BU ŞEHİR HASRET GÜLÜM
Bu şehir hasret gülüm
Herkese gurbet gülüm
Kardeş rakip kardeşe
Kollanır fırsat gülüm
Ölüler gelmiş geri
Sanırsın mahşer yeri
Varlık verir emiri
Böyle rezalet gülüm
Bir hengâme bir yarış
Herkes koşar pür telaş
Korku kuşku bir dalaş
Sevdaya zahmet gülüm
Yıldız mı var ay mı var
Bilmeyiz nerden doğar
Aslan sürüye uyar
İnsana ibret gülüm
Gönül ister dağları
Işkın açmış bağları
Kıramıyom ağları
Çekeriz hasret gülüm
Rol gereği gülüşler
Kâbusa döner düşler
Zorla geliş gidişler
Gözlerde nefret gülüm
Bir yozlaşma hiçlik
Doymak bilmez bir açlık
Savrulup gider gençlik
Çekmez bu kanat gülüm
Kurt salınmış yazıya
Bakmaz kimdir kuzuya
Gemi almış azıya
Zalimde kudret gülüm
Herkes kollar ardını
Anlatamaz derdini
Kendi yapar kurdunu
Bu gidiş berbat gülüm
Yüzlere konmuş hüzün
Bakışlar derki güzüm
Hani gözdeki üzüm
Dersin ki hayret gülüm
Bir kere kaçmış ucu
Dolaşmış yârin saçı
Bilmem ki kimin suçu
Sevda ihanet gülüm
Gerçek değil rüyanız
Sizin olsun riyanız
Işıltılı dünyanız
Gidersem affet gülüm
Bahar yok açsın lale
Mecnun yok sevsin Leyla
Sevgi yok gülsün dünya
Sevdanı beklet gülüm
Mahmut NAZİK 01.06.2003 MERSİN
Mahmut NazikKayıt Tarihi : 19.8.2008 19:02:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
BU HİKAYE ÖYLE SICACIK ODADA HAYAL ÜRÜNÜ DEĞİLDİR GERÇEKĞİN TA KENDİSİDİR. Yıl 2003, Aralık ayındayız. Galiba son günleriydi. Hastahaneye bir hasta ziyaretine gitmişim. Bir öğrenci velim takıldı gözüme. Ama nedense beni görmezden geldi ve kaçar gibi iki büklüm,arka bahçeye doğru uzaklaştı. Evde inşaat vardı. Usta gerekti. Birde öğrencimin son günlerde performansı düştü. Hem öğrenci hakkında konuşuruz hem de işi yoksa çalışır diye ardından gittim. Bir de ne göreyüm; usta bir banka oturmuş, o koca adam hüngür hüngür ağlıyordu. Üstümden soğuk terler boşandı. -Geçmiş olsun usta, ne oldu, çocuklara bir şey mi oldu, diye sordum. -Yok hocam, çocuklar iyi çok şükür.'' dedi. -Yenge hanım mı hasta? -O da iyi hocam, hastam yok, sinirlerim bozuldu sadece.'' Bir seksen boyunda, bıyıklarından adam assan asılır, o kara yağız delikanlı gitmiş; yerine çöpe atılmış kese kağıdı gibi birisi gelmişti. Buram buram ter içindeydi. -Usta, derdini söylemeyen derman bulamaz; hem dertler paylaştıkça azalır derler,söyle hele sen sinirlerini bozan şey ne? Bak hastahane bahçesindeyiz üstelik, istersen bir pspkoloğa görün. -Hocam üstüme varma, benim psikologluk bir işim yok hem..... Söylenecek zaman değildi ama konuyu değiştirmek, hem de anlatacaklarına bir başlangıç olsun diye: -Yarın boş musun usta, benim bir iki haftalık bir iş var; evin üstüne kırma çatı yapılacak, dedim. Ustanın birden yüzü açıldı. O kadar belliydi ki, hani gökte bir bulut geçer güneşin ününden; önünüzdeki topraktan görürüsünüz bulutun geçişini; hani soğuk bir kış günü dışardan gelip çıtır çıtır yanan sobbanın başına gelince, mosmor kesilen ellerinizi sobaya uzatırsınız, ellerinizin yavaş yavaş kızarıp, pembeleştiğini izlersiniz. İşte öyle belirgindi ustadaki değişim. Gözünüz bakarken, bıyıklarının, ağzının şekli, renginin nasıl değiştiğini izleyebiliyordunuz. Gözlerinden siyim siyim yaş süzülmeye başladı. Ama üzülmüyorsunuz bu yaşlara. Hissediyorsunuz ki bu yaşların kokusu başka. Gurbet yolu bekleyen annenin, doktor bekleyen ağır bir hastanın mutlu bir haberi almışlığının tadı, rengi var bu yaşta, bu yüzde. Neden olduğunu bilmezsiniz ama sarılıp beraber ağlamak gelir içiniziden... -Ustam, ben eve gidiyorum istersen sen de gel. -Tamam hocam, geliyorum; ben de eve gidecektim zaten.'' Yolda: -Yahu usta sende bir hal var; Allah aşkına ne oldu, Tabi sen bilirsin, istemezsen de anlatma. -Hoca, seni var ya Allah gönderdi bu gün. Hızır diye bir şey varsa O, sen olmalısın her hal. '' -Hayırdır yahu, haşa ne hızırı, ben olsam olsam hınzır olabilirim. -Tam yedi aydır işsizim hocam, birgün olsun iş bulup da çalışamadım. Geceleri herkes yatınca mahallenin çöpünü karıştırıyorum. Borç alabileceğim kimse kalmadı. Yengem beni evden kovdu. Bizim mahalleyi bilirsin kibirlerinden yanlarına bile varılmıyor. Burunları ekin iti gibi, selam versen bile almıyorlar. Geçenlerde bir komşu geldi; benim çatma,villalarının; çocuklarım da kendilerinin göz estetiklerini bozuyormuş. Gitmeliymişim mahalleden. Madem yaptıracak param yokmuş niye almışım ki, işte öyle dedi. Bu gece yağmur yağdı çöplerde de bir şey yoktu. Yağmur bütün ekmek artıklarını berbat etmişti. Sabah kalktım çocuklar aç. Ne un, ne bulgur, bizim evi fareler bile terk etti. Hanım bir gün temizliğe gitti, şerefsiz adam sarkıntılık etmeye kalkmış. Namazı bile terk ettim Allah'a isyanımdan. Canıma tak ettmişti artık,. Bu sabah hastahanenin önünde niye dolaşıyordum biliyor musun? '' -Anladım, dedim.. -Bakalım anlamış mısın. Birilerini soyacaktım. Seni görünce oğlumu düşündüm, oğlumun öğretmeniydin, utandım, yer delinse içine girecektim. Beş dakika daha gelmeseydin, kendimi öldürebilirdim...........'' Usta şimdi Kıbrıs'ta çalışıyor. Rum kesimi daha iyi para veriyormuş.'Türkiyedeki yevmiyenin yedi katı alıyorum hocam.' diyor. Ama herkesi geçirmiyorlarmış. Oğlu, ilköğretimi bitirdi, anadolu lisesini kazandı. Dersane felan görmeden hem de. Bu son parağrafı yazmamalıydım ama yinede sizleri üzmek istemedim. Trenden mutlu inin dedim hani.Yalnız bu olay uydurma felan değil, gerçek. Yolunuz, Mersin, Çağdaşkent mahallesine düşerse; 68 ler Ormanı'nın batı yakasında; villaların doğu kıyısında; üstü çinko olduğu için ağustos sıcağının kavurduğu, kış soğuklarının içeriye olduğu gibi vurduğu sığıntı gibi bir '' yuva! '' göreceksiniz. İşte o 'ev' ustamın evidir.. Ola ki önünde konuşurken ağlamaklı, utangaç, esmer bir anne ile, civciv gibi yeri eşeleyen iki çocuk olabilir. Sizi içeri buyur etmemişse, sizden utanmış, veya rahatsız bir görünümü varsa alınmayın. Yabaniliğinden değil, aldığı terbiyenin gereğidir. Bu yazdığımı usta bilse, eminim ki yolumu keser. O kadar da onurlu, bir okadar gururlu... Aklım erdi ereli, bizim seçilmişler: Ülkeyi nerdeen nereye getirdiklerini, sabi sübyan hakkı, çakıltaşı edebiyatı dinlerim. Ceviz içi kadar aklın olmayacak da inanacaksın.... Demekki Ankaradan öyle görünüyor. Bir şey daha: Sahi, bunları kim seçiyor? * * * İlk kış ayının, bir cuma günüydü. Bu olaydan epey önce. çocukları paydos etmişim. Dışarı çıktım. Çocuklar kapıda birikmiş; kimi dönüyor, kimi bağırıyor. Ne oluyor diyerek yanlarına vardım. Ne göreyim; Mustafa ortada, çocuklar etrafında dört dönüyor. Kimi, sanki recim taşına tutulmuş günahkar kadınmış gibi Mustfa'ya yaklaşıp vurup kaçıyor; kimi acayip sesler çıkararak alay ediyor. Mustafa da tavuk gibi pısmış, ne ağlıyor, ne gülüyor. Bir acayip halde. Ortada öyle kala kalmış. Önce bir oyun mu dedim. O sırada ikinci sınıftaki kız kardeşi birden abisinin üzerine atladı, ağlamaya başladı. İki çocuk kucak kucağa öyle bir sarılışları vardı ki... Hele Mustafa; nın kız kardeşine bakışını görmeliydiniz.. Mahçubiyet, küçük düşme, suç üstülük, yer delinse de içine girsem durumu; nasıl anlatmalı bilmem ki: Bu acıyı mustfa'dan başka kim bilebilir.. -Ne var Aslı burada, ne oluyor, dedim. Aslı ağlamaklı; -Öğretmenim Mustafanın ayakkabısına baksana! '. -Ne var ki? Aslı yaşına göre oldukça iri yarı bir kız çocuğu. Boyu kadar da mantıklı, duygusal, espirili. Bir gün sınıfa muz getirmişti. Diğer çocuklar imrenmesin diye şaka yollu: -Aslı bak, bir daha muzunu evde ye. Bak ağzımın suyu aktı. Ya da bize de getir, dediğimde: -Öğretmenim, bu muz hormonlu, adamı kısır ediyormuş. Ben yemiyorum, Yesin de nesli tükensin diye, Bahri için getirdim, diye espiri yapmıştı... Aslı belli ki çok etkilenmiş olacak, kızgın ve ağlamaklı bir sesle: -Öğretmenin zavallının ayakkabısı yırtık, Bahri ve diğer arkadaşları da onunla alay ediyor. Gör Müyor musun! Bir de ne göreyim, ayakkabısı.Tabanı sayasından ayrılmış, altıyla üstü kaçıp gitmesin diye kestelle -keçi kılından yapılan ince ip- birkaç yerinden boğularak bağlanmış. Biz de giydik, ayak yalın da gezdik ama alay konusu olmadık hiç. Çünki köyde birimizin ayağı yalınsa diğerimizin sırtı çıplaktı. Biz soğukta titrerken, komşumuz yübin dolarlık arabaya binmiyor, bizimle alay etmiyordu ki. Mustafa beni gördü. Öyle bir bakış fırlattı ki, sanırım hayatım boyunca o bakışı unutamayacağım. Yıkılmışın, kırılmışın, isyanın, kinin, horlanmışın, resmi; kentin yozlaşmışlığının, yalnızlığın adı; uçuruma yuvarlanan ülkemin, belkide insanlığın çığlığıydı sanki. Daha önce de çok şahit olmuştum, bu tür olaylara. Mustafayı çekip aldım ellerinden, Bazen çocuklar o kadar acımasız oluyor ki, şaşar kalırsın. En acımasız da başarısız, horlanmış, ailesince takdir görmemişçocuklar ya da anne baba ihanetini yaşamış çocuklar oluyor. Birinin açığını yakalamak için fırsat kollarlar. İşte Bahri de böyle bir çocuk. Müthiş bir futbol yeteneği, spor yeteneği var. Ancak bildiğiniz gibi annelerin babaların gözünde Matemetiği beş olandır zeki çocuk.. İşte Bahri de öyle bir çocuk. Annesi bütün dersleri beş olsun diye nerdeyse onun yerine sınava girecek ama ne yapsın Bahri, Tanrı ona hareket et, durma, koş demiş.. Neyse, özellikle en çok taşkınlık eden de Bahri'ydi, Sanki bir krize tutulmuştu. Bir türlü durdurmak mümkün değil. Kucağımdaki çocuğun ayakkabısını çıkarıp, bayrak diye asacak.. O anda ben de yitirdim endazemi. Çünki Mustafa'nın düştüğü durumu, o duyguyu çok iyi bilirim. Şehirde okurken; köylüyüz, yoksuluz diye kılığımıza bakıp paramızla tatlı bile alamamıştık. Oysa ilk defa tulumba tatlısı yemenin hayalini kuruyordum. Paramparça etişmlerdi çocuk hayallerimi. Ne zaman bir tatlıcı görsem, yüreğimde ince bir sızı duyarım. Sanki incecik bir dikiş iğnesi batırırlar yüreğine. Ne zaman böyle bir olayla karşılaşsam, o tatlıcı amca gelir gözümün önüne. Zangır zangır titrerim. Kim ki, bir sokak çocuğuna yanlış davrandı, sanki çocuğuma yapılmış gibi yüreğime batar ta o eski küflü iğne. Sanki orada bir yerde ipi düğümlü bir şekilde asılı durur hep. İşte böyle bir durumda, sanki o iğneyi çekmişler de ipinin düğümü bir parça etile birlikte yüreğimden çıkmış gibi olurum. Ama insanı acı olgunlaştırırmış, bir de sevda derler. 'İyi ki yaşamışım.' derim bazen, yoksul çocukları, sorunlu çocukları anlamama çok yardımcı da oluyor. Ancak öyle varlıklarıyla şımartılmış çocuklar içinde iyi olmuyor hani. Hele çalıp çırpayla zengin olmuşların havasına asla dayanamam. Yüzüne olmasa da içimden mutlaka küfretmek gelir. Yahu eskiden namussuzlara küfretmek ayıp felan değildi. Hele bir adam yüz kızartıcı suç işlemişse yüzü kızarırdı. Onu komşu sözüyle bakışıyla adamı sokağa çıkamaz ederlerdi. Ya şimdi onlar suç işler biz susar, biz pısarız; bizim yüzümüz kızarır onların yerine.. Bir de şu kentlerde çocukları sevdiğinden, insan sevgisiyle yanıp tutuştuğundan değil de yapacak bir işi olmadığından, konken partilerinde, köpekleri koruma derneğinden bir arkadaşı: 'A,yol bu gün İngiltereden onbin dolara getirttiğim buldokumu aldım' 'bu gün dernete sokak köpeği aradım. Bir de ne görüyüm: Bir sokak çocuğu bir kanişi kucaklamış çöpten bulduğu ekmeklerden vermez mi? Gel de dayan dayanabilirsen can cazım. Saldım buldokumu üzerine..... Üzüldün mü buldokum' Adını bilmiyorum, Bizim buralarda köpeğe karabaş, çopur, akdiş, çirkin, yalaka, yılışık gibi adlar verirler. Hele köpeğe dokunanın evine alanın yemeğini bile yemezler. Köpeklerini elleriyle okşamazlar. Ölünce de mezar felen kazıp pek ağlayana rastlamadım. Dağa götürüp bırakırlar, orada kurda kuşa yem olur. Bu köpeği sevmediklerinden değil. Bir çobanın, köpeğini alacağına canını al. Köpek olduğunu bilsin diye herhalde. Hatta birine köpek gibi hizmet edenleri, köpekçe sadık olanları, patronu, ağası için kavga edenleri de sevmezler.. köpeklik bir azar, aşağılama sözcüğüdür öyleleri için. Şimdi onun güzel bayanımıza durmadan kuyruk sallayan köpeğine ‘Yılışık’ gibi bir ad uydursam; ya da sahibi sosyete bayanın ayağıda, dizinde doyuma ulaşan köpeğine 'sapık' diye bir ad koysam belki 'köylü! ' kaçabilir, sevgili bayanımız üzülür, 'Sevgilim benim! ' dediğinde; Arkadaşı: '' Bravo sevgilim; güzelim ben de bu gün okulda bir olay yaşadım ki hiç sorma. Öğretmenler gününde öğretmen hanıma hiç olmazsa bir altın bilezik alalım dedik. Mustafa mı, kalınk kafa mı bir öğrencinin babası kalkıp: 'Hoca, ben bu parayı veremem' demez mi! ' Bir de hoca diyor ayol bana münasebetsiz, düz manyak herif'', diyebilmek; insanlığa hizmette Hz İsa'nın havarisi olduğunu düşünüp, mastürbasyon yaparak tatmin olan, okul aile birliği başkanları vardır hani, bir de sınıf anneleri. İşte öğretmenliğim boyunca bu içimdeki asi çocuk bir de onlarla barışamadı hiç. Ve hiç kimseden çekmedim onlardan çektiğim kadar. Sanki ‘Süleyman efendinin nasırı! ’ Öyle orijinal fikirleri oluyor ki. Hocam sınıfa bilgisayar alalım, tozsuz tebeşir alalım, vay klimayı değiştirelim.. Yahu çocukların çoğu yiyecek akmek bulamazlar. Bir de onlardan devletin düşünmediği beyaz tahta, tozsuz tebeşir parası topla.. Hele bir gün, ilk defa bir sınıf almışım. Sınıfa girdim çıt yok. Baktım bir bayan.- Arkadaşlar söylemiş hatta benimle ‘’yaşadın hoca, senin sınıfında yok yok..’ gibilerinden alaylı bir şekilde dalga geçmişlerdi de inanmamıştım. - Kürkü, görünen yerlerindeki takısı, boyası, cilası, oradaki çocukların tümünün bir yıllık geliri. Birden şaşırdım. Öğretmen desen olamaz, olmamalı; milletvekili desen, nerde bizim bayanlarda o kafa, o bilinç. Kendi hemcinslerini meclise taşısın. Varsa yoksa hakka, çocuğa, erkeğine, bir de şeyhine hizmet.. Ama bu o da değil. Yani: ''bir başka hamur bu bir başka maya Ne camiye yarar Ne kilise ye ne Ne havraya''(Umarım aşağıda Hayyam benim yüzüme tükürmez) Merhaba, deyip elimi uzattım. Parmaklarının yarım santimiyle bir temasta bulunarak bir ‘ Merhaba! ’, dedi. Ama hemen çantasından ıslak mendilini çıkarıp yarım saat bana dokunan o yarım santimi yerini sildi. Bir de kucağındaki, o sokaktan mı tutmuş, şeytan mı doğurmuş, cin mi çarpmış; yoksa kedi sıçan ve köpek karıştırılıp da mı yapılmış, yoksa orijini orjinali mi öyle bilemiyeceğim; hibrit mi, ifrit mi, nerde yetişmiş ama hayatta gördüğüm en çirkin ve en küçük; adına ‘Sevgilim’ dediği köpeği öpüp durmaz mı.... Ya kocasına ne demeli: Kucağındakinin, bir çarpı yirmi oranında büyüten büyüteçle bakılmışı. Hani şu yüzüklerin Efendisi Filminde bir karakter vardı, Yüzüğü almak için durmadan cinlik düşünen yaratık. İşte onun üstüne bir Pier Gardin elbise geçir; ama onun bedenine göre bulamamışlar ki en az dört beden büyük. Göz, kaş, diş, kamburu, aynı canım Sen adamı boş ver her tarafından asalet! fışkırıyor. İçindekini bilmem ama saatıyla, kösteğiyle bilemediğim bir hayvan derisinden yapılmış ayakkabısıyla; dışı bu günkü parayla en az 30 000 dolar eder. Komplekse kapıldım, Ulan güzel kardeşim, bir seksen dört boy; sabah yeşile, öğleyin maviye, gecey zümrüte çalan bir göz. Upuzun kipriklerim; yük kaldırmaktan, çalışmaktan adeleye kesmiş bir beden; sarışınım. Bakmayın onlara kahrımdan, bir de asla gözüm doymadığından yiye yiye şimdi kantar çekmediğine 74 kiloyum o zaman. Şiir yazarım, bağlama çalarım. Kimsenin bilmediği makamdan! beste yaparım. Yapı ustalığı, sıva boya badana, marangozluk,bahçıvanlık elimden bir uçan bir kaçan kurtulur. Bilmediğim, bilip de yapmaddığım beş vakit namaz. Aslında bilirm ama kılmaya bir yyoksulluk, bir de içimdeki şeytan koymaz. Daha ne anamdan, ne karımdan, o kedi köpek, yavru maymun, sıçan arası yaratığın onda biri kadar sevgi, şefkat görmemişim. Gel de çatlama, gel de kahrolma. Gel de sitem etme. Gelde bu yazıyı alnıma yazan katibe.ana avrat küfretme. Gel de çatlama. Gelde ölme kahrından. Gel de peygamber deme Marks’ Engelse. Gel de iman etme Das Kapital' e Sınıftan çıt çıkmıyor. Öğrenciler kafalarını sıraya, ağustos sıcağında istirahata çekilmiş köpek misali; yarısı kopmuş da belden yukarısı sokağa atılmış, sonra da üstünden araba geçip kurumuş kurbağa vaziyetinde sıraya yatmışlar. Bir tek gözlerinde canlılık belirtisi var. Elli yedi çarpı iki göz, bir göz olmuş; kadının kürkünün, takısının, küpesinin üstünde sek sek oynuyor. Siz yoksulukla, varsıllığın kokusunu hiç karıştırıp yediniz mi. Bayanın parfümüyle, çocukların fakir nefesi ve ter kokusu karışıp,öyle bir koku oluşmuş ki sınıfta; tuvalet kokusu bile onun yanında menekşe kokusu kalır. O kadar dertlendim ki. Dedim ya. Gel de çatlama. Gel de kahrolma. Gelde ölme hasetinden. Gel de sitem etme bu yazıyı alnıma yazan katibe.. Gel de iman etme Das Kapital' e. Birden vahiy geldi galiba. Oracıkta hemen oturdum sıraya,aşağıdaki dizeleri yazmaya başladım. Tabii bizim 'Sevgilim' köpekli hanımı, benden önceki öğretmen alıştırmış, ya da yanında küçülmüş esir olmuş. Benim sıraya oturup yazmaya başlamam, ilgisizliğim zoruna gitmiş olacak ki: -Öğretmen bey! -........................ - Öğretmen bey! ! -................... Ben bilerek, biraz da on dert olsun diye domuzluğumdan yanıtlamadan şiirimi yazmaya devam ediyorum. Kocası olacak o geni kuruyası, o çöl kurbağası, -Güzelim, bir tanem biraz bekle istersen, gibi yarı türkçe, yarı kuş dilinden bir şeyler dedi ama hiç anlamadım. Galiba adamcağız ya lal, ya kekeme, yada yanındaki meleğin delisi; O kılıkla günışığına çıkmayı bırak okula niye geldi bilmem. Sanırım evde iyi bir zılgıt yiyip öyle gelmiş ki sesi de ses değil.. - Öğretmen beeey! Hafif bir göz kırparak: -Hanım efendi ben biraz şair ruhluyum. O kadar güzel giyinmişsiniz ki her ikiniz de; bana ilham verdiniz; sizin için bir şiir yazıyorum. Biraz bekler misiniz. - Aaa! Özür dilerim, sizi yanlış anlamışım ayol; umarım bana da okursunuz. Bir nüsha da bana yazın lütfen. Yarın konken partimiz var. Arkadaşlara havam olur. -Tabi, tabi. Ne demek, ilham periimin en doğal hakkıdır bu. Kocası yarım ağızla bir nezaket sözcüğü kullandı ama bana şekerim mi dedi, teşekkür ederim mi dedi pek anlamadım. Sınfta sübyan koğuşundan mı atılmış; yoksa pazarcı da, zarar mı etmiş tipinde bir iki de öğrenci velisi var. Yüzleri yazıda kalmış badılcan kabuğu gibi yanık, kavrulmuş. Derileri ütülenmemeiş liseli pontolonu gibi. Hele birisi var ki ya yirmi beş, bilemedin yirmi altı yaşında ya var ya yok. Kadın, mabadıyla köy türetmiş ayol. Kucağında bir çocuk, karnında çıktı çıkacak ikinci çocuk; dizine yapışmış, keler yavrusu gibi mel mel bakan iki çocuk daha. Atalar boşuna dememiş 'Fakirin...iki (BİPsi) , zenginin iti durmaz' diye. Kadına ilham perisi deyince, bu garibanlar takımının bana bakışlarını bir görmeliydiniz, 'Aaah! ' deyişlerini; kocalarına beddualarını; annelerine, kaderlerine, küfürlerini; sanki kumasını görmüş kadın gibi korku, saygı ve haset kokan bakışıyla, adeta yıkıldıkldılarını, lanet ettiklerini kabak gibi,ayna gibi okurdunuz gözlerinden. Birden ayağa sıçradım. Önce çocuklara dönerek: -İlk dersimi veriyorum veriyorum çocuklar ama size değil. Yüksek sesle: ULAN GARDAŞ BU NASIL BOK YÜZÜN DEĞİL KADERİN GÜZEL OLSUN DEMİŞLER AMA HALT ETMİŞLER Sonra sınıf annesinin (galiba) kocasına dönüp: Komşuluğuna baktım Bi halt yok Konuştuğuna baktım Bir marifet yok Ahlaksızın teki,yalan dolan Elleş belleş haddinden çok Suratına baktım Hani hıyar kurur da olur ya kak Yalak mı yalak Salak mı salak Şeytan mı çarpmış, cin mi dokunmuş Maymundan bozma bir şalak İp tutanına baktım Sanırsın Süt beyaz bir melek, Ak mı ak pak mı pak Anam bacım olsun Kanatları eksik bir tek Sanırsın övmüşte yaratmış Hak Sanırım, Han hamam dolap değirmen Sırtı pek karnı tok, Ulan gardaş Bu ne iştir bu nasıl bok Kime acımalıyım Bana mı yanındakine mi Sana bana Hay bu yazıyı da yazana Hay bu dünyayı böylesine bozana Gel de çatlama Bu ne kaderdir bu nasıl hak Gayrı ne diyem bacılar, Anlamdım ki Şu kucağındaki köpek mi sevinmeli Köpek olduğuna Şu itten aç İnsan yavrusu mu yanmalı Çocuk olduğuna. Yani demem şuki: Yüzün değil Kaderin güzel olsun demişler Ama Aslında halt etmişler. Kaderin değil de Hükümetin güzel olsun. Bir de işin gücün Şöyle yakışıklı Anlayışlı, müşfik dir kocan o da yeter En kötüsü şu fukaralık yok mu İşsizlik Sabah nereye gideceğini Adam olmayana muhtaç olmak hani Akıbetinin ne olacağını bilememek yani Ölümden beter Adama benzer soyun olmuş Bir doksan boyun olmuş Yelden Gülden nazik huyun olmuş ne ki. Derde keder. Bakınız Ne anneniz Ne babanız Ne de öğretmeniniz Çalmadı çırpmadı, Yoksul ama onurla yaşadı. Ama derler ki Siz fakirsiniz Derler ki Siz kerizsiniz Kahredip yaşantınıza Doğru gibi dersiniz belki Ama sormalı bir kere Acep neden ki Sorarım size insanı yoldan çıkarmak İnsanı harcamak Bu kadar kolay mı ki Ha güzel bayan ne dersiniz Hadi bir düşünün isterseniz İşte bu Size vereceğim ilk dersiniz. Desene anam babam Boyanız cilanız, Döpiyesiniz güzel de İçindeki (yürek) Kaç para eder dersiniz. Söyle kürküm söyle Siz tarlada Bağda bahçede Hiç terler misiniz. Hadi def olun şimdi Ne kadar inceyse Ne kadar yanmışsa yüreğimiz O kadar kinciyiz O kadar kalınından Ve en uzunundan Biz küfür de edebiliriz Hadi def olun Şimdi size zil çaldı teneffüs. Hadi def olun Biz devrimciyiz Eğilmeyiz Hadi def olun Aç gezeriz ama Sadakanıza muhtaç değiliz. Hadi defolun Sınıf annesiymiş Bilmem neyin nesiymiş Bizi mastürbasyonda Kullanmanıza müsaade edemeyiz Bekleyin Uyumayın Aç kalırsak eğer çalarız Sizi soymasını da biliriz Onun için şifreleyin Alarımlı olsun kapı ziliniz Belki bir tanenizi Belki göz bebeğinizi kaçırabiliriz Gözü dönmüş bir yoksulu Bir açı nasıl durdurabilirsiniz İşte bu da sizin ikinci dersiniz Hadi gidin Sıcacık koltuğunuza oturup Yanıtını yazıp geliniz. Hadi def olun Zil çaldı size teneffüs Kadınlardan bir alkış koptu. Sanki bütün hınçlarını, hasetlerini avuçlarında biriktirmişçesine... Sürüye uyan çocuklarda katıldılar.. O kadını bir daha görmedim. Sanırım ödevini yapmadığından okuldan kaçtı..Gelmeye cesaret edemedi..Yalnız o gün tansiyonu mu yükselmiş ne acile kaldırmışlar. Gelelim asıl konuya Ama Bahri de yoksul sayılacak bir ailenin çocuğuydu. Matematiğe kafası pek basmadığından hep eleştirilmiş. Diğer yanları: örneğin spora olan tutkusu ailesince görülmemiş bir çocuktu. Ama zıvanadan çıkmış olan ben: -Mustafa çıkar ayakkabını, Bahri, sen de çıkar bakıyım. Sen bunu giyeceksin çakal seni, sen de bunu Mustafa. Bana bak Bahri efendi! sakın yarın okula başka ayakkabıyla geleyim deme. Yoksa ayak yalın gezersin. Mustafa iki gündür tenefüse çıkmıyordu. Ben de: -Çık yavrum biraz hava al felan dediğimde; -Öğretmenim, hastayım, başım ağrıyor, felan diyordu. Meğer ayalkkabısından utandığından çıkmıyormuş. Mustafayı arabaya bindirdim. Evlerini yanında arabanın içinde biraz konuştuk sohbet ettik.. Benim de böyler şeyler yaşadığımı, onu anladığımı söyledim. Çocukluk anılarımdan bahsettim. Yaralıydı Mustafa ne kadar teselli oldu bilmem ama benim anlattıklarıma ençok şaşıran da kız kardeşiydi. 'Ben de öğretmen olacağım Mahmut öğrenim' deyip yanağıma bir öpücük kondurdu ayrılırken. O saflığı; o öpücükteki temizliği, sıcaklığı, hala taşırım yanağımda. O gece evde ne kadar uygun eşya varsa, mahalleden de topladım: gece sat onbir de evlerine varıp verdim. Evlerinde elektirik var ama yanmıyordu. Annesi beni mumla karşıladı. Belli ki elektrikleri kesilmişti. O verdiklerimi alırken ki ruh halini bir görmeliydiniz. Sanki utancından yere geçecekti. Musatafa başarılı bir çocuktu. Şimdi anadolu lisesinde okuyor. İşte böyle dostlar. Bizim ve bizden önceki nessil, çöpe atılan bir ekmek görsek çok kızar, üzülürüz. Çöpe atılmış biraz yeni bir ayakkabı görsek, alıp birilerine vermek gelir içimizden. Ama sizde çöpe atmayın olmaz mı? Düşünün ki çevrenizde bir çok Mustafalar, yoksulluktan çocuğunu sokağa bırakacak kadar çaresiz ana babalar var.. Ve çocuğunuza paylaşabilmeyi, verebilmeyi, ortadan bölebilmeyi öğretin. Hem de: Almayı öğretmeden önce. Alın bir simiti elinize: ''Bu komşumuzun, şu yoksulların, şu da biziiim; değil mi güzel kızım! '' deyin. ''Hayır! Bunun hepsi benim! '' derse üçünü de atın sokağa. Bir kereden bir şey olmaz. Ömür boyu mutsuz, bencil olmaktan iyidir hani. Paylaşmayan hiçbir insan gerçek mutluluğu yaşayamayacaktır çünki. Çocuğunuzu seviyorsunuz değil mi.. Mahmut Nazik - Mersin
Geçmişini inkar edenin geleceği olmazmış sözünde olduğu gibi...
Gençliğe bunları öğretmeyen aileleri ile öğretmenleri dinlesin isterdim.
Sevgi yüklü saygılarımla tam puanım, çiçeklerimle engin yüreğinize.
Gönül ister dağları
Işkın açmış bağları
Kıramıyom ağları
Çekeriz hasret gülüm
duyarlı bir yürekle..öğretmenliğin en kutsal haliyle karşımda kelimeler...
yüreğinize sağlık hocam..tşk.ler..
İnan ki içim daralarak ama ibretle okudum. Bizim geçmişimizde hep hoşgörü vardı vesselam. Şimdi böyle olmasına da kızmıyorum, bu bir süreçti ve maalesef bugünlere ulaştı.
Bu yazıda bizim yaş kuşağının bulacağı epeyce ortak yön var. En azından bende. Ben 17 sene Zoguldak'ta liseyi bitirene dek yaşadım. Çamurlu yollarda tek ayakkabıyla naylon poşeti giyerek yıllarca okula gittim. Babamın almaya gücü olmadığını bildiğim için katlanmak zor gelmezdi.
Ve bizde de kimse kimsenin eksiğini aramazdı. Hey gidi günler hey. Nereden nereye?
Tebrikler sevgili Mahmut bey, duyarlılığınızı kutluyorum.
Selamlar.
TÜM YORUMLAR (13)