Bitişlerin Eflatuni Çizgisi Ve Mazzantin ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Bitişlerin Eflatuni Çizgisi Ve Mazzantini...

Hâlâ sıkılmadınız mı?

Üzerinize zorla yapıştırılan ‘etiketli günlerin’ hayatınızı eksilten hafifliğinden, yakındakilere hatta çok uzaktakilere bile bıkıp usanmadan anlattığınız tozlu ‘aşk’ hikâyelerinden, insanların size ne zaman nasıl davranmanız gerektiğini hatırlatan sıkıcı ezberlerinden sıkılmadınız mı gerçekten?

Hayır, kapitalizme hizmet ettiği söylenen ‘balonlu, kalpli’ plastik günlerden bahsetmiyorum sadece. O klişeler olmasa da bize dayatılan bu sistemin bir parçası haline gelerek sürdürdüğümüz hayatlar da yeterince klişe değil mi zaten. İnsan neden bile isteye sıradanlığın küf kokan çukuruna öylece kendini bırakıverir ki?

Peki, siz ne istiyorsunuz tam olarak, mutluluk, huzur, şefkat, güven, heyecan, macera, ne istiyorsunuz? Geleceği belli olmayan tekinsiz bir hayatı tahayyül etme ihtimali bile korkutuyor mu yoksa sizi? Belki de alışkanlıklarınızın konforlu dünyasında ‘bitiş’ çizgisine çoktan vardığınız halde bir türlü bitiremediğiniz ılık bir tutsaklık hissiyle avunmayı seviyorsunuzdur. Sadece toplum baskısı değil yalnızlığın uğultulu korkusu da insana böyle ‘hainlikler’ yaptırır...

Bazen düşünüyorum, soruyorum, hatta muhtelif yazarları kullanarak arada yazıyorum... İnsan nasıl oluyor da yeterince sevilmediğinin, sevildiği halde dolapta unutulmuş eski bir kazak gibi terk edilmenin ya da acımasızca çekip gitmenin huzursuz bilinciyle nefes almaya devam edebiliyor? Asla tam olarak vakıf olamayacağımız kaotik duygu sistemi esas itibarıyla bu çelişkilerin neden olduğu parçalanmayla ilgiliyse eğer, o kırılma anından geçerken hayatta kalmayı nasıl beceriyoruz? Bizi biz yapan titrek duruş, biraz da kalıcı hasarlarla nasıl baş ettiğimizle ve bu korkunç mücadelede taammüden ıskaladıklarımızla ilgili daha ziyade...

Küçük karanlık işaretler...

Kurumaya başlayan bir ağacın dalından köklerine doğru çekilen özsuyunu hissetmesi gibi geleceğe dair ‘küçük karanlık işaretleri’ görüp yola devam edebilmek için onlarla hiç karşılaşmamış gibi davranıyoruz. Durup azıcık o işaretlerin hakiki manalarını düşünsek olduğumuz yere yığılıverecekmişiz gibi ürperip fenalıkları ertelemek için tekrar hayatın bildik düzenine sığınıyoruz sanki... Severken sevmiyormuş gibi yapmaya, istemezken istiyormuş numaralarıyla hayatı eskitmeye, bedenin sahici dili yerine aklın ölçüsüyle geleceği öldürmeye ‘makul’ gerekçeler bulma düşkünlüğümüz bu yüzden belki.

Böyle azap veren çelişkileri yakıcı bir hikâyeyle anlatan yazarlardan birisi Margaret Mazzantini, Sakın Kımıldama isimli romanıyla 2002 yılında İtalya’daki önemli edebiyat ödüllerini toplamıştı. Kitabı 2003’te okuduğumun kaydıyla beraber, bende bıraktığı izi de ilk sayfaya itinayla not etmişim. Bugünden baktığımda puslu bir film karesi gibi görünen o buruk halim, şimdi nedense yüzüme müstehzi bir tebessüm olarak yansıyor. Ve sayfaları tekrar aynı merak ve ilgiyle karıştırırken bir yazarın böyle zor bir hikâyeyle okuru nasıl ikna edebildiğini düşünüyorum hâlâ..

Çirkin bir orospu...

‘İç dökme’ romanı diye de tarif edilebilecek bu kitapta, bir cerrah motosiklet kazası geçiren kızının başında geçmişiyle hesaplaşıyor. Timoteo, burjuva alışkanlıklarıyla hayatını rahatça sürdüren iyi eğitimli, güzel ve bakımlı karısının hamile kalmasından önce bir kenar mahalle kahvesinde çocuk gibi bir kadınla bilerek ‘çarpışıyor’ mu, demek lazım yoksa? O çarpık bacaklı, kedi gibi çevik olan incecik, yoksul kokulu kadına tecavüz ederken içinde garip bir haz da barındıran şiddet duygusuyla tutuluyor desem, daha mı doğru olur bilmiyorum ki... Acımasızca acayip olan bu türden hikâyeler için masumca bir ‘âşık oluyor’ ifadesi, yerine pek oturmuyor çünkü. Hayatın bildik kuralları, o kadını tanıdıktan sonra adam için büsbütün yıkılıyor. Aslında olup biten bu kadar basit ama tek bir farkla; onun âşık olduğu kadın, Italia, çirkin bir orospu!

Başlangıçta para vererek ilişki kurduğu kadını inceliği basitliğinde gizli sade cümlelerle anlatıyor yazar: “O yüz boyası, üzerine tırmandığı apartman topukları, rengi açılmış saçları... Onda benim zevkime uyan tek bir şey yoktu, yine de oydu ve onun her şeyi hoşuma gidiyordu. Nedenini bilmiyordum... O arzu ettiğim her şeydi... Utanmıyordu, sevişmede arsızdı neredeyse, ama ayak tabanını sertleştiren nasırlardan utanıyordu, aşktan utanıyordu. Ancak sonunda, artık yorulduğumda onu alıyor, bir köpek gibi içine giriyordum. Günlerce çalı çırpılar, böğürtlenler, taşlar arasında koşup kulübesini bulan bitkin bir köpek gibi.”

Birbirimizden uzakta öleceğiz...

Mazzantini, aşkın kendisinden ziyade yüzeye çıkmadan evvel gizlendiği o loş yerin ürpertici sessizliğini, ‘ilk günah gibi’ hepimizin doğuştan sahip olduğu suçluluk duygusunun ağırlığına yaslanarak anlatıyor sanki. Bu romanı cazip kılan da ne kolayca okunan basit dili, ne de sıra dışı hikâyesi; sadece kadınsı sezgilerle tarif ettiği duyguların yumuşak kıvrımları bence.

Kendisini ‘ayrıkotu’ sanan güçlü bir kadın, eşit bir ilişki kuramayacağı adama “Sana bırak beni dediğimde sakın ciddiye alma. Tut beni, yalvarırım, tut beni. Ne zaman aklına eserse gel, ayda, yılda bir kere, ama tut beni... Eğer sen istersen vazgeçerim ama şimdi söyle bunu bana, sevişirken söyle” diye yakardığında çaresizliğinin koyu sesini işitir gibi oluyorsunuz. Ve onunla birlikte aşkın sahiplenmeye bile tenezzül etmeyen en zayıf halini düşünmeye başlıyorsunuz. Sıradan aşk itiraflarının gölgesinde yaşayanların giderek nasıl yalnızlaştığını da tabii...

Sonra tanıdığı hayatın alışkanlıklarından kopamayacağını bilen bir erkeğin o eflatuni ‘bitiş çizgisini’ görme anındaki zihin kamaşmasına tanık oluyorsunuz: “Biraz önce üzerinde yattığı ve hâlâ ılıklığını koruyan çarşafa doğru elimi uzattım ve bittiğini, böyle bir otelde bittiğini düşündüm... Devam edeceğiz ve birbirimizden uzakta öleceğiz. Birbirimize ne kadar sarıldığımızı, birbirimizi ne kadar incelediğimizi ve buraya kadar, onun yattığı ve şimdi sıcaklığını yitirmekte olan çarşafın üzerine dayalı koluma kadar süren hayatı asla kimse bilmeyecek.”

Bildiğimiz hiçbir şeye benzemeyen böyle ıssız ve tenha anlar değil midir hafızamızın derin sularından çıkarıp mücevher kutularında sakladıklarımız. Bazen vaktiyle küçümseyip kabullenemediğiniz birisinin varlığını çoktan unutsanız bile, sıradan bir günün ortasında, durduk yerde ekşimsi kokusunu, utangaç gülümsemesini, kederli bakışlarını, çarpık bacaklarını hatırladığınızda onu ve kendinizi ölmeden öldürdüğünüzü bu kışkırtıcı romanın kahramanı Timoteo gibi bilmez misiniz?

Hiçliğin kara yanı...

Muhtemelen bilirsiniz ama o ‘küçük karanlık işaretleri’ gördüğünüzde giderek kısılan iç sesinizi kimselere duyuramazsınız. O cılız sesi paylaşacak cesarete sahip olsanız bile başka bir sınıftan böyle ‘zavallı’ görünen bir insanı ölesiye sevebilmenin ezikliğini kolayca hazmedebilir misiniz, hatta öyle birisini sevebilir misiniz, doğrusu pek emin değilim.

Hâlâ yaşadığının ümidini korumak için sevişen, sevişirken usulca ölen sevgilisinin ardından, “Ayrıkotu, yaşamın artık seni yaralamayacağı yere git, köpek yürüyüşünün eğri büğrü yönüne git. Yukarıda gerçekten bir şeyler olduğunu umarım, bir örtü, bir kanat çünkü hiçliğin kara yanı senin için gerçekten haksızlık olur” diyerek iç çeken karanlık bir adamın günah çıkaran ‘cezalı ruhunu’ hissedebilir misiniz, bilmiyorum. Böyle kahramanlarla kitaplarda, filmlerde karşılaşıp, bir süre şehvetle ‘arkadaş toplantılarında’ onlardan bahsettikten sonra o ‘steril’ hayatlarda dolaşmaya devam ediyorsunuz genellikle çünkü.

Bir gün birilerine vaktiyle birisini ‘bir dilenci, bir kurt, bir ısırgan otu dalı gibi, camda bir kesik gibi sevdiğinizi, hayatta yalnızca onu, kemiklerini, yoksul kokusunu sevdiğinizi’ itiraf edemeyeceksiniz belki ama ‘huzurlu’ gibi görünen biraz sıkıcı bir hayatınız olacak. Olsun, güvenli bir hayat da hiç fena bir tercih değildir. Peki, “Gerçek bir orospu, bir erkeğin gerçek sevgilisidir” cümlesini kim yazmıştı?

Bu arada, bugün ne kutlanıyordu sahiden, kimlerin günüydü o?

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan