Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün(farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?) Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..
Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam..Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..
Anlatacaklarının kayda değer bir tarafı yok. Bunu en iyi bilen sensin. Hayatının da kayda geçmemesini istiyorsun aslında, başından beri talep ettiğin sıradanlık böyle bir şey demek zaten. Ama artık sana ait olmayan hayat ontolojik kaygılarla beraber hiç alışık olmadığın bir hesaplaşmanın merkezine soktu seni. Bütün olup bitenden sonra değişmeyen tek şey ölümden bile korkmayacak kadar yalnız olduğun gerçeği. Ama modülleriyle oynanmış bir yalnızlık bu. Saflığını yitirmiş, kullanılmış.. Uzun süre vakit geçirildikten sonra yenisi alınınca sahibi tarafından bir köşeye atılıp unutulmaya terk edilmiş, yıpranmış bir oyuncak gibisin. Artık çıkartıldığın jelatinin içine de geri giremezsin. Kullanılmış yalnızlık, yıpratılmış ruh, unutulmuş beden.. Oysa en büyük lüksün yalnızlığındı senin, 'tercih edilmiş yalnızlık' olası her tür yıpranmaya karşı geliştirdiğin bir zırh, ustalıkla kullandığın bir savunma mekanizmasıydı. Ama bu ustalık bile kurtaramadı seni. Bütün alışkanlıkların değişti, değerlerin ters yüz oldu. Üstelik olup biten hiçbir şey için kendinden başka kimseyi suçlayamadın. Hesaplaşmalarını ve iç çekişlerini Promotheus gibi sırtında taşımaya mahkum edildin. Bütün kabahat senindi, sana öyle öğretildi. Yapılmaması gerekenleri yapan, söylenmemesi gerekenleri söyleyen, olunmaması gereken yerlerde olan, duyulmaması gereken şeyleri duyan, alınmaması gereken şeyleri alan ve alınılmaması gereken şeylere alınan hep sendin. İkinci İsa oldun neredeyse. O Adem'in yasak elmayı yemesiyle başlayan ve kendisinden önce işlenen bütün günahların bedelini çarmıhta ödemişti. Sen de farkında olmadan metafizik bir çarmıha çakılı buluverdin kendini. Ve kalan hikayen o soyut çarmıhta kendinle hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.. Söylediğim gibi, bütün bunlar yavaş yavaş oldu. Farketmedin. Farkettiğinde de çok geç kalmıştın, ne yeni bir savunma mekanizması üretecek becerin, ne de olup bitene karşı koyacak gücün kalmıştı..
Farkında olmadığın ve alıştığın her şeyi taklit eden bir tür mucize gibi süsledi hayatını. Beğendiğin kitapları yutarcasına okuyor, şımardığında annen kadar şefkatli davranıyor, konuşmak istiyorsan coşkuyla konuşuyor, susmak istediğinde odanın duvarları kadar sessiz olabiliyordu. Eğer istersen, o an neye, kime ihtiyaç duyuyorsan o oluyordu. Arkadaşın oluyordu, sevgilin, öğretmenin, annen.. İçine girdiği kabın şeklini alan su gibiydi. O kadar güzel herkes olabiliyordu ki, onun yanında başka hiç kimseye ihtiyaç duymuyordun. Hatta neredeyse bebekliğinden beri yanında olan hayali arkadaşına bile sırt çevimiş, hiç olmamış gibi davranmaya başlamıştın. Birgün senin içtiğin sigaradan içmeye başladığını farkettin Oysa daha önce saçma sapan kırmızı paketli bir sigara içiyordu, biliyordun. Ama öyle bir -sigaraya başladığı günden beri senin sigarandan içermiş- havası veriyordu ki kendine, bunu bile yadırgamadın. Bir organın, vücudunun bir uzantısı gibi oluvermişti. Yavaş yavaş ruhunu ele geçirirken bir taraftan da ruhunun asıl sahibi oymuş zannettiriyordu sana. Tek parça, onun yanındayken akmayan, hiçbir değişikliğin olmadığı, dünyanın en tuhaf tutsaklığının, tercih edilmiş yalnızlığa eklemlenmiş paralel bir zaman tutsaklığın tam ortasındaydın...
yumuşakbaşlı rüzgarların kanatlarında bir yer bul bana
suyun ışıltılı sesleri aksın bir yanımızdan,
bir yanımızı defneler sarsın...
demir kollarının yumuşaklığında uyanayım sabahları
zeytin ağacının gözlerinde büyürken bir çekirdek
Sakin, dingin, hareketsiz.
Bu şiir ile ilgili 1 tane yorum bulunmakta