BİREYSEL GELİŞ(ME) ME!
“ Hayat, her canlıya sunulan en büyük armağandır. Yaşıyor olmak mutlu olmak için yeter nedendir. Mutluluk ve mutsuzluk aynı duygu kalıbının farklı şekilleridir ve insan her ikisini dış koşullar olmadan da iç dünyasında yaratabilir…”
İnsanı tanımlarken onu; yaratıcı, düşünen, araştıran, sorgulayan, birlikte yaşayan, sanat yapan vb. bir varlık olarak anlatırız. İnsan gerçekte biyolojik,psikolojik yanları olan sosyal bir varlıktır. Bir yanıyla biyolojik ihtiyaçları için hayatta var olma mücadelesi verirken, diğer yanıyla yaşadığı topluma uyum çabası içine girer. Bir diğer yanıyla da ruhsal doyum peşindedir. Bilir ki biyolojik doyum ya da sosyal statü kazanmak, kendi başlarına onu mutlu etmez. Hayat serüvenini yeterince renklendirmez. Ruhsal doyum ihtiyacı, onu, içsel yolculuklara yöneltir. Yaşadığı anın farkında olmak, hayatına anlam ve zenginlik katmak, nihayetinde kendini gerçekleştirme isteği iç yolculuğunun hareket noktalarıdır.Sorun tam da bu noktalarda başlar. Yaşadığı anın farkındalığı; yarınsız bir başıboşluğa, boş vermişliğe; ruhsal doyum ihtiyacı, gerçek dünyadan kopuşa; kendini gerçekleştirme ideali de kendi “ben”inden kaçışa dönüşüverir.
Freud’da gördüğümüz bilinçdışı çatışmalar ve gelişimsel kriz çözümlemelerinin kişiliği oluşturduğu kuramı, insanın kişisel gelişim isteğinin nedenlerini açıklamada yetersiz kalırken Alfred Adler’in mükemmelliğe ulaşmak için uğraşma kuramı, günümüz insanını anlamada insancıl kişilik kuramcılarınca temel alınır. İnsan, yaşamı boyunca kendisini geliştirmek, içinde bulunduğu sosyal çevreye tanıtmak ve yaşadığı hayattan zevk almak eğilimindedir. Bu eğilimler tüm kadim kültürlerin ve semavi dinlerin de temel öğretilerindendir. Hayat bir anlamda bireyin kendini gerçekleştirme alanıdır.
İnsani bir ihtiyaçtan doğan bu eğilim son yıllarda kişisel gelişim çılgınlığına dönüşmüştür. Az çok kazanan, toplumda belli bir yere gelen birey hâlâ neden mutlu olamadığını anlamakta zorlanır. Üstüne üstlük hayatın git gide artan ritmi, sistemlerin tüketmeye yönelik kültürlemeleri, yazılı ya da görsel basında sürekli olumsuzlukların gösterilmesi, kalabalıklar içindeki bireyin sonsuz yalnızlığı mutsuzluğunun daha da artmasına neden olur. Hayatımı değiştirecek bir şeyler yapmalıyım düşüncesi içine girmişken mutlu olmanın yolları, hayatınızı değiştirmenin bilmem kaç yolu, nasıl istediğniz kişi olursunuz gibi çalakalem yazılmış, iyimserlik, yanı sıra alttan alta uzak doğu mistizmi pompalayan kitaplarla karşılaşıverir. Sözüm ona bilge insanlar, bu kitaplarla değerli okuyucularına sonsuz bilginin ve yaşam sırlarının kapılarını açıverirler. “ İste, her şey senin olsun; hayat, sanıldığının aksine çok kolaydır ve istemek sahip olmak için yeterlidir, bir şeyi iste ve evrene bırak, o sana getirecektir, hep mutlu ol, olamıyorsan şöyle nefes al, az sonra kendini mutlu hissedeceksin, değişmek için inandığın ve sana öğretilen her şeyi unut, değişme kolaydır ve birden bire olur…”
Ne güzel sözler… Bir kitap okuyorsunuz ve her şey birden bire değişiveriyor. Çalışmanıza, gelecekle ilgili kaygılanmanıza gerek yoktur, nasılsa evren siz istediğiniz için hazırlığını çoktan yapmıştır. Sonra binlerce yıldır sürdüregeldiğiniz ve genlerinize kodlanmış ulusal kültürü unutmalısınız. Nasılsa size öğretilen kültürler ve dinler üstü bir bilgeliktir(!)
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...