Byron’ın Kolundaki Bronte

Azad Ziya Eren
11

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Byron’ın Kolundaki Bronte

Tüm yaşamımız ölümle yüklüdür *

Avucunda ölümün tohumları, hangi ilâh acıya
boğmadan gösterdi,kovuğunda barbarlığa
niyetleneceğini doğurduğu yaratığın, önce kan sonra
ceza aktı kutlu saçaktan, akşam süzülen kartal
kabartmasına kurt sisi gibi çöktü ve yine aldatıldım
kristalde dağılan saydam gerçekle, güneş kadar kızıl
gözlerim, kümelenmiş alev topları uyandırıyor, her
gece daha bir gündüz suyuna batırıyor saçlarını ve
duyuyorum şiirimin bakışındaki iyi niyetli körlüğü.

Uyumasam da uzandığım mecra örtük bir azize gibi hâla, örtüsü altında apak ışıldıyor teni, bilmezsiniz nasıl dolaşırım yapraktaki mahzeni, her kıvrımında nasıl konaklarım, ayağımda dökülmez bir telaşla; sıcağı, soğuğu ve susuzluğu nasıl denerim kabukta, tenteler bilirim dereye yatay ıslak, gözüm üstümde oturmaz sürekli, ruhumda uyuyan bir bedenle varım aranızda, ötesi büsbütün hüsran seyelanı, onca senelik fıçıda dokunmaksızın uyanık yalnızlığım, yüzeyde kalabalığım, bir gecede kelebek bir nehirde alabalığım, ağ’layın beni...

Bulanık suların üstünden uçtu gece kelebeği, sedir ormanıydı taşların karaltısıyla kalkınan, ad verendi toprağın sathındaki serin tene, soyuna dokundu uç, boşluğun tansık deresini dokudu elindeki sorguç ve yarasayla kesilen kardeşler geçidinde tansöktü apansız dağ, o incelikli merhamet ki sevindiler bıraktığı oyuklara, aktığı deride bir çift gözün, kalbe has bir hastalıktı gurursuzluğun çölünde, otlar dolunaya uzadığında içimize işledi alacakaranlığın sonsuzluğu, kavuşmak için son ışığa, sökün dedi ses, bu son buruluşuydu inanmanın kutlu dalının, kırılma noktasına ulaştı çatlak, güven saptı suyundan, kurudu damar, buhurlaştı ruh, döküldüm fıçımdan sokaktaki kanallara, ayak sürerek peyda olanlar neredeler....

Taydım ve yüzgeci saydım sırtımdakini, bahar yağmuruyla mermerin oyuğunda çırpınan alabalığın, sezgisiyle yığılırken eşmerkezli günlerin gövdesine; belki bir dudağın kılıç haliydi Aleixandre’den Syringa tacına damlayan şeffaf vurgun, onu “kırmızı dudaklarımla emiyorum...”**, tümceler yapıyorum çeperinde dere çakılları, kesik topuklar koşturduğum aksayfada, pullarımı biriktirin, geri dönüşün maşrapasına yüzeceğim...

Karar verdim varmanın hilesiz kurtuluşuna, katımda hızlandım, koyduğum işaretlerin silindiği duvara el bastım, gömüldü uykunun ölü hali, dirildim ve erguvanlar altında sisli bir koridorda gördüm o rüyayı, Byron’ın kolundaydı Bronte; yeni bir şey çıkmalı diyordu mürekkebi kurumuş hokkadan, imkansızla evlenmeli ateşli sözcükler, ana soyundan uçmalı evlat tümce, uydum, kurak bir yaradılıştan soyunup kapısını açtım köhnemiş odamın; ölüm yakın, uzaktı sonrası...

Kıvrıldığım çömleğe dönmeliyim ve düşen Ay olmalı yalnız baktığım göğe, derken, seyrekçe dolan sarnıçtan kopup, bileğimdeki Citron’dan akan acele sızı, omurgasız bir ilkelin çıktığı taş çatlağına doldu, delindi bin yıllık trapez, iki kemik kırığıyla kaç ruhu yüceltti çemberlerinden kır kavalı, taşıllar arasında hepimizden bir şeyler kalmalı..

Her gün birileri gönderiliyor, yüzük parmağı akikle kaplı, kalbin haykırışı, göndericinin kelamı çınlıyor mağaralarda, dağ yıkılıyor karnındaki kanlı sesle, sesimi vermiştim bu iniltiye; oluk, çit ve tüten tepesiyle bir döküntü barınağı açtım yoluna, oradaydı işte gürültü ve acıtan tokluğu metalin, gece kelebeği göğün pulluk izlerinde uç verendi, bir kilise orgu, bir cami kilimi, töre’nin kanlı avlusunda yıkanma mermeri ve basık suratlara düşen maskeli bir serseri, kandil pulları olmayan balık karasularda, kuşlar ve yapraklar iyi günler diliyor yine de boşluğa, bir an için mutlu olmak güzel yalan...

Serçeler cevval cıvıl, boşluğu dövüyor gök çınarın kanatları, sanmam, doğduğu çöle küssün öldüren ritme alışkın bu kontrolsüz kasırga, varoluşun ayrıntıları kımıldadı, bozuldu rüya, iki mezar kaldı öğüdün yeşil ağacından, gece-gündüz dönelen bir çift gölge, kocadıkça hacmi artan dokların uğultusu, çırptığı dorukların tacıyla onurlandı kafatası zamanın, ölüme yakınlık yaklaştırır yine de küle kıvılcımı, bütün dokunuşlar cinsiyetsiz, Novalis’i anımsayın, cennet parmağın ucunda dokuyor kozasını, aşk uçta keskin pervane, ağacın tarağı yaprak dikerken dalların döküntüsüne, saçlarım iki yalnızlık yılı yol aldı beyazda, kaplan’dı yazıyı örten...

Kamburu düzeldi zorlu mevsimin, duvarlarda ıspatula kazıntısı ve kapaksız cama yapışıyordu yontu tozlarıyla soğuk bir canlı, kulak ve bölme, kıvrım ve geçit, perde ve bozuk sinirde ilerleyen yakıcı impulsla, pençeli parmaklar takınıyor Geko, yitiriyor yerçekimini emen gücü, camda çökelen kısa pulları, geceye tin işleyen bas iğnesi, rehavetle dökülmüş adımlarıyla dolaşıyor, “zevk verir ruhlara nemlenmek”*** bunu bilerek kayıyor kaya dibindeki taht’a, zevkle yükseliyor ruhu buhurda...

Kimse yok salyangozumda, uzanan el kimin cânından dal olmuş ki kavkıma, kimse yoksa ne sere serpe uzanan bu sarı sedir kıyısına, gecede yok varlığa imgesini bahşeden; ormanın kızarttığı gül özenle dokuyor kanat dibinden körpe kanadı, rüya da gerçek de derenin aktığı geçitte bomboş, yok bir şey, iki ıslak kanat dışında; düşen, üşüyen ve sürgit gömülen, maşrapamla sıyırıp, fıçıma ağın beni...

______________________________________________
* Georges Bataille, ** Vincente Aleixandre, *** Herakleitos

Azad Ziya Eren
Kayıt Tarihi : 2.12.2005 02:14:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Azad Ziya Eren