Üzerinden her zaman geçtiğim bu yol, üzerinden her zaman geçtiğim yol değil. Ölü bir şehrin, her bir penceresinin ve kapısının arkasında ölü insanların bekleştiğini bildiğim ölü sokakları. Bir sabah kalkacağım ve baktığım aynada benim olmayan bir yüz göreceğim sanıyorum. Yüzüm, tam on iki yıl evvel benim olan yüzden bu kadar farklıyken yine de aynada benim olmayan bir yüz görmekten korkuyorum. Ya ruhumuzun aynaları? İki uçak arasında hava limanının lüks kahvaltı salonunda bu bol çocuklu, bol kahkahalı ve bol ışıltılı birlikteliğimiz esnasında sen. Ruhumun aynası. Hayatta hiçbir dostun ihaneti insanın kendisine ihaneti kadar acı olamaz. Bizim ihanetimiz iki katı. Hem kendimize ve hem de birbirimize.
Oysa biz, oysa biz. Onca yılılk fakülte fırtınaları boyunca, yaşadığımız yurdun yoksul ve yalnız odalarında, pencerelerimizi soğuk ve mehtaplı gecelerin kar renkli doruklarına açmadık mı? Dağlarla gök yüzünün birleştiği yeri sahiplenmedik mi? Kaç kez birlikte, daima birlikte, hep birlikte, deniz altlarının durgun su bahçelerinden, antik çağlardan kalma, güzelliğin ölçüsü, omuz başları kırılmış, mermer beyazlığında heykel parçacıklarını toplamadık mı? Mercan sepetimize doldurmadık mı? Önümüzde açılan yepyeni âlemleri, gözlerimiz kamaşarak ve adım adım birlikte keşfetmedik mi? Yorgun ağustosların çığlık çığlığa eylüllüllere dönüştüğü mahmur ikindilerde, Üsküdar’ı ömrümüzde ilk defa, ilk defa ömrümüzde Üsküdar’ı görmenin hazzını yaşamadık mı? Sonra, sonra bir imaj saltanatının, bizi her bir darbesiyle serseme çeviren bir imaj sağanağının altında, her adımda boynuna ve göğsüne kadar sırılsıklam, ilk aşkalarımızın birbirimize açabildiğimiz dokuları kadar sırılsıklam, Üsküdar’ın dar, aralık, gri ve gecikmiş hanımeli kokan sokaklarından içeri destursuz dalmadık mı? Daha evvel, çok evvel, belki bezm-i elestten bu yana, bizi dağıttıkları yerlerden kendimizi toplamaya kalkmadık mı? Bunun böyle olduğunu ve başardığımızı sanmadık mı? Hattâ hattâ, evet, başarmadık mı? Bile bile aldanarak, gelin bizi aldatın, bize öyle görünün, biz hazırız, diyerek; tahta cumbaların bir gölge arkasından, mor bir yaşmak yığını arasında bir çift ahu gözün bizi izlediğini, bizi gözlediğini dahası bizi özlediğini sanmadık mı? Bu insafsız tecrübeye gönlümüzün ne kadar dayanacağından kuşkulu, o bir çift sürmeli ve kara gözün bizi nereye kadar çekeceğini hesaplamaksızın, ya da hesaplayıp da aldırmaksızın, bir bizim bildiğimiz o yerde, alışıldık bir anahtarı çıkararak aralamadık mı kapıyı? Dar değil miydi bu kapı? Ama biz dar kapıyı aralamadık mı? Dar kapıyı seçmedik mi? Sonra her bir yanımızı, varlığımızın her bir zerresini görünmez ve muhayyel mutriblerin terennüm ettiği nağmeler esir almadı mı? Teknoloji çağının son çeyreğinde biz, yalnız ve eksik iki arkadaş, dostluğun tüm çağrışımlarıyla orada birbirimize sadakat yeminleri etmedik mi? Güzelliğimizi muhafaza edeceğimize dair birbirimize söz vermedik mi? Böyle olunca bütün eksiklerimizin, bütün boşluklarımızın dolduğunu hissetmedik mi? Yalan olduğunu şimdi çok acı bir biçimde farkettiğimiz üzre, bunun sırrını artık bulduğumuz birbirimize fısıldamadık mı?
Söylesene onlar biz değil miydik? Eğer onlar biz idiysek, şimdi işte tam on iki yıl sonra, iki uçak arasında hava alanının lüks kahvaltı salonunda bu bol çocuklu, bol kilolu ve pırlantalı, bu bol boyalı ortamda, bu yanıp sönen ışıklar altında, ‘aktarma için bir saat vaktimiz var, görüşelim’, randevularıyla bir araya gelenler kim? Söylesene kim? Ve neden böyleyiz?
Oysa ne kadar güzeldik. Ne kadar güzeldik. O üzerine eğildiğimiz sarı ve mühreli yapraklarda, kebîkeci yenmiş kitaplarda, o rüzgâr kokulu sınıflarda, ancak Paris’i yaşamış, ne hevâ-yı bağ sâzed ne kenâr-ı kişt mârâ mısra’ıyla başlayan Dede efendi bestesinin güfte sahibini merak edebilecek hocaların kılavuzluğunda, ancak ‘berhudâr ol’ evlâdım diyebilecek güzellikte hocaların açtığı ruh iklimlerinin eşiğinde gelinebilecek bir yerde, her mektubu sahibine götüren beduh adlı meleği öğreninceye kadar, Ahmet Cemil’le Lâmia’nın, Lâmia’nın belki haberi bile olmayan aşklarına sığınmadık mı? ‘Bihter kendisini önce rüzgâra sonra Behlül’e verirken’, onların bir zamanlar gerçekte var olduklarını ve yaşadıklarını sanmadık mı? Onlar gibi, ama ancak onlar gibi, bir zamanlar var olmuş güzelliklerimizin bir gün bitebileceğini hiç düşünmedik mi? İşte şimdi bu gün yok olabileceklerini neden düşünemedik? Suat, umutsuz aşkının nağmelerini, eşine ancak on dokuzuncu asırlarda rastlanabilecek piyanoların melankolisi eşliğinde gönlüne gömerken, biz orada değil miydik? Onların yaşadıklarına, sanmak bile değil, dosdoğru inanmadık mı? Yaşadıklarının en yakın müşahidi bizzat biz değil miydik? Bizim de pencerelerimizden Meşrutiyetten kalma beyaz yelkenliler ansızın, apansızın geçmedi mi? Ne kadar güzeldik. Ne kadar güzeldik. Hatırlıyor musun, ne kadar güzeldik.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta