Büyümenin Dikenli Yollarında Sahici Bir ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Büyümenin Dikenli Yollarında Sahici Bir Yazar; Figen Şakacı

Pırıltılı ya da can yakan bir an, çocukluğunuza dair tek bir an hatırlamanız istenseydi rutubet kokan, kapısı açılırken gıcırdayan oyuncakçı dükkânından hangisini seçerdiniz? Zor değil mi? Kimse kıyamıyor çocuk haline; doğuştan yaralı insan, geçmişin puslu haritasında bir kez dolaşmaya başladı mı o çok tuhaf coğrafyada karşılaştığı yüzüyle, onun ardında gizlenen sırlarıyla, her daim çatlağıyla tebessüm eden ihtiyar bir çay fincanı misali alışıp kurtulamadığı suçluluk duygusuyla halleşmeye çalıştıkça korkularını da çoğaltıyor aslında. Zordur hakikaten çok zordur ‘kimsesizliğin’ ülkesine geri dönmek.

Ben o anılar koleksiyonundan bu yazı için tek bir an seçtim sizin için. Doğduğum şehrin ıhlamur kokan tenha sokaklarındaki iki katlı bir evin loş odasında uyuma taklidi yapıyorum. Çürümüş nar rengi keten perdelerin arasından sızan ikindi güneşi bütün çocukların yüzünü şefkatle okşuyor. Tam o anda yeryüzünde kendisini benim gibi ‘kimsesiz’ hisseden kaç çocuk olduğunu düşünüyorum. Hepsini seviyorum çünkü gönderdiğim düşünce sinyalleriyle beni anlayacaklarından, şu koskoca dünyada durduk yerde mendiline kan tüküren ‘hayal kardeşim’ olacaklarından eminim. Hepimiz köşesinde isimimizin kırmızı bir iplikle işlendiği tebeşir, ekşimiş yoğurt kokan çarşaflara dolanmış çürük bir yalnızlıkla bozulmamış geleceğin rüyasını görüyoruz. Umutluyuz. Henüz insanın kendisini zehirleyen kimyasıyla tanışmamışız ama az çok seziyoruz.

Aramızdan bazıları büyük annesinin tülbentlere sinen mırıltılı dualarını özlüyor. Bazıları da asla onun istediği gibi sevemeyecek babasını. Sonra pencereden usulca içeriye süzülüp parkelerin üzerinde dolaşan ışık oyunlarıyla konuşuyoruz. Bazen kuklalar yapıyoruz onlardan. Dillerine bizi hayat boyu koruyacak olanların neşeli sohbetlerini iliştiriyoruz. O vakit kendimizi güvende hissediyoruz. Havanın tozları altın sarısı yağıyor üzerimize. Daha bilmiyoruz ki kaderin hazırladığı dikenli sürprizlerin ilerde bizi neye dönüştüreceğini. Okyanusun laciverdî sularında hayatta kalmak için mücadele verirken karşılaştığı bütün ‘renkli mahlûkları’ sevmeye çalışan ürkek bir balık misali, iyiliğe, kötülüğe, tutsak eden sevmelere, kırılmaya, özlemeye alışıyoruz. Sıradan alışkanlıklarımızdan gelecekte kurtulmaya çalışacağımızı hissediyoruz ama henüz insanın hakikati keşfetme yolunda ebedi bir varlık olacağını idrak edememişiz. Damlayarak biriken bıkkınlıklarla, arzu etmekten ürken, isyanı küçümseyen, insan olmanın ruhu sakat bırakan melankolisiyle nasıl buluşacağımıza dair hiçbir fikrimiz yok. Öylece durup, serin bahar rüzgârlarıyla tek günlük ömrü olan pembe kelebekler gibi çarşafımızın üzerinde uçuşan kiraz çiçeklerini seyre dalıyoruz. Hayat üzerine tırmanırken düşüp dizlerimizi kanattığımız badem ağaçları kadar şefkatli görünüyor...


Meşakkatli bir yolculuk...

Zihin haritamda kımıldayan sinyalleri yolladıklarımdan birisi gerçekten ilerde dostum oldu. Adı Figen. Biz birlikte büyümedik ama büyümek istememenin, zaten bunun mümkün olmadığı gerçeğinin hayatımızdaki karşılığını acı veren, durduk yerde meczuplar gibi kahkaha attıran tecrübeler edinecek kadar uzun, meşakkatli bir yolculuğa çıktık birlikte. İnsanın çocuk halini kuşluk vakti arkadaşının eline sessiz bir taş bırakır gibi anlatabildiği için sanırım, kitabımın içine kendisine çok benzeyen o sade cümleyi yazmış: “Büyümenin o dikenli yollarında...” Tek cümleyle hissettiğim çarpıntıyı sayfalar dolusu yazsam istediğim gibi ifade edemem muhtemelen ama acaba şöyle bir cümle fısıldasam kulağınıza beni anlar mısınız? Sahip olamayacağımızı bildiğimiz halde inatla arzulamaktan vazgeçmediğimiz, hayalini kurarak hayatın köklerine tutunduğumuz ne varsa bu hayatta belki de sadece onlardır ruhumuzu, geçmişi, geleceği sonsuz kılan.

Hikâyeye ismini veren Bitirgen, okunduğunda onu çok içerden anlayabilecekler için yazılmış bir kız çocuğunun günlüğü. Böyle bir defteri okuduğunuzda sadece hep bir yanı eksik kalmış hikâyelerle dolu çocukluğunuza değil sizi yaralayanlarınkine de dönüyorsunuz. Onları Tanrı’nın bize bağışladığı vicdan bilinciyle ancak böyle muhafaza edebileceğinizi biliyorsunuz çünkü. Bu doğal tepkinin güzel yanı sonradan edinilmiş bir bilgi olmaması bence. Gözleriniz kapayın, gördünüz mü sizi hırpalayanların çocuk yüzünü, dünyanın bütün çukurlarını kıskandıran gamzelerini, ışıltılı bakışlarını... İşte öyle oluyor.


Hüzünlü bir tebessüm...

Bu hikâyeyle yeni tanışacak olanlar onu bir ‘iç dökme’ kitabı zannederlerse fena halde yanılırlar. Zor olan sadece o halimizle yüzleşmek değil bunu edebiyatın diline samimiyetle tercüme edebilmektir. Bunun için cesur olmak yetmez. Keskin bir mizah algısını hayatla dalgasını geçiyormuş gibi görünen ama aslında karın boşluğunda jilet atan çiziklerini buluşturabilmek için sahici olmak lazım. Bence Bitirgen okuru tebessüm ettirirken derinden acıtan cümleleriyle bunu yapabildiği için özel bir kitap.

Eminim sizin de büyürken bir ‘Bülent Abiniz’, ‘Hülya Ablanız olmuştur’ ve muhtemelen yazarın çocukluğunuza üflediği sözcükler vaktiyle sizin de yürek boşluğunuzu delip sırtınızdan çıkmıştır: “Allah kahretsin ya ben neden seviyorum bu Bülent Abi’yi? Galiba Fırat Bey’in dediği gibi gerçek sevgi karşılıksız olandır, işte bunun için seviyorum ben Bülent Abi’yi. Ama Neşe evlenmek istediğine göre karşılık bekliyor, sevildiğini bilince de şımarıyor. Bak buraya yazıyorum; kimse benim gibi sevemez Bülent Abi’yi, hiç kimse! ” Bir düşünsenize, ‘kimse benim gibi sevemez onu’ hali nasıl da siniyor ruha; bu ıslak duygu, zihni tutsak eden bu sefil bilinç içimizde kök salıp, nasıl büyüyor. Sonra işte bir çocuğun günlüğünde karşımıza çıkıp yıllar evvel naftalin kokan sandığa kilitlediğiniz ‘yalnızlık’ hastalığını acımasızca hatırlatıyor. O vakit kendinizi olgunlaşmış meyvelerini kendiliğinden toprağa döken ihtiyar bir ağaç gibi hissediyorsunuz.


Senin Allah’ın kim?

Bitmek tükenmek bilmeyen hırpalayıcı bir merak ve iştahla hayatın bütün şifrelerini öğrenmek isteyen o kız günlüğüne soruyordu: “Peki beni ne zaman biri sevecek Allah’ım? Her şeyi Allah’a sorma dedi geçen gün Soner Abi. Kendi aklın yok mu dedi, ben de var, ama Allah daha büyük, sence de öyle değil mi, diye sorunca bizim Allah’ımız Lenin’dir dedi. O kim, diye sordum, sonra anlatırım, dedi. Meraktan çatladım. Eve gelince yukarı çıkmadan hemen Özkan Amca’ların kapısını çaldım; Özkan Amca senin Allah’ının adı ne, dedim? Bir sürü var, hangisini soruyorsun, dedi. Sinir oldum, yukarı çıktım, abimi görünce de sen niye hiç Lenin’e şükretmedin dedim ve tokadı yedim. Niye vuruyorsun ya deyince daha çok girişti, annem de kurtaramadı. İki gündür bu odadayım, hiç çıkmayacağım. Çıkar çıkmaz da Soner Abi’nin yanına gidip, onun yüzünden dayak yedim, kim lan bu Lenin, diye bir kez daha soracağım.”

Bitirgen’in isimsiz kahramanı, sadece çok sevmenin değil, yeterince sevilmemiş gibi hep biraz kırık hissetmenin neye benzediğini dünyanın başlangıcından beri bu duyguyu anlatan yazarlara inat çocuk zihninin insanı gıdıklayan kederiyle anlatıyor: “Seni ölmeden önce kuyuya mı atsam, ama babam bir daha dinamit atarsa sayfaların da havaya uçar, en iyisi seni dut ağacının altına gömmek. Böylece toprağın altında yeniden buluşuruz Bitirgenim. Üstümüze yağmur yağdığında birbirimize sarılırız. Yağmurla birlikte toprakta küçük pencereler açılır, göğe bakarız. Yokluğumda nasıl yaşıyorlar diye bizimkilere de bakarım... Hem orada soruyorlarmış ya, ne yaptın hayatta diye. Dayak yedim, ağladım, sonra da buraya mı geldim, diyeceğim. Böyle dersem, bir de orada yerim dayağı kesin. En iyisi önce yazar olayım, sonra ölürüm.”


İncecik bir bahar yağmuru...

Size biraz tuhaf gelebilir belki ama biz Figen’le hâlâ böyle konuşuyoruz. Büyümenin sıkıcı olduğuna yürekten inananlar tarikatına mensup olduğumuz, kabuk tutan acıları merhametle, yazıyla iyileştirebileceğimize olan inancımızdan belki birbirimize hiç eskimeyen acayip hikâyeler anlatıyoruz. Bazen de cümlelerin arasına itinayla yerleştirdiğimiz derin sessizliklere eşlik eden bakışlarla iyileştiriyoruz birbirimizi.

Ben bu yazıya başladığımda incecik bir bahar yağmuru ıslatıyordu kedileri. Kitabı karıştırınca Figen’in birlikte büyümeye direnirken kulağıma fısıldadığı sahici cümlelerden birisini buldum: “Dışarıda sicim gibi yağmur yağıyor (yağmura annem sicim diyor) buz gibi misafir odasının penceresinden dışarıya bakıyorum. Bugün okula gitmedim, hastayım, diye yalan uydurdum. İnsanlar yağmur yağarken niye koşuyor anlamıyorum; geçen gün televizyonda dediler, koşunca insan daha çok ıslanırmış. Kimse o gün televizyon, seyretmedi mi acaba? ”

Kitabı kapatıp sokakta yüksek sesle konuşan bir meczup misali içten, yanık bir kahkaha salıveriyorum çalışma odamın içine. Çünkü ben hâlâ insanların yağmur yağarken neden koştuğunu anlamıyorum. O anda hemen Figen’i aramak istiyorum ama sonra duruyorum. Tavanın çatlaklarına bakıp oyuncakçı dükkânından bir hatıra daha seçiyorum kendime. Saçlarını tararken bu kızın nasıl büyüyemeyeceğini tasavvur etmeye çalışıyorum. Yazarın kendisine sordum, evet bu hikâyenin bir devamı varmış. Kırık dökük bir aşk hikâyesi konuştuğumuz gün, adanın tepesindeki mimoza ağaçlarının dibinde “Bir yanımızı sakat bırakan bu hikâyeler bitmeyecek mi” demiştik birbirimize. Kafamız mı iyiydi, saf mıydık, neydik hatırlamıyorum. Gerçekten hiç bitmedi. Yazıldıkça onlara sahip çıkanların şefkatiyle çoğalıp kâinatın sonsuzluğunda kuyruğu kopuk uçurtmalar gibi öylece salınıyorlar.

Bitirgen, Figen Şakacı, Everest Yayınları

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:05:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan