Ay ışığı, gecenin koynunda usulca gezinirken, bir kadeh viskiyi dudaklarıma götürdüm. Kendi içimde yitirdiğim zamanları hatırlatıyordu bu amber rengi sıvı—tıpkı tarih öncesinden fısıldayan bir taş gibi. Tıpkı, Neolitik çağda bir avcının kamp ateşi başında anlatılan eski mitleri dinlerken, uzaklara dalıp gitmesi gibi…
Sen de bir izdin, Paleolitik duvar resimlerinde kaybolmuş bir av sahnesi gibi. Ellerimizin birbirine değdiği günler, ilk insanın mağara duvarına kazıdığı figürler kadar kalıcı ve bir o kadar hüzünlüydü. Parmak izlerimizi taşlara bırakmıştık, ama hangi rüzgâr savurdu seni, hangi çağın selleri aldı götürdü?
Viski, bozkırda unutulmuş bir medeniyet gibi içimi yakıyordu. Senin kokun, bereketli hilalin taş ocaklarında yankılanan çekiç sesleri kadar kadimdi. Göbeklitepe’nin taşları gibi suskundun, ama varlığın hala oradaydı; gölgesiz bir güneş gibi içimde asılı.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta