Sayın Bekir Ayazi’ye
Yahya Kemal, Balkan şehirlerinde geçen çocukluğunun her anında yakıcı bir hasret duyduğunu söyler. Bu, onun maziye duyduğu hasrettir; maziye ve mazideki ihtişama...
Ben, Balkan şehirlerini gezerken, Yahya Kemal’in bu hasretiyle birlikte, her biri bir abide değerindeki Osmanlı eserlerinin mukadderatıyla başka yangınları da içimde hissettim. Her bir eseri gördükçe bazen içimi dolduran iftihar hissiyle maziye doğru kanatlandım, bazen de bu eserlere reva görülen muamele sebebiyle büyük üzüntülere garkoldum. Harap olan, yıkılanlara baktıkça içimde bir şeylerin ezildiğini hissettim. Tamir edilenlerini gördükçe gönendim, çiçek açtım adeta. Ama bir kısım tamir edilmiş eserleri gördüğümde, onların bir “yapma” değil, gerçek anlamda bir “yıkma” eseri olduğuna inandım. Tamir edilmemişlerdi, yıkılmış, ortadan kaldırılmış, yok edilmişler, izleri silinmişti. Bu durumun verdiği acı, acı değil, bir çeşit “ölüm”dü.
Arap dünyasının masum görünüşlü sermayesi, “tamir” adı altında Osmanlı -Türk abidelerine kıyıyor, gizli gizli tarihin şahitlerini yok ediyordu.
Biz, inancımızı, kültürümüzü sonsuza dek yaşatsın diye taşı ebedileştiren bir millet idik. Bilge Kağan’ın “bengi (ebedi) taş” yontturma ideali, Müslüman Türk’ün estetiğinde mabedlere, medreselere, hanlara, kervansaraylara, imaretlere yönelmişti. İslamı, sadece bir emirler manzumesi değil, aynı zamanda güzellikleri öne alan bir estetik anlayışıyla kavramıştık. Harflerden, sözlerden dünyanın en müthiş kompozisyonlarını çıkarıyorduk. Mabetlerdeki her taşı bir ibadet vecdi ile yontuyor, eserin ışık ve akustik özellikleri bakımından eşsiz olmasına gayret ediyorduk. Çünkü, bize göre İslam bütünüyle bir güzellikti. Bu güzelliğe uygun mekanları, mabetleri olmalıydı. Yani eskilerin deyişiyle “mazrufa uygun zarf”, bugünkü anlamıyla manaya uygun maddi yapı... Bir başka deyişle Türk, İslamı bütün güzellikleriyle kavrayarak ona layık güzellikte eserler vücuda getirmeyi millet olarak en iyi şekilde başarmıştı.
2000 Yılı yazında, Elbasan(Arnavutluk) ’da yeni bir cami görmüştüm. Tabanından alemine kadar gri bir beton yığınıydı. Yakınındaki Osmanlı eserlerine benzer hiç bir yanı yoktu. İmamıyla konuştuk: Eski bir cami varmış, tamir için kaynak aranırken hayırsever(!) Arap sermayedarları “Bunu yıkıp size yepyeni bir cami yapalım” demişler ve yapmışlar. Bahçesindeki mezar taşları, kitabeleri yok edilmiş. Yani hayırsever Arap sermayesi, İslamın bedii (sanatsal) , tarihi ve kültürel yönünü ortadan kaldırmıştı.
Prizren’de bazı camileri de aynı sermaye tamir etmiş. Tamirden çok tahribi düşündüren bu “yardım” da önce cami avlularındaki mezar taşlarına kıymış
Bayraktar camiinde, Maraşlı camiinde... Her iki camide de, girişte aynı boynu bükük ve yaralı mezar taşları karşılamıştı bizi. İmamları ile dertleştik. Sitem ettiler: “Kendi eserlerinize siz sahip çıkmazsanız sonuç bu olur! ”
Priştine’nin iki büyük camiinin birinde avluya döşenmiş mezar taşlarını gördüğümde Sırpların marifeti diye yorumlamıştım ki doğruydu. Ama Sırp’la Arab’ın, İslami eserler hususunda bir farkı olmalıydı, değil mi?
Petrodolarlar, eski Osmanlı coğrafyasında Türk’e has İslam anlayışı ile Türk tarih, kültür ve sanatının izlerini silmeye yönelik sinsi bir faaliyet için sarfediliyor. Asırlarca kalkan olup karşı durduğumuz saldırgan haçlı zihniyeti ile garip bir beraberlik içinde olan bu “din kardeşlerimiz” bilmiyorlar ki bu petrodolarlar kendilerini bile koruyamıyor.
Milletimiz, İslamla birlikte onların kültürlerine de teveccüh göstermiş. Kur’an’a, Hz. Peygamber’e ve onun ashabına hürmeten Arapça’yı ve Arapları sevmiş; el üstünde tutmuşuz.
Osmanlı, mabetlerden daha yüksekte saray yapmayı edepsizlik saymış.
Kutsal Topraklar ve Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan selim, hutbede kendisinden “Harem-i Şerifin Hakimi” diye söz eden hatibe camide müdahele ederek sözünü “Harem-i Şerif’in hizmetkarı” diye düzelttirmiştir.
Tarih boyunca bu saygı hep devam etmiştir. Osmanlı Devleti Mondros mütarekesini imzaladığında bütün ordumuz silahlarını bıraktığı halde Kutsal Topraklardaki bir avuç Türk Subay ve Mehmetçiği silahlarını bırakmamışlar ve savaşmaya devam etmişlerdir. Hem de kime karşı... Hz. Peygamber ve onun dostlarının kabirlerini tahrip etmek isteyen Araplara karşı.
Milletimizin İslama verdiği değer, ince ruhumuzun ince davranışlara yansımasında da görülür: Kutsal Topraklara demiryolu götüren Osmanlı, bu yolun Peygamberimizin kabrine yaklaştığı yerlerde, onun ruhu rahatsız olmasın diye, rayların altına keçe döşetmişti. Bu kadar inceydi, bu kadar duyarlı.
İslam adına, fikri bakımdan çilesiz bir millet olan bugünkü Arapların, Balkanların çileli mütevazı aydınlarından biri olan Bekir Ayazi’den öğrenecekleri ne çok şey var!
Onunla 2002 Yılı baharında Üsküp Murat Paşa Camiinde kıldığımız Cuma namazından sonra Din Hizmetleri Müşavirimiz Dr. Durak Pusmaz’la birlikte Ohri Pastahanesi'nde kahve içerken tanışmıştık. Akif Bey dostumuz tercümanlık yapmıştı. Çağdaş bir Osmanlı aydınıydı sanki. Yetmişi aşkın yaşının yirmi yıldan fazlasını dindar bir aydın olarak Tiran komünizmi döneminde hapishanede geçirmişti. Birkaç da eseri vardı. Tam komünizm bitmişken ortaya çıkan petrodolarlı İslamiyet Arnavutluk’ta da estetikten, tarihi ve kültürel zenginlikten uzak yüzüyle arz-ı endam edince Ayazi’nin ruhunda derin yankılar uyandırmış.
O, Osmanlı çeşnisindeki Müslümanlığın karasevdalısı bir aydındı. Ve Balkanlarda görülen bu tarz Müslümanlığın kendilerine yaramıyacağını, eskilere izafe ederek, şu sözlerle ifade etmişti: “Bosfor’un (İstanbul’u kastediyor) suyuna bulanmadan gelen Müslümanlık Balkanlara yaramaz! ”
(02 Mayıs 2003 Üsküp/ Çınaraltı)
Hayati YavuzerKayıt Tarihi : 29.9.2006 02:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)