BİZİM YUNUS
Yeni Caminin, Cumhuriyet Caddesindeki kapısının sağ yanında, tahta arabasının üzerine özenle dizdiği kitaplarının başında hiç ses çıkarmadan gün boyu ayakta dikilip, sürekli elinde kitabını okuyarak gelenle geçenle hiç ilgilenmez, arada bir kitaplarının fiyatını soranlara gayet ciddiyetle ve kısık bir sesle “ Hediyesi 5 lira” der yine başını kitabına çevirirdi.
Tezgâhında; Battalgazi hikâyeleri, Hayber Kalesi, Büyük İslam İlmihalleri, Mevlidi Şerif, küçük Elifbalar… düzenli bir şekilde dizilmiş olup elinden hiç kitabını bırakmayan bu adam; siyah sakallı, orta kıyım uzun boylu, siyah boza yakın sürekli yakaları kalkık paltosuyla, siyah kaşlarını arada bir kaldırır gayet ciddi bir şekilde etrafı süzer yine kitabına bakardı.
Omuzlarına kadar uzamış siyah gür saçları arkaya taralı, ayağındaki asker potinleriyle nedense bana eski savaşçıları hatırlatırdı.
Yüzünde ki sert ve ciddi ifade gözlerindeki ağırbaşlılıkla bütünleşir, Siyah gözlerinde hem poyrazın alaborasını hem meltemin ılıklığını yaşardınız.
76-77’li yıllar.
Terörün kol gezdiği sisli, karanlık birazda buhranlı senelerdi.
Kırk çeşmelerin yanındaki otel ve kahvehaneyi işletiyoruz.
Kahvehaneye gelen müşterilere titrek ellerimle çay götürüyor arada bir döküp ellerimi yakıyor, babamın azarını tepemde işitiyor sonra daha dikkatli bardağa yapışıyordum.
………………………..
………………………..
Çarşı Camisinin önünde gördüğüm sert ve konuşmaz adamı bir gün kahvehanede oturuyor gördüm.
Dingin duruşunun vermiş olduğu ciddiyet beni kendisine daha çok çekiyor bir türlü gözlerimi üzerinden alamıyordum.
Ağabeyime; kim olduğunu sordum.
“Mansur Abi” dedi.
Mansur Abi.
Zamanla Mansur ağabeyiyle dost olduk. Çay istediği zaman, çayını ben götürür, oturduğu masayı siler asla saygıda kusur etmezdim.
Arada bir Bafra sigarasından aldırır, küçük Tekel kibritiyle yakmış olduğu sigarasından derince bir nefes çeker,”Hadi bakalım bana bir demli çay getir.” Derdi.
O zamanlar, gazeteler akşama yakın gelirdi. 50 Kuruş verir “Bana bir Tercüman al” dediği zaman, koşa koşa giderdim bu bekâr adamın biraz emri vaki biraz ricasına. Ekseriyetle Ahmet KABAKLI’nın, Yavuz DONAT’ın köşelerini okur, kendisince yorumlar yapardı.
……………………….
………………………
Otuz sene sonra.
Rıhtım çayevinde bir yaz günü. İlyas’la beraber oturuyoruz.
—İlyas sizin bir Mansur abi vardı. Ne oldu ona, duruyor mu? İlyas; Mansur ağabeylerle ailece görüşürlerdi.
—Mansur abi yaklaşık otuz sene evvel İstanbul’a gitti. Şirinevler Camisinin altında kendisini inzivaya çekti. Bu sene buraya geldi haberin yok mu?
—Yok. Olsa da tanımayabilirim. Aradan otuz sene geçmiş. Bilmem ki.
Biraz sağa sola bakınan İlyas;
—İleride ki masada oturuyor, tanımadın mı?
İleride ki masada; beyaz kısa sakallı, şişmanca 60–65 yaşlarında kenarlarına bağladığı bağcıklı gözlüğüyle yaşlıca bir adam oturuyordu. Değil tanımam, aklımın ucundan bile geçmezdi.
Nerde o Mansur abi! Pamuk dedelere dönmüştü.
Uzunca bir müddet Mansur ağabeyi yi seyrettim. Otuz sene evveline gitmiştim. Korkak ve titrek ellerimle çayını götürdüğüm, gözlerinin içine kolay kolay bakamadığım o bekâr delikanlıyı.
İlk kitabım olan “Nasrettin Hocanın Fıkraların” ondan aldığım zaman o sert bakışlarıyla gözlerimin içine bakıp ”Hediyesi bir lira” demişti.
Eskimişte, yırtılmışta olsa hala saklarım o kitabı. Kaç kişinin elinden geçmedi ki, kaç kuşak büyütmedi ki o kitap, ömründen geçen yıllara inat.
— Bir gün Mansur ağabeyi yi görmeye gidelim. Nerede oturuyor? Dedim İlyas’a.
—İkram Babanın dükkânında oturuyor. Müsait isen yarın gidelim.
İkram Baba; eski bir itfaiye eri emeklisi. Taksicilik, çakmakçılık derken eskicilikte karar kılmıştı. Küçük bir kulübede ayakkabı tamir ediyordu.
Akşamüzeri İkram babanın dükkânına gittik. Tam karşımızda küçük bir masanın yanında oturuyordu.
Selam verip masanın yanına oturduk. Bir müddet sesiz kaldık.
Sessizliği İkram Babanın makinesinin tıkırtısı bozuyor, loş karanlık kulübede aksakallı Mansur ağabeyi yi seyrediyordum.
Sabit bir noktaya gözlerini dikmiş Mansur ağabeyi, sessizce oturuyordu. Lahuti bir sessizlik vardı kulübede. Söze nerden gireceğimi bir türlü kestiremiyor, içimize huzur veren bu sessizliği bir türlü bozmak istemiyordum.
Uzun bir sessizliğin sonunda, İlyas söze başladı.
—Efendim bu arkadaş; Vasfi.
Bir anda heyecanlanan Mansur ağabeyi, bana dönerek.
—Ya! öylemi! Bizim Vasfi mi?
Bir anda iradesiz olarak cevap verdim.
—Evet, efendim, sizin Vasfi.
O an, Yunusun menkıbesi hatırıma gelmişti.
Hani uzunca bir maceradan sonra hocasının yanına dönen Yunus Emre; kafasını hocasının eşiğine koyar. Sabah namazına kalkan hocası Yunusun kafasına basar. Hanımına sorar “bu kim? ” Hanımı: “Yunus, efendim” der. “Bizim Yunus mu? ” dediği zaman Yunus hocasının ayaklarına sarılır.
Hala hocasının gönlündedir, hala unutmamıştır Yunusu.
Mansur ağabeyinin yumuşak sesiyle irkildim.
—Maşallah, ne kadar da değişmişsin. Çok hizmet etmişsindir, o zamanlar çok küçüktün…
Tam otuz sene geçmişti aradan ve Mansur ağabeyinin gönlünden silinmemiştik.
“Yunus Emre der hoca, gerekse bin var hacca, hepsinden iyice, bir gönüle girmektir.”
Sanırım bir gönüle girmiştik.
Vasfi OKUR
Kayıt Tarihi : 22.7.2010 23:57:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Vasfi Okur](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/07/22/bizim-yunus-7.jpg)
TÜM YORUMLAR (2)