Bir hayat bu düşlerle, düşüncelerle geçen yılları içine olan, bir hayat ki, şunun şurası değimiz... Zemheriler düşer omuzlarımıza, donmuş bedenlerimiz ılık ılık ısınmaya başlar ki biz ne donduğumuzu anlarız ne de ısındığımızı...
Damıtılmış yaşam kareleri alır başını gider de biz neredeyiz, ne olduk bile diyemeyiz, şunun şurası sadece bir ömürdür an be an içimize sinen...
Ama hep zorlanırız bu karelerde oyalanırken, hep gidişler, kayboluşlar basar gelir üzerimize üzerimize, oysa kararlıyızdır gidişlerin arkasından tutunmaya hayata, sadece kendi yüreğimizi ezerken, kendi beyin fırtınaları ile uğraşa dönüşürüz… Gidenin arkasından da söylenmemiş cümlelerle yutkunuruz… İşte tam da bu aralarda iç seslerimiz haykırmaya başlar… Git hem de umarsızca git diyerek…
Hesapsız bir gidişin olmalı, kinden, riyadan, öfkeden, art niyetten, dosdoğru, dimdik, sadakatin geniş çerçevelerinde kalmalı gidişin…
Başın öne düşmemeden, şarkıları yüreğinde ezmeden, mertçe gidişin olmalı…
Arkana bakmadan, arkadaki enkazı gömmeden, söylenmemiş cümleleri haykırarak, geriye düşlerden başka hiçbir söz bırakmadan, koskoca bir haklılık yüreği ile basıp gitmelisin…
Ben seni en çok sevdim cümlesini de bir kenara bırakarak, öfke kalemini de kırmalısın…
Yaşanmışlıklara, çok sevmiştim, sen benim ömrümsün, demelerini unutmadan, saygı göstererek, yüreğine saklanarak basıp gitmelisin…
Soruyorum şimdi, hem de sormaktan korkmayarak, insan kendiyle savaşımında, yüreğini ezmekten başka ne kazanabilir...
Kazanılmış sevdaların ardında kalan kaybetme korkularının baskısı mıydı, yüreği tir tir titreterek ömrü sürgüne kovalayan?
Kaç yılımız geçti bulunduğumuz yerin farkındasızlıkları, hasretleri, nefretleri, kopuk hayalleri kovalamacalarımızla, kaç zemheri zamanlarının omuzlarımızın donmuşluklarının farkındasızlığı ile ısınma hislerimizi kaybettik?
Biz kaç zemheri çocuklarıydık, kaç çileli kışlar vurdu belimize belimize?
Hasreti yamaladığımız, sevinçleri unuturcasına yaşadığımız anlar sonrası kimler deldi yüreğimizi de biz fark ettik mi hiç o gölgeli yüzleri?
Binlerce soruyu yamadığımız hayatımızı, teslim ettiğimizden başka kim bizi bu kadar kıskaca atabilirdi ki?
İşte bunları da arka çuvallara doldurduğumuzu bilerek basıp gideceksin… Umarsızca, benlik savaşı vermeden, onurluca, hoşça kal bile demeden, geriye bir şarkı bırakmadan, ezilmiş yüreğinin inlemelerini umursamadan dimdik gideceksin…
Zordur diyor şair sensizliğin inleme sesleri,
zordur diyor şair sensizlikteki çakıllı yollar, zordur gitmek isteyip de yalınız gittiğin yollar, velhasıl zordur yaşam yalnız yolculukta... Belki bir korkudur bu görmek isteyip de görememek, belki de bir iç çekiştir bu yolculukta yalnız kalmak, belki de korkunun sesleridir bu unutulmaya yüz tutan, belki de bir arayıştır bu yalnızlık korkusuzluğu...
Bana bir yaz tarihi ver yalnızlığı unuttuğum, bana bir kış zamanını hatırlat gitmelerden korkmadığım, bana bir yol göster içinde umutlarımla dolaşan bir ben olsun, bana bir el göster, içinde sevgi teri olsun...
Bana bir gece tarihi ver kâbuslu rüyalardan uzak olduğum, bana bir kitap ismi söyle içinde hüzünden başka yazılar olsun, bir bana beni sor yazmalarımda hüzün olmasın, bana bir nefesimde sevgi olmadığı an zamanımı söyle ben bedenime büzülmeyeyim...
Çakılsız yolların sapaklarını söyle bana ki o sapaktan döneyim, güneşe uzanan elleri göster güneş yanığından kavruk olmasın, bir yüz göster bana sevgi yanığı olmasın,
bir beni tarif et kavruk olmadığım zamanlarım olsun...
Kaybetme korkuları sonsuzlukla devam etmez, bir gün muhakkak kaybedersin ve de korkuların biter, belki zamanın acımasızlığında o korkularla beraber kaybolursun, işte o zaman acılarınla yüz yüze gelirsin...
Çapraşık düşünceler dolanıyor beynimde cümleler uğulduyor birbirlerine çarparak… Belki de bu rüzgarla yarışmaktı bu…
Hangi zamanın, hangi kulvarlarında sevgiyle yarışanlardık biz? Unutulmazlık, unutamamanın koyverilmiş duygularının altında ezilmekti belki de bu yorulmuşluğa sebep olunmak...
Bir perişanlık bir boş vermişlik içinde kalan yarım bir yaşam ve de yarım cümlelerle uğraşarak geçen bir bekleyiş… Körü körüne açlıklarla dolanan tokluk hisleri ile kahredici boşluğa karşı el sallayarak haykırışlarla geçmişin yaralarını sarmaya çalışılan bir bedeni zapt etmek ne kadar zormuş derken de haykırışların inlemelere dönüştüğü bir zamanı eskitmek bu, boşuna hayıflanmak belki de...
Bir perişanlık bir boş vermişlik içinde kalan yarım bir yaşam ve de yarım cümlelerle uğraşarak geçen bir bekleyiş…
Bu yüzdendir ki resimlerini puslandırdım, bu yüzdendir ki resimlerine bakmaz oldum, bu yüzdendir ki seni yüreğimde aramaz oldum ve sustum, sustuklarımın ardında kalan sen varlığıdır ki beni bu perişanlığa atan, bu yüzdendir ki sustukça susmalarda kaldın, sesin mi bir labirentte dolanımda, sevgin mi sahipsiz ölü mezar taşlarının yanında, şimdilerde yeni bir düş görüyorum sensiz…
Bir dünya rengârenk gökkuşakları ve sen rengi artık fark edilmiyor yedi rengin yanında...
Yazdırma artık susmaya, sevmeye, unutulmaya dair ne kadar cümle varsa ki hepsi sahipsizlikle bir göl kenarında...
Ve sevdim dediğim onlar,
ben seni en çok sevmiştim derler...
Ölmüş bedenlerin ruhları dolaşırken kimse bilmez onların nerelerden kopup geldiklerini, acılarının hesaplarını soramazlar çünkü onlar bilmezler mezar taşının soğukluğunu, bir bakış atarlar kinaye zamanların ardında kalanlara,
onlar unuturlar sevdim dedikleri zamanları, onlar gizli isimlerinin ardına saklanırlar…
Acıların pervasız vuruşlarını tanımazlar, onlar aşkı bildiklerini sanırlar ki dar ederler sevdim diyenlere zamanların korkunç yalnızlığını...
Oysa bir zamanlar onlar sevginin öncüleriydiler, onlar sevmenin eşsiz gizeminden bahsederlerdi…
Oysa şimdi yerler sonbahar yaprakları ile dolu, oysa filizlenecek dallar budanmış kırılmışlardır en kalın bedenlerinden…
Onlar sevginin silahşoru sanırlar kendilerini…
Ama yıktıkları bedenlerin kanlarına bakarak sigaralarını tüttürürler…
Ve de
ben seni en çok sevmiştim derler...
Derler açık havaya rüzgâr serpmek gibi de böbürlenirler...
Oysa sevgi masumluğuna sarılmışken bir köşede, kendi kendine kıvranır...
Zorlamasına giden bir yolculukla vagonlardan el sallayanlara benzetirler kendilerini...
Sevdik yar kendimizden kaçmadan, sevgiden kaçmadan sevdik ve de sonunda serildik yere, için rahatlar gibi oldu mu yar...
Uykusuzluğun ardında kalan düşsel görüntüler bunlar, düşüncedeki sörflerle…
Bitmeyesiye yalvarışlar belki de unutmaya, unutulmaya dahil… Bitmeyesiye sevdaların acı hisleri bunlar bedeni hırsla kaplayan, eski zaman şövalyeleri gibi kuşanılmış hırs ve öfke kılıçlarını kavrayan bilek kemikleri ile sallanan düşünceler… Mahzende çürüyen her şey sanki sıralanmış art arda… Ve çaresizlikle kıvranan beden… Belki de bir yok oluş savaşımına karşı koyuş bu…
Artık adın yazılmamış cümlelerde saklı...
Biz kaç zemheri çocuklarıydık, kaç çileli kışlar vurdu belimize belimize?
Zavallı bedenim, sensizlikle çürüyor, kaydedilmiş bütün günahlarım senindir artık...
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 29.4.2011 12:33:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
'Geldiğin gibi git
Kim olduğunu bilmeden git...'
Çalışmalarımdan notlarla katılmak istedim yazıya... Tebrik ve takdir ile Mustafa Bey...
TÜM YORUMLAR (2)