Gençlik yıllarımda bana matematik dersleri veren bir hocam*dan söz etmek istiyorum size.
İçine, onlarca defter doldurduğu büyücek bir çantayla gelirdi eve. İki veya üç soruyu açıklayarak çözümledikten sonra defteri bir kenara koyar ve bir yenisini kullanmaya başlardı. Ders sonunda bana bıraktığı defter sayısı genellikle 6-7’yi bulurdu. Bir gün dayanamayıp bunun bir israf olduğunu belirttim ve ondan şöyle bir yanıt aldım;
“Yazdığım sayfalar benim neler yaptığımı gösteriyor. Boş sayfalar ise, senin neler yapabileceğini…Devamını sen doldurmalısın! ”
Böylece boş sayfaların bir amacı olduğunu öğrenmiştim. Zamanla, geride kalan sayfaları doldurmaya çalışır ve enerjimi tüketirken, aslında dolanın ben olduğumu fark etmeye de başladım. Demek ki, boş bırakılan bir alan anlamlı olabiliyordu. Sonuçta o sayfalarda çözümlenenler alışılagelmiş, sıradan matematik problemleriydi ama ben, matematiğin evreni tümüyle kucaklayan soyut bir düzen, bir ahenk, bir armoni ve dolayısıyla müziğin kendisi olduğunu kavramıştım. O günlerden sonra, dinlediğim her müzik eserinde matematiksel bir yapı ve kurgu arayarak matematik ve müziği beynimde birleştirir hale geldim. Matematik, içimle adeta bütünleşmiş ve ruhumda yepyeni melodiler oluşturmuştu.
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman