Boyacı Zeki'nin ahşap boya sandığı
adeta şövaleyi andırırdı.
Her zerresi Nuri Leflef boya lekelerinin
kokusunu ve izlerini taşırdı.
Gösterişli miydi?
Hayır!
Merdivenli de değildi.
Masif ceviz sanmayın sakın,
taş gibi meşeydi.
Ne sedef kakmaları vardı,
ne de pirinç telkâri işlemeleri.
Boyacı Zeki'nin lostra salonu da yoktu.
Eski Sigorta Pasajının boyacısıydı.
Rüya Sinemasının giriş kapısının
yanında icra ederdi sanatını.
Top oynayarak geçiştirirdi,
işten arta kalan zamanını.
Postanenin giriş kapısının soluna da
giderdi.
Yağmurlu havalarda tepesine yağmur,
soğuk havalarda seyrek saçlarına
çiğ düşerdi.
Sabah erkenden açardı gülen yüzüyle
sandığını.
Tek sermayesi birkaç renk boyası,
at yelesinden kıl fırçası,
badem yağı, süngerleri, cilası,
bordo bir kadife parçasıydı.
Boyacı Zeki'nin süngeri,
ayakkabının üzerinde sanki bir
çocuğun yanağını okşardı.
Kıl fırçasını her salladığında,
sığır derisi zevkten coşardı.
O sandıkla büyüttü çocuklarını.
Ekmeğinin peşindeydi.
Kimse bilmedi yaşadıklarını.
Haza beyefendiydi.
Boyacı Zeki kimi zaman hasta,
kimi zaman yorgun,
kimi zaman üzgün,
kimi zaman bezgindi.
Boyacı Zeki'nin yüreği delik deşikti.
Bizim gördüğümüz Boyacı Zeki ise
hep günlük güneşlikti.
Kayıt Tarihi : 3.8.2025 22:30:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!