğine boynu eğri bir genç adam. Öyle ki; bir yandan konuşuyor, bir yandan da eliyle kaportanın tozunu temizliyor. Kaptanı tanıdığı sözlerinden belli. Derdi o üç burunla. “Yapma, etme hacı baba…” Diyor o yaşlı fakat afacan adama. “İndir şu calaskalı. Başımdan korkuyorum. Garibim buralarda. Bana çok iş eder bu adamlar. Koy calaskalı burada, sonra var gir sağlıcakla.”
Şoför karıştı söze: “Ver baba şu çocuğa calaskalı. Ondan bilirler. Mahvederler. İki gözüm önüme aksın.”
Kara çarşaf altından kara bir çene işlemeye başladı: “O, calaskalı corsun duşinda pi taa. Vermeyrum. Ha pu pen süs içun mi toğurmişum ha o şaplali oğlani? Konuşana kaz kafali. Vereceğ misun calaskali? ”
Oğlan ne desin? O kadarını diyebildi. “ Vermeyecağum oni.”
“Ha o, ta Samsun ‘dan calaskal vermeye mi celdi?
“Ha pu pen, ta Samsun ‘dan calaskali almaya celdum.”
Melek yüzlü delikanlı bükük boynunu bir daha büktü: “Ben size hiçbir şey demiyorum. Sözüm hacı babaya. Bilirsin beni hacı baba; sana canımı bile feda ederim. İlla o ki; bırak calaskalı burada. Başımı alırlar bu adamlar benim.”
Şoför yeniden araya girdi: “Ver baba şu oğlana calaskalı. Esirgeme. Alırlar başını, iki gözüm önüme aksın.”
Çarşaf altındaki çene dikiş makinesi gibiydi: “Toğurmamişim ha pu pen, ha o şapkali oğlani calaskali versun tiye. Üstüma varma; şimdi paa havale gelecek.”
Delikanlı tepkinin böylesini anlayamadığı gibi ben de anlayamamıştım. Ben zaten anlayışı kıt adamım ve anlayamamam doğaldı. İnsanlar kendilerine havale gelmesinden niçin korkuyorlardı, anlayamıyor, kavrayamıyordum. Keşke bana havale gelseydi. Hem de öyle bir gün, iki gün değil, Tanrı ‘nın her günü. Koca bir postanenin insana çalışması neden can sıkıyordu ki?
Yaşlı afacan, çarşafın üstünden dirseğiyle kadının bir yerlerini dürttü ama neresini dürttü pek seçemedim: “Ula kari…” Dei. “Ha o düşmiş çenene pir çengelli iğne fur daaa. Pu kadar konuşmak için sen penden izin aldun mi? Niye verdim? Verdiğum izini ne yaptın? Nereye koydun? Nasıl koydun? Deden koydun, pohyiyenun karisi…”
Karısını susturup delikanlıya döndü: “Ula senin için yapayrum ha puni, Taysin ‘in oğli.”
Melek yüzlü delikanlı elbağladı, boynunu büktü:
“ Sağol hacı baba. Tanrı tuttuğunu altın etsin.”
“ Sen Allah ‘a Tanrı dersen; tuttuğumu altın edeceğine, elimdekini da alır, kaz kafali.”
Delikanlı sözünü değiştirdi: “Allah tuttuğunu altın etsin.”
Yaşlı afacan, olur ki; dua pekilenilir de, tuttuğu gerçekten altın-maltın olur korkusuyla yanındaki kadının, çarşafın üstünden tuttuğu kolunu bırakıverdi ve iri burunlu oğluna seslendi: “Ula Çamal, yardım et, indirelim calaskali. İndiralum da verelum ha pu uşağa.”
Şükürler olsun. Anlaşmazlık anlaşmayla sonuçlandı. Yaşlı afacanla iri burunlu, kasketli oğlu aşağı atladılar, indirmeye başladılar calaskalı, o “Calaskal” dedikleri nasıl bir haltsa.
Saatim 16:00 ‘yı gösterirken dışarıda bir gürültüdür koptu. O calaskal dedikleri ne mene şeyse; onu yeniden bagaja attıklarını konuşmalardan anlayıp çıkarabildim. Afacan, afacanın çarşaflı karısı ve kasketli oğlu hırsla ve yeniden doluştular arabaya. “Sür” Dediler şoföre. Şoför sürmesine sürecek de, dışarıdaki melek yüzlü, kaldırıp kaldırıp kendini atıyor aracın tekerleklerine. “Yapma ulan İhsan.” Diyor kaptana. “Bana garezin mi var? Bunlar anlamıyorlar, sen anla ığlum. Dar günlere düşmüşüm yüzükoyun. İpler atacaklar boğazıma.”
Şoför açık camdan el çıkarıyor: “Benin elimde ne var anam? Emir-kumanda onların ellerinde. İşte, indirsinler calaskalı. Onlar razı, ben Niyazi; iki gözüm önüme aksın.”
Dağdaki çobanın aladanasının kuyruğu minibüsün içinde koptu. Tüm yolcular öfkeleniyor, ayağa kalkıyor, bağırıyor ve bir soluk arkasında da ben.
“Verin adamın calaskalını, gidelim. Tokat ‘ta her birimize sille-tokat girişecek birer canıtezimiz var. Yolumuzu bekliyor. Bu kadar mı uzatılır bu iş? Şimdi sizin calaskalınızı-malaskalınızı bir kavanozluk tereyağıyla haaa… İndirin calaskalı, kaldırın calaskalı… İndirin, kaldırın beee…”
Nelerden sonra, kalabalığın arasından afacanın sesi yükseldi:” Ula it… Ula Taysin ‘in oğli… Acıdum saa. Ha pu pen ineyrum pudra. Gelsun alsun calaskali penden.”
Bokböceği gibi yuvarlana yuvarlana indi arabadan ve tilki gibi tırmana tırmana bindi arabaya. Melek yüzlü onu hala yerde sanıp minnettar minnettar sesleniyor: “Allah tuttuğunu altın etsin hacı baba. Yengeyle birader götürsünler calaskalı. Sen burada kaldıktan sonra halleşiriz onlarla.”
Araba yürüdü. Her oturaktan bir zebani doğruldu ve minibüste zebanilerle şeytanlar kapıştılar. Euzibillahimineşeytanürraciym. Şeytan-meytan, zebani-mebani değilim, mazlumum ama zebanilerden yanayım. Ya dışarıdaki melek yüzlü? “ O muuu? ” “O da bizim süt kardeşimiz.” İşkence meleği zebani etmiş bırakmış.
Araç toz-duman içinde. Kimin kime sövdüğü, kimin kimi dövdüğü, kimin kimi yaraladığı, kimin kimi elleyip kurcaladığı belli değil. Sırtımda, belimde, bacaklarımda, boynumda eller-yumruklar bir hayli gezindi. Para dolu çantan düştü, arayıp ayaklar altında bularak almak isterken, birtakım nalçalar ellerimde horon da teptiler.
Çarşaflı karı, afacan kocası, kasketli oğlu ve ne mene şeyse; calaskalları yerlere savruldular ve biz besmelelerle çıktık yola, selam verdik sağa-sola.
Tokat ‘a yarı diri-yarı ölü düştüm.
Veznedar içeride duramamış, beni kapıda bekliyordu. İçinde bulunduğum durumu görünce:
- Hayrola yahu, Kore ‘den mi geliyorsun? Diye telaşlandı.
- Demek ki; aralarında pek bir fark yok. Almus ‘tan geliyorum. Minibüsten teni indim.
Demeye çalıştım. Güldü:
- Pikasso da minibüste miydi?
- Ne Pikasso ‘su be?
- Niçin kızıyorsun oğlum. Onun tablolarına benzetmişler seni.
Elimdeki sıyrıkları dilimle yalarken kekeledim:
- Minibüste birileriyle dövüştük.
Kanımı damarlarımda donduran bir soru sordu:
- Calaskal yüzünden mi?
Büyük bir şaşkınlıkla yüzüne baktım:
- Sen nereden biliyorsun calaskal yüzünden olduğunu?
- Çantan yanında mı? Sen önce çantayı aç, şu onmilyara bir bakı bakıverelim.
Çantayı açtım ve şaşkınlıktan öleceğimi sandım. Çanta bomboştu ve onmilyarın yerinde yeller esmekteydi.. Ben saçımı-başımı yolmaya başlarken veznedar, anlayamadığım, kavrayamadığım bir şeyler söyleyip duruyordu:
- Öğren oğlum. Anlayamamışsındır, onun için söylüyorum. Calaskal işte budur. Ne yazık ki; öğrenmesi insana pahalıya patlar. Ben calaskalın ne olduğunu, iki yıl önce yüzeli milyona öğrenmiştim. Sen onmilyara öğrendiğine göre; ya bana indirimli tarife uygulamışlardır, ya da calaskala yeni bir zam yapmışlardır.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) ‘nun
Vali İsimli Gülmeceler ‘inden > 19-32/102)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 15.12.2007 20:21:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu