Her defasında ‘Bundan daha sahi bir veda olmaz.’ diyerek vedalaştığımız odada, bir kere daha –bu kez bir dahaki seferi olmayacak, en sahici vedanın eşiğindeyim. Ben buradayım, masa, sandalye, saksıdaki çiçekler, duvardaki çerçeveler, raftaki kitaplar, kitaplardaki altı çizili cümleler, köşede öylece sefil sefil duran ve yanmayan tuz lambası, aha işte tam 18.09’da seni aradığım ve açmayacağını-açamayacağını bildiğim telefon, sigara, çakmak, külleri ortalığa saçılmış küllük ve diğerleri… Diğerleri diyip geçme ha! Şu yerde duran soba, camın hemen önündeki incir ağacının tomurcuk veren dalları, masanın üstünde –kimin içtiği belli olmayan cam çay bardakları, tütsü mütsü , yüzüne gelip de güzelliğini görüp kıskanmasın diye güneşi engellendiğim perdenin yarı açık yarı kapalı hali bile yeter; diğerleri diyip geçmemeye. Boş ve sağa sola dağılmış koltuklar, dün (bugün yeriz diye) toplantı odasından arakladığım ve birinin üstünde ‘Thanks’ diğerinde ‘I love you’ yazan Neslihan’ın gereksiz hassasiyetinden yadigâr iki çikolata, ilk okuduğumda beynimi benden alıp giden ve bilmem kimin sözü olan ‘Ne korkunç bir başına düşünmek şimdi seni, daha da korkuncu bir başına değilsen oysa!” yazılı küçük nottaki –ayrı olması gerekirken, bitişik yazdığım ‘da’ bile dahil bu kalabalığa.
Bu; vedaların, vedalarımızın en sahicisi. Bu; kendinden sonra bir kere daha kurulamayacak kadar sahi bir cümle. Defalarca vedalaştık seninle. Bu odada, senin odanda, yolda, parkta, bahçede, sokakata, börtüde, böcekte, uykuda, rüyada, düşte, hayalde, gerçekte, her mevsimde, günün her vaktinde ‘bundan daha sahi bir veda olmaz.! Diyerek veya demeyerek sahici vedalaşmalarımız oldu seninle. Fakat bu, sahici değil… Sahi!
Binlerce sen var burada, Hepsiyle tek tek vedalaşamam; çok fazlalar! Sen de yoksun, kim yardım edecek bana, bunca senle vedalaşırken? Yapamam bunu, baş edemem, bitiremem, yetiştiremem Salı gününe kadar!
Yarım simit bölüştüğümüz masadan başlasam vedalaşmaya önünde diz çöküp ağladığım, ayaklarına sarılıp öperken gözyaşı döktüğüm koltuğunun hatırı kalmaz mı? Pencereyle ayrı, oturup pencerenin dışında seyrettiğimiz kimi zaman kar kimi zaman yağmur kimi zaman güneşle ayrı ayrı vedalaşsam bile perdenin arasında sakladığım saçının teline, duvardaki saçının izine, eline, yüzüne, gözüne nasıl yetişeyim; Salı gününe kadar? Elini üstünden çektin çekeli bir arpa boyu büyümeyen bonzaiyle tartıştık biraz evvel. Yanaşmadı şerefsiz, vedalaşmaya! Uzatmadı elini, defol git dedi ‘Defol git önce şu dolapta aylardır bekleyen, küf tutan fakat üzerinde dudak izleri olan karton fincanlarla vedalaş!’ dedi! Kokun geldi burnuma. Şu an, tam şu anda kokun geldi burnuma. 18.38’ de aradım seni yine ve yine biliyordum açmayacağını… Kokun geldi burnuma, tam şu anda. Ne zaman diye sorma, dedim ya!
Valinin geldiğini senden duydum, sen de ‘Valinin boşuna gelmediğini’ benden duy. Bizim içemediğimiz bir kahvemiz ve bu kahveyi içebilmek için yalnızca son bir günümüz olduğunu maalesef ki benden duy.
Ah eller üstünde çiçekler içinde
Dudağında yarım bir sevda hüznü
Aslan gibi göğsü türküler içinde
Rastlardım avluda hep volta atarken
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta