Adam, bir sabah uyandığında gözleri ağırdı, fakat zihni bir o kadar boştu. Eskiden her sabah bir rüya ile uyanırdı. O rüyalarda sevgilisinin silueti olurdu; gülüşü yankılanır, elleri hafifçe yüzüne değermiş gibi hissederdi. Ama son zamanlarda, ne bir ses ne de bir iz kalmıştı. Sanki rüyalar bile sevgilisi gibi onu terk etmişti.
O sabah, içinden şu cümle geçti: "Bu aralar gelmiyorsun rüyalarıma, iyi misin?"
Kendi kendine sorduğu bu soru, kalbinde bir yankı gibi dolaştı. Onun iyi olup olmadığını bile bilmemek ne kadar acıydı. Bir zamanlar, birbirlerinin tüm yaralarını sararken şimdi kimse kimseye dokunamıyordu. Adam yatağından kalktı, pencereden dışarı baktı. Sonbahar yaprakları, rüzgârın izinde savruluyordu. Eskiden sevdiğiyle izlediği bu manzara, şimdi boş bir tuval gibi gözlerine hitap ediyordu.
Kendini dışarıya attı. Ayakları adeta bir bilinçle sokaklarda dolaşıyor, onu yıllar önce birlikte yürüdükleri yerlere götürüyordu. Her köşe başı, her kaldırım taşı onunla doluydu. Ama şimdi bu anılar birer gölge gibiydi; ne tam olarak var ne de tamamen yok.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.