Borges’in ‘Sadık Hizmetçisi’ Fanny Gerçe ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Borges’in ‘Sadık Hizmetçisi’ Fanny Gerçek Ve Sadakat...

İnsan kime, hangi koşullarda, neden sadık olabileceğini bilemez ama yüreğe atılan tohumların ne zaman yeşereceğini, ne kadar yaşayacağını hayatın ritmini, tecrübeyle çatlayan sesini dinleyerek sezebilir. Gökkuşağının alacalı renkleri gibi birbirlerine karışırken değişen duygular içinde en kunt ve aynı zamanda en kırılgan olanıdır sadakat. Tekinsiz ortamlarda can çekişir belki ama ölmez. Varlık sebebini, her zaman bir başkasının pırıltılı vaatlerine teslim etmez. Ne kendisini kullanarak ‘oynayanları,’ ne de büsbütün yok sayanları sever o.

Ömür boyu ‘onun’ karakter özelliklerinden, sevgisinden, uzaklığından veya yakınlığından bağımsız, o ‘ilişkinin’ varlığına, geçmişine, geleceğine sadık kalabilmek güç olmalı. Her fırsatta şımartılmak isteyenlere, hırçınlıklarıyla körleşenlere, korkular yüzünden kendilerine eziyet edenlere göre değildir pek. Zarafetini sadece asalette bulan bir ‘beceriklilik’ değil sözünü ettiğim. Yalnız kalmanın, hatıraların içinde kaybolmayı göze alabilmenin, karşılıksız vermenin, ümidini kaybetmeden sevebilmenin ‘deli’ sadakatinden bahsediyorum. İçlerinde hep biraz suçluluk duygusu, şefkat, fedakârlık da barındıran sessiz direnişçilere benzeyenlerden... Abartılı tavırlara, itiraflara, gülünç yapaylıklara, menfaatlere ihtiyaç duymamaları onları cazip kılıyor sanırım. Zamanın, mekânın sınırsızlığına tahammül edebilme özellikleriyle haleleniyorlar sanki. Ve ne yazık ki çok kalabalık değiller.

Peki, onlar kadar güçlü ve kararlı olmayanları reddedebilir miyiz? Benim cevabım elbette ‘hayır’ ama duygularına karşılık alamayan âşıklar gibi çıldırıp, sahip olduğu değerleri unutarak hayata ihanet eden ‘itirafçıları’ rahatlıkla küçümseyebiliriz bence. Sahte yakınlaşmaların, zoraki samimiyetlerin (iş arkadaşlıkları da dâhil) , yalnızlığımızı maskeleyen karşılaşmaların şiddetli sonu, tamiri mümkün olmayan kırılmalara neden olabiliyor. Öfkeyle beslenen intikam hissi insanın tabiatında var zaten. Bence bizi birbirimizden ayıran böyle zor zamanlarda o bencil hisle mücadele etme yöntemimiz, üslubumuz.

Hiç kimse onun gibi tanımamıştı...

Bir de benzer tutkulara, meraklara sahip olmanın hazzıyla güçlenen, uzaktan izleyen herkesin kıskandığı vazgeçilmez dostluklar var. Ve o ‘gösterişçi’ bağlılıkların yanında ilk bakışta kolayca fark edilmeyen, iki insanı ipeksi sicimlerle buluşturan kıymeti kendi içinde saklı suskun beraberlikler de var. Onlardan birisinin yazarlığından ziyade labirentimsi hayat hikâyesiyle, bütün kâinatı sonsuz bir kütüphane gibi algılamasıyla, okuma ve ‘okuyamama’ serüveniyle ilgimi çeken Borges ve ‘sadık hizmetçisi’ Fanny arasında yaşanmış. Alejandro Vaccaro’nun kitabıyla tanışana kadar bunu bilmiyordum.

Borges, hakkında en çok kitap, makale, deneme yazılan, yirminci yüzyılın en özel yazarlarından birisi. Onun Fanny diye hitap ettiği Epifania, Uveda de Robledo, yazara otuz yıldan fazla hizmet etmiş, yetmiş metrekarelik bir daireyi onunla paylaşmış bir kadın. Borges biyografilerini, onunla yapılan röportajları okuyanlar sıra dışı hikâyesini biliyordur mutlaka ama onu en yakınındaki ‘uzak’ bir kadından dinlemek ürpertici. Annesine olan zaafını, korkularını, kadınlarla ilişkisini, ihtiraslarını, hayalkırıklıklarını, yalnızlığını, onu kuşatan karanlığının sessizliğini bu kadar içtenlikli ve doğrudan, süssüz bir dilden işitmek insana anlaşılmaz bir güven duygusu veriyor.

Kitabı yayıma hazırlayan Vaccaro, hikâyeleri anlatan o sadık kadını kitabın başında anlatıyor: “Borges’i hiç kimse annesi dışında Fanny kadar tanıyamamıştır. Kimse sevinçleri, üzüntüleri, kutlamaları, reddedilmeleri ve övgüleriyle yıllar ve yıllarca aynı çatı altında birlikte yaşadığı birine gerçekte kendini olduğundan farklı gösteremez. Fanny istediğinde konuşur, istediğinde susar. Bu yüzden benim görevim çok basitti. Hiç soru sorulmadı, dolayısıyla cevap da verilmedi.” Borges’in eserlerini ve hayatını yıllar boyunca inceleyen Vaccaro, ilk kez korkmuş ve kitap çıkmadan evvel ona “birileri çok kızacak, hazırlıklı ol” demiş. Fanny’nin tereddütsüz cevabı net: “Ben her zaman gerçekleri söylerim ve kimse de buna kızamaz.”

“Kendimi böyle bir şey için satmam”

Borges öldükten sonra özgürlüğüne kavuşan Fanny, pek çok insanın duymak için can atacağı, bazılarının da susması için para vereceği şeyleri bildiğinin farkındaymış ancak sözlerinden anlaşılan o ki, yaşadıklarına ve yazarın hayatına ihanet etmeyi hiç aklından geçirmemiş: “Bir defasında beni bir dergiden görmeye geldiler ve beyefendinin Cenevre’deki mezarına götürüp orada resimlerini çekmek için bana para ve tüm masrafları karşılama teklifinde bulundular. Sizce ben bunu kabul edebilir miydim? Paraya ihtiyacım vardı ama kendimi böyle bir şey için satmaya niyetim yoktu.”

Bunları söyleyen kadın, on yaşına kadar okuyabilmiş. On dört yaşından itibaren hizmetçilik yapıyor. Genç yaşta dul kalınca çocuklarını yalnız büyütmüş. Otuz yıl boyunca körlüğün güçsüzleştirdiği bir adamın ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra son karısı tarafından kovulup kendini beş parasız kapının önünde bulmuş. Tek bir sayfa Borges okumadığına ve buna ihtiyaç duymadığına da yemin ediyormuş. Onun şaşırtan, şefkat uyandıran hikâyelerini okurken bir kez daha vicdanla terbiye edilmiş soylu bir duruşun kendi ölçülerini belirleyen sadakat algısına hayran oldum. Ucuz şöhret düşkünlüğü ve zehirli hırsları yüzünden onursuz bir hayatı seçen ‘eğitimlileri’ düşününce de haliyle biraz üzüldüm.

Ben bu kitabı okurken bir an bile Fanny’nin Borges’in mahremiyet kumaşını yırtacağını düşünmedim. Sadakatin ölçüsü, o insanın karakter özelliklerine, zaaflarına bakılarak tayin edilemez bence. Vaktiyle ortak geçmişe sahip olduğunuz birisini anlatırken seçtiğiniz sözcükler çok daha belirleyicidir. Tam da bu yüzden hayatlarına ihanet eden zavallılar uzun süre gizlenemez. Daha ilk cümleyle çırılçıplak kalıverirler.

Yazarın evinde sessizce dolaşmak...

Anladığım kadarıyla Borges’i burada çevirenlerden bazıları da bu kitabı okurken biraz rahatsız olmuş. Hâlbuki ben pek öyle algılamadım okuduklarımı. Hatta tam tersine eşine az rastlanır mütevazı bir bilgelikle Borges’in sevmediği ve bunu açıkça itiraf ettiği son karısını, ölene kadar bağlı olduğu otoriter annesini, gündelik hayatının gizli ayrıntılarını olduğu gibi ama zarafetle anlattığını düşündüm. Üstelik yazarı anlatan pek çok entelektüel içerikli kitaptan daha sahici bilgiler veriyordu okura.

Mesela parasını kitapların arasına sakladığını, ateist olduğu halde her gece yatmadan evvel dua ettiğini, iki kez çok geç yaşta evlenmesine rağmen sanki başkası evleniyormuş gibi onlardan hep uzak durduğunu, tek başına kendi yatağında uyumayı tercih ettiğini, erkek geceliğiyle yattığını, saklamak istemediği kitapları bir torba içinde kafelerde, kitapçılarda bırakıp sonradan unutmuş gibi yaptığını, okurlarıyla ve edebiyat çevresiyle kurduğu şefkatli ve mesafeli ilişkiyi, şöhretten nefret edişini, giderek kaybettiği görme yetisi nedeniyle yüzünü iyice kâğıda yaklaştırarak yazdığını, sabahları rüyalarını kendisiyle yorumlamasını, âşık olduğunda yüz ifadesinin nasıl değiştiğini anlatıyor. Onun anlattıklarını dinlerken yazarın evinde sahibini rahatsız etmek istemeyen itinalı bir misafir gibi sessizce dolaşıyorsunuz. Fanny’nin sade anlatımı sayesinde Borges’in sınırlarını asla tahayyül edemeyeceğiniz düşsel dünyasının aynasındaki gerçek görüntüsüyle karşılaşmak bu kitabın niyetini ve kıymetini de açıkça gösteriyor.

Borges uzun yıllar Nobel’e aday gösterilmiş bir yazardı. Fanny onun “ben unutulsun diye yazıyorum, ama bu ödülü hak etmediğim anlamına gelmez, parası fena değil, isterdim” diyerek akademiyle dalga geçmesine rağmen bu ödülü alamadığında ne kadar üzüldüğünü de anlatmış. İtiraf etmeliyim ki pek çok edebiyatseverin ilgisini çeken bu bölümlerden ziyade hiç kimsenin tanık olamayacağı sahneler bende iz bıraktı. Onlardan birisinde Arjantin’den Cenevre’ye götürülen Borges’i tek bir karede resmediyordu: “O gün beyefendi gidip ölen annesinin yatağına uzandı. Sırtüstü tavana bakar gibi durdu. Vedalaştığını hissettiğim için yanına gittiğimde ağlamaya başladı ve bana, ‘Gitmek istemiyorum Fanny, gidersem uzaklarda öleceğim’ dedi. Her şeyin farkındaydı, ama artık yaşlı ve hastaydı. Buralarda kalmaya gücü yoktu.”

“Siz bir blöfsünüz”

Başkalarının bizi anlattığı her hikâyede, hatırada okuyanlar, dinleyenler gerçeğin sadece bir parçasıyla karşılaşırlar. Önemli olan o ‘bir parçanın’ nasıl anlatıldığı ve anlatma arzusunun niyetidir. Ve o niyet de her zaman gerçeğin kendisi olmayabilir. Ben bu kitapta hâlâ Borges’in dostlarının ziyaret ettiği Fanny’nin niyetini gördüm. Onu kimsenin sevmediği son karısı Kodama hakkında kötü dedikodu yapmaya zorlayanlara, “Hiçbir zaman açıklayamayacağım şeyler var, çünkü onlar benim hiçbir zaman bozmaya hakkım olamayan bir mahremiyetin parçalarıdır” diyor. Okuyan herkesin rahatlıkla anlayabileceği gibi susması gereken yerde susmuş.

Gerçek sadece Borges’in kocaman karanlık ve düşsel evreninde saklı. Bir de arada etrafındakileri güldürmek için yaptığı şakalarda. Bir gün hayranlarından biri gelip ona “siz bir blöfsünüz” demiş. Cevabı belki de Borges’in en hakiki hali: “Evet, efendim, haklısınız ama istemeden yapılmış bir blöf.”

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan