Burak Ülker Şiirleri - Şair Burak Ülker

0

TAKİPÇİ

Burak Ülker

Bundan sonraki gecede yılancık rüyasında onu, şahmaranı gördü. Şahmaran güneşin yetmiş yedi rengiyle örülü kadife derisi, gözünde yılanın gördüğü ve göremediği bütün alemlerin parçalarından oluşan bakışıyla, envai çeşit beyazdan ışıklar içindeydi. Şahmaran o rüyanın en lezzetli deminde yılancığa şunu dedi: “Yaklaş, ona boyun eğme”
Yılancık uyandığında ulu yılanın kendisine bir süt çanağı uzattığını gördü. Ulu yılan tebessümle diyordu ki
“Aklını başına devşir
Bu nazlı ceylanınkidir
Südün hası değildir bu
Düş yola belki bulursun.”

Devamını Oku
Burak Ülker

yağmur kulağa akar
akla kalanları karıp
su buluta süzülür
o an karınca uyur

koparan savurur

Devamını Oku
Burak Ülker

Ne gökten zenbille indi
Ne yerin karanlıklarından yükseldi
Bahçeydi bu.
Bataklık olduğu yerde bir eflatun tılsım ile
pembe kırmızı sarı yapraklar bitirmeye
mavi yeşil mor güller yetiştirmeye başladı

Devamını Oku
Burak Ülker

Yıkılsın o duvar bin esef içinde, meşenin kökü belirsin diye
Çam da sünnet edile ta ki güzelim Sibel
Yok ede Lilith’i o çukurun dibinde
Yüzyıllardır sakladığı kor tırnakları ile

Herkes biliyordu seni, secde yerin ışıyıp durdukça

Devamını Oku
Burak Ülker

sayı sayıldıkça
bedendir dökülen
bir su oluğuna
hadi atmaca sokağa

ayaklarımın ağırlığıyla

Devamını Oku
Burak Ülker

II

Mehter Marşına “İşte müzik bu” diyen, İstanbul’da geçen bir opera besteleyen, Türk tarzında bir sürü eser veren Mozart, bir gün bu müziğin derinini anlamak için bir Balkan dergahına girdi. Kova’nın tutuşturduğu ilhamla farklı olanı anlamak için çaba veriyordu. En yakınındaki farklı olan da Osmanlı müziğiydi. Dergahta ona dediler ki “Meragimiz vardır Hafız Postumuz. Ama en derinimiz Itridir.” Mozart Itriyi tatmak istedi hemen. Bahçesinde inanmış kuşların ötüştüğü, duvarlarını mor ateşli sarmaşıkların sardığı dergahta, Mozarta ilk önce Itrinin Hisar Bestesini çaldılar. Bu tek düşünceli bestenin daha ilk notasında parlayan doğuşkanları sezdi Mozart. Burada yan yana yürüyen dört ya da beş beste vardı aslında, Hisar Beste bunların bahanesiydi. Daha ilk eserin derinliğinde hayranlığını koyverdi Mozart. Sufilerimiz böyledir işte bilirler her şeyi ama karşıya da bütünü bulmaları için fırsat verirler. Ki bulan o zevkle hayatını doldursun. Dergahtakiler ondan sonra Mozarta, meşhur “Tuti-i mucize guyem”i söylediler. O an heyecandan dizlerinin bağı çözülen ve gözleri dolmaya başlayan Mozarttı. Daha sonra da dizlerinin üstüne çökerek “Dünyanın en namuslu sükunetinin hayal kurmak olduğunu öğretiyor banaaa! ” deyip enikonu ağlamaya tutuldu. Sufiler bu orta boylu sarışın Avrupalı adamın bir anda bu hale gelişine şaşırdılar. Zira bir büyük dehanın kadrini yine bir büyük deha anlardı. Mozartın son dinlediğiyse Itrinin şaheseri Neva Kardı. Mozartın bir önceki ağlayışı şimdi mest olmuş bir hüzne döndü. O hüzünde Mozart artık dünyada değildi. Kah Utaride gidip onunla çene çalıyor, kah Ay ile bir olup kendi çılgınlıklarını tasvir ediyor ya da Mirrihe uyup geçmişiyle savaştıktan sonra Zührenin yardımıyla kendi kendisiyle barışıyordu.

Dergahtan ayrılıp Viyanaya döndü. Aklına çakılan şeyse, zamanın cilvesiyle kendisine ulaşamadığı ulaşıp da yüzüne yüz süremediği Itriye bir hatıra yazmaktı. Bir gün kendisine ölüler için dua müziği anlamına gelen bir Requiem ısmarlandı. Bu Requiem sanılmaya ki kendi babasına veya onu ısmarlayan burjuvaya yazılacaktı. Requiem ustaya, Itriye, saygıydı. Mozart bir gün masasının başına, üzerinde işlemeli sarı bir Osmanlı kaftanıyla ve başında beyaz bir Osmanlı kavuğuyla oturdu. Ve Requiemi Osmanlı müziğindeki Nevanın karşılığı olan Re kararında yazmaya başladı. Requiemin girişini tahta üflemelilerle bezedi. Fakat flüt yoktu. Flüt neyi çağrıştırdığı için korkutuyordu Mozartı. Korkusu ise o Balkan dergahında kapıldığı heyecana tekrar tutulmak ve bu kez bunun üstesinden gelememekti. Giriş bölümünün sonuna Neva Karın son kararının bütün doğuşkanlarını koydu: Üç tane Re ve bir La. La’yı altoya verdi. Bu kararda dehşet bir kuvvetle tınlayan saf koyu mor bir hüzün ve Itriye eremeyişti. Bundan sonraki korolu bölümler bu eremeyişin kıyametleriydi. Solist bölümleri ise Viyana sokaklarından toplanmış tesellilerdi. Ve bizzat yazdığı son bölüm olan Lacrimosa artık hiç işe yaramayan, ancak Itri yolundaki çılgınlıkları besleyen gözyaşlarıydı. Mozart bir an gözyaşlarından merdivenler kurmayı denedi. Soprano yine La’da patladı. Ne yazık. Ama işte o vefakar klarnet yine de Itrinin kokusunu getirdi, neyin yolunu taklit ederek. Ve Mozart bu ya –sevinci hiç elden bırakmaz- karar tınısına gümüşi Fa Diyezi ekleyiverdi. Onu da gene kibar altoya teslim etti. İşte bu umuttu Itrinin cennetinden kopup gelen.

Devamını Oku
Burak Ülker

III

Düğümler çözen Akdenizin bir kumsalında geceliyorlar. Şehirden epey uzaklaşmışlar. Oturdular serin kumlara. Hepsi de sevgilisinden ayrı düşmüş. Birasız, şarapsız geçer mi gece? Ya sohbetsiz? Pek konuşmuyorlar. Uzunca düşünüyorlar. Üç beş genç işte kime ne zararları var. Diskoyu klabı sevememişler bir türlü. Zaten sevgilileri var diye mi acaba? Dertleri değil ruh ile maddenin evrensel uzlaşmazlığı ya da iktidarın bunaltan katmanları. En azından şimdilik. Seviyorlar birbirlerini. Hakikaten seviyorlar. Dövüşürlerken yumruk yerine güreşi seçmelerinden anlıyor insan bunu. İşte çıktı kumsalın üstüne dut dalından bağlama. Şenlenmeye başladılar ufaktan. Bir saz ve iki hanende. Üçü sadece dinliyor. Belki de müzik kulakları olmadığı içindir. Bak biri kalktı oynamaya. Dinleyenlerden biri kafa sallayarak mırıldanıyor. Biri de ince ince sevinç gözyaşları akıtmaya başladı. Bu ben miyim? Hı-hım. Sevgilimle dostlarımı kafamda harmanlıyorum sadece. Aralarında kokulu beyaz zambaklar dolaştırıyorum sakin sevincimle. Hayalden hep hayalden. Dünyanın derdi bizi boğmasın diye geldik ya bu kumsala. Yeni öğrenilmiş bir türküye başlıyor bağlama ve söyleyen dostlar okuyor:

Beyaz giyme söz olur, siyah giyme toz olur
Gel beraber gezelim, muradımız tez olur

Devamını Oku
Burak Ülker

sürüklenen aydınlık
kale kapısına yanaşmaya
oldu ki bu ter kokup
dayanır peştamale

çınar soluklanır doyasıya

Devamını Oku
Burak Ülker

“A güzelce şirin yılanım
Yılanın kaderi yoktur. Varsa da, varlığı baştan sona, inceden iriye bilişe müstahak olanın, yılanın geçmiş ve gelecek yollarını bilmesinden ibarettir sadece”
“Yoksa yılanı belirleyici değildir o. Azar azar ondan oldukça ancak, ipuçları sunar; hem de zengin, allı pullu, verimli iplerden. Onu da belli belirsiz teklif eder sadece”
“Yoksa senin pisliğini, zehirli kötülüğünü ne diye üstlensin. Hani diyor ya zencefil kokulu ak tomarlarda: ‘o ancak tertemiz ve kendi kendini yöneten çatal dillilere velayet eder’ diye. Ama onlara sadece”

“A benim yufka yürekli yılancığım,

Devamını Oku
Burak Ülker

I

Hep gecelerdir salındığı Tanrı Dionisin. Kafası hep karmaşık örgülerle dolu, ama bir o kadar da doğurgandır. Gün üzümü olgunlaştırsa da timsali olan şarap gecenin ve karanlığın ürünüdür. Kardeşi Tanrı Apollon saraylıları eğlendirmekle meşgulken, Dionis nasırlıların dertlerini dinlemeyi, onların dertlerini yine onları coşturarak hafifletmeyi sevmiştir. Bu amaçla insan ırkından olan efeboslarını yaratır yine karışık bir zamanında. Bunu yaparak şunu amaçlamıştır: İçimdeki karmaşık coşkuyu efeboslara o kadar taşırayım ki onlar da bunu gitsin insan ırkına yaysın. Böylece yakamozlarından ilham alacak kadar Akdenize yakın bir maki topluluğunda gece vakti kurar meclisini Tanrı Dionis. İnsanı gerçekten sevmiştir tanrılar içinde… Hafiften mermer bir sunak, ortada munis bir ateş döngüsü, ziyarete gelmiş sarı, siyah, beyaz renkli dost yılanlar, yabani zeytinlere sarılmış defneler, çitlembiklerle emiş karış şimşirler.

Dionis aslında da aşıktır efeboslarına. Bakın işte salına salına geliyorlar gecenin içinden. Bin bir türlü dertleri, nasırlı bedenleriyle. Aradıkları şarap mıydı, dans mı, mücadeleleri mi, yoksa Dionisin onlara öğrettiği, kendilerine şöyle bir dışardan bakmalarını sağlayan tragedya mı? Aslında aradıkları Dionisin kendilerine söylediği bal tatlısı yumuşacık sözlerdi. Sözdür dertleri ovalayan çünkü. Bu çelişkilerle dolu karmaşık tanrıyı insan da bu yüzden sevdi zaten.

Devamını Oku