Henüz köyden başka bir yer bilmezken, gözümüzün gördüğü en büyük mavilik Burdur gölüydü gökyüzünden sonra. Deniz derdik.
Henüz Küçük Mehmet sağken, Hidayet “Tütün” olmadan, Ahmet “Göncü”, Hasan “Dıngır”, Baki “Memo”, Mustafa “Keleş”, Raşit “Efe”, Mustafa “İzzet oğlu”, Göküş Kara Mehmet muhtar, Koca Reis belediye başkanı, Yörük Şükrü gece bekçisi, Dıngır Ali âyan, Demirci Osman Hacı Kar’alilerin Vesile’yle evli iken, İslam oğlu İbrahim’in Gök Mehmet “Boyacı”, Saraçların Kemal’in Yaşar öğretmen, Çankırıların Salim kaymakam, Koca Cafer’in Nazmi komutan olmamışken, Boyacı Alime “Otuzuna kadar ölmezsen, kırkına kadar onmazsan sürün dostum sürün” dememişken, Deli Züra’nın Hüsnü Beyrut’u bilmezken, Deli Omar akıllıyken, Mustan jandarmalar gelirken caddeyi tutmadan, Karahallıların yıkıkta yumurta tokuşturmak en büyük kumar sayılmamışken, Akışların Ramazan’ın Ömer kuş yuvası bozarken kavak ağacından düştüğünde bir erik ağacı hayatını kurtardığında ağaçlara tarif edilemez derecede minnet duymaya başlamışken, Çolak Cafer’in yaptığı köydeki en görkemli uçurtmayı uçurarak ve yektirerek koşarken ”karakuş közlemesi..ciççirilili..” diye bağırdığında aldığı haz peşindeki çocukları hayrete düşürürken ve Şahan’ın kuyu kör değilken, Armutarasında armutlar dallarında ballanırken.
Henüz köyde birkaç kamyon, bir otobüs, bir cip, bir kaç traktör, birkaç motosiklet ve bisiklet varken; atlar, öküzler, mandalar ve eşekler taşıma, tarla ve harman sürme işlerinin başoyuncusuydu.
Henüz katık böyle bol değilken, bir zeytin tanesi bir kaç lokmaya bölünürken, et bayramdan bayrama görülürken, yufkaya kuru üzüm ve kum şeker katık olurken, turşu ve sirkenin bulgur aşı ve tarhanayla saltanat sürdüğü, pek çok insanın gevrek ekmeğine kıtırlaştırılmış kuru kırmızıbiber dürdüğü, kara kovanın saray muamelesi gördüğü, arpa unu karıştırılmış bol kepekli buğday unundan ekmek yapılırken yufkaların, sadeyağlı katmerlerin, kenevir böreklerinin, haşhaşlı dolam-dolamların, cızlakların kokusunun mahalleyi sardığı, İbrahimlerin “İppiş”, Süleymanların “Süllü”, ”Sümmen”, “Sülüş” olduğu günlerdi.
Bellerin, çapaların, küreklerin toprakla kıyasıya cebelleştiği, bilek ve emek gücünün doğayla kıyasıya savaştığı, ekmeğin taştan çıkarıldığı zamandı.
Her türlü işin elle yapıldığı, kerpiç kesmekten bina kurmaya, düven dişemekten yaba, yabaltı, tahra, balta, urgan yapımına, halı-kilim dokumaya, ekin ekmekten orak biçmeye, keçi kılı-koyun yünü eğirmekten bebelerin oyuncaklarını yapmaya, gül toplamaktan gülyağı çıkarmaya akla gelebilecek her şeyin.
Meyveler vardı dersem yalan olur, bir tek elma ağacı -ki “Tangıcın Elma” olarak tarihsel bir kimlik kazanmıştır- sonradan ekşi ve tatlısıyla yazlık elmalar, birkaç kuş kirazı, bir kaç ekmek ayvası, birkaç tülütombak, bir kaç çakal osurtan eriği, bir kaç yoz vişne. Ama verimli ve bakımlı bağlarımız vardı; dana gözü, razakı, büyük ve küçük dimnit, gelin üzümü, horoz taşağı, kedi kuyruğu, gemre, büzgülü çubuklarıyla dolu. Bol bol pekmez kaynatılan ve pazarlara bolca üzüm tutulan.
Önce kandillerle, sonra gaz lambalarıyla, daha sonra lüks lambalarıyla aydınlanırdık geceleri. Her evde gemici fenerleri pilli el fenerlerinin işini görürdü. Çoğunluk yoksul, birazı orta halli, pek azı zengindi halkın. Hani elli dönüm tarlası olanın ağa sayıldığı dönem. İmecenin, insan severliğin, eş-dost olmanın, hısım-akrabalığın, sevmenin, sevilmenin henüz içinin boşaltılmadığı yıllar.
Dillere destan aşklar vardı, dillere destan fedakârlıklar.
Oda’larımız vardı, yaddan-yabandan gelenleri ağırlamaya, gezici aşıklarımız vardı Köroğlu’nu, Arzu ile Kamber’i, Zaloğlu Rüstem’i, Hayber Kalesi’ni, Alim Efe’yi sazıyla ve mânileriyle anlatan.
Üçeteklerimiz, bindallılarımız, poturlarımız, çarıklarımız, yemenilerimiz, el emeği göz nuru çeyizlerimiz, işlemeli yağlıklarımız, çevrelerimiz, işlentilerimiz vardı.
Halı evlerimiz vardı; içinde genç kızlarımızın, kadınlarımızın elleriyle, gözleriyle, akıllarıyla var ettiği çeşit çeşit köşe göbek, saat kapağı, üzümlü, serpme halıların dokunduğu, yanık türkülerin okunduğu, dostluğun, paylaşımın, yardımlaşmanın ve birlikte üretmenin tadının birlikte yaşandığı. Gülcenlerimiz, kirkitlerimiz, varangelenlerimiz, çemberlerimiz, yatırlarımız, çakıldaklarımız, modellerimiz vardı.
Kozalı koşum takımlarımız, gümüş kakmalı eyerlerimiz, sahtiyandan Çerkez kaltaklarımız vardı.
Kendimizin yaptığı oyuncaklarımız; afyon çöpünden tespihlerimiz, iskeleti kendir çöpünden yapıştırıcısı hamur ve yumurta akından uçurtmalarımız, gazete kâğıdından kerkenlerimiz, hallembelerimiz, karpuz kabuğundan bidibidilerimiz, oyma topaçlarımız, delikli paraların göbeğine iğde çekirdeği geçirilerek yapılmış fırıldaklarımız vardı.
Düğünlerimiz, bayramlarımız, ağıtlarımız, yağmur dualarımız, kutlamalarımız vardı. Maşalalar kurulur, tam takım çalgılar gelir, kazanlarla yemekler pişirilir, hemen herkes yöre oyunlarını kendince oynar, büyükler büyüklüğünde, küçükler küçüklüğünde yaşayıp giderdi.
Suya, belediyeye, elektriğe, kanalizasyona, fırına, adam gibi bir yola kavuştuk.
Deniz dediğimiz Burdur gölü küçüldü zaman akıp giderken. Yeraltı suları derinlere, daha derinlere kaçtı.
Ekinlerimizi önce orak makineleri biçti, harman makineleri harmanladı ve savurdu, samanlarımızı makinelerle yaptık, traktörlerle taşıdık, sonra biçerdöverler biçti, balya makineleri balyaladı.
Yerli ineklerimizin yerini ithal inekler aldı, keçilerimiz orman düşmanı oldukları gerekçesiyle neredeyse kalmadı, yerine “fenni” keçiler gelmeye başladı, koyunlarımızın cinsleri değişti, mandaların kökü kurudu. Süt sağmak her evde sağma makineleriyle yapılır oldu. Şimdilerde payamlar da makineyle hampaklanıyor.
Organize sanayi bölgemiz ve havaalanımız oldu istimlâk edilen tarlalarımızın üzerinde. Para gelecek diye koşar adım teslim ettik tarlalarımızı, sonrada istimlâk paralarıyla büyük traktörler aldık artmış gibi toprağımız.
Sütlükler, teldolaplar yerlerini buzdolaplarına, çövenler sabun ve deterjana, tokuçlar çamaşır makinelerine, küllü sular kaynatılan kazanlar güneş enerjilerine ve termosifonlara, cumbalı kerpiç-kâgir binalar betonarmelere, ocaklar, sobalar kat kaloriferine, seyyar ve sabit sinemalar televizyona bıraktı.
Hemen her evde motorlu araç var, bazılarında birkaç tane birden.
Meyvelerimiz çoğaldı yozlarının yerlerini alarak ve artarak; golden, starking, granny smith elmalar, napolyon kirazlar, santa maria armutlar. Tohumlarımızın çoğu yabancı isimlerle yabancılarca sunulur oldu.
Hazır oyuncaklar doluştu çocuklarımızı ellerine, televizyon, bilgisayar, internet oyunları mıhladı sandalyelerine onları, toprakla, açık havayla, doğayla bağlarını kopartarak ve kendi oyun ve oyuncaklarını yaratma ve yapma şanslarını da yok ederek.
Kenarı türlü çeşitli oyalarla bezenmiş yazmalar, tülbentler yerini türbana bıraktı, feraceler tesettür mantolarına teslim oldu. Kılığımız kıyafetimiz değişti.
Unlarımız şimdi, kar gibi bembeyaz kepeksiz has un(!) , hamurlar fırıncıya yoğurtulur, yufka pişirilirken türüm türüm kokmaz, ekmekler fırından hazır alınır oldu.
Halı evleri boşaldı, tezgâhlar yerlerini terk edip geçmişe karışıp gittiler. Halıcılıkta kullanılan pek çok alet kayıplara karıştı, varlıkları unutuldu.
Askerlik ve Hicaz’dan başka gurbet bilmezken önce Almanya girdi söz dağarcığımıza ardından başka ülkeler. Sonra ülkemin farklı il ve ilçeleri. Sonrada görünmez bir göç.
Köyde; terzi, değirmenci, kunduracı, kalaycı, semerci, yorgancı gibi el zanaatkârları kalmadı.
İşadamı olma yolunda çabalarken iflas edenler, kredi borçlarıyla batanlar, evini damını satanlar oldu. Kâh bunalımlarıyla canına kıyanlar kâh köyü terk edenler...
Hemen her şeyimizin yeri dolduruldu çağımızda. Bir tek şeyin yeri hep ve hâlâ boş. Okumanın.
Çağa ayak uydurma, liberalleşme, küreselleşme hızarıyla doğranan değerlerimizin yerine koyacak bir şey bulamadık paradan başka. Bu uğurda öz kültürümüz aşına aşına özümüze, dilimize, ilimize yabancılaşan, özümüzü yavaş yavaş kemiren tortular bırakmaya devam ediyor.
Köyümüzden vali, doktor, mühendis, pilot, asker, polis, öğretmen, imam, avukat, araştırmacı dahil pek çok meslek erbabı yetiştirdik. ÖSS birincisi bile çıkardık. Köyümdeki saz sanatçısı ustalar bağışlasın, o kadar az ki sayıları, sanatçı yetiştiremedik. Bir heykeltıraş, bir sinema-tiyatro sanatçısı, bir ressam, bir yazar, bir besteci…
Ne köylü kalabildik, ne kentli olabildik.
Düzenini az masraf çok kazanç üzerine kuran çarpık kapital çarkı ucuz düşünceler, sıradan çıkar hesapları, yoz ilişkiler ormanına bırakıverdi hepimizi.
“ Hayat zorlaştı”, “Zaman işte! Ne yapacaksın” gibi söylemler arasında yitirdik pek çok değerimizi, partilerimiz en öncelikli değerlerimiz oldu, kamplara bölündük zamanla, kahvelerimiz ayrıldı, selamlarımız esirgenir oldu. Ziyaretlerimiz seyrekleşti, daha az paylaşır olduk.
Gelenekler batırdık, gelenekler icat ettik. Çıkarlar ve yapaylık sarıp sarmaladı dört bir yanımızı. Her şey değişti, bizler de değiştik.
Küllerinden doğmuş genç cumhuriyet borçsuz, çağdaş, bağımsız, özgür, demokrat ve kalkınmış bir ülke var etmeye çalışırken egemen güçlerin kıskacında daha kırk yıl önce kişi başına 100 dolar olan borcumuz 4000 dolarlara taşınıverdi. Enflasyonu öğrendik, kur ayarı, ekonomik kriz, global sarsıntı öğrendik. Kişi başına gelirimiz de taşındı yukarılara bu arada. Nüfusumuz da. Darbeler, muhtıralar gördük. Seçimler yaşadık. Kimimiz komünist damgası yedi kimimiz faşist çoğu anlamlarını dahi bilmeyenlerden. Kardeşkanı akıttık, şehitlerimiz oldu “gibi” savaşlarda. Demokrasi oyunlarına tanık olduk. Asker gönderdik müttefiklerimizle birlikte.
Nelere rağmen elde ettik edinimlerimizi. Kim öğretti bize üzümünü yiyip bağını sormamayı? Satılan, yitirilen öz varlıklarımız için acı duymayı öğrenebildik mi?
Gidiyoruz bilmediğimiz bir hızla önlenemez değişimin kucağında… Nereye?
Bu kitap.. Masal işte.. Her masal gibi bilinmeyen zamanlardan söylenceler anlatır. Bu söylenceler içinde dedemin çocukluğu benim yaşlılığıma, annemin ölümü babasının delikanlılığına karışıp gitmiştir yaşam karmaşası içinde. Masalın sonunda gökten üç elma düşmez diğer masallardan farklı olarak. Kişiler, olaylar ve yerler hem kurgudur hem hayal ürünü. Bir o kadar da örtüşür yaşanmışlıklarla.
“Acıklı, gülünç, dokunaklı, gülümseten, hem acıtan hem güldüren pek çok anlatı, susuzluktan kuruduğu için bugün artık var olmayan Farı ovasındaki ulu kavakların yaprak hışırtıları arasında, sarı saçlı, çakır gözlü, soluk kara önlüklü ve sümüklü bir köy çocuğunun ağzında üflenen, narin bir söğüt dalının sunduğu küçücük bir düdüğün sesinde ünlenir ve karışır gider bir deli poyrazla mavi kırlangıçların gittiği yere.”
Bu kitap o anlatıların, o değerlerin mini minnacık bir kısmını gitmekten belki alıkoyar.
Mehmet Gıyasi AydemirKayıt Tarihi : 18.11.2008 20:28:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bir Zamanlar Bir Köy Masalı

Önce kandillerle, sonra gaz lambalarıyla, daha sonra lüks lambalarıyla aydınlanırdık geceleri. Her evde gemici fenerleri pilli el fenerlerinin işini görürdü. Çoğunluk yoksul, birazı orta halli, pek azı zengindi halkın. Hani elli dönüm tarlası olanın ağa sayıldığı dönem. İmecenin, insan severliğin, eş-dost olmanın, hısım-akrabalığın, sevmenin, sevilmenin henüz içinin boşaltılmadığı yıllar.
Dillere destan aşklar vardı, dillere destan fedakârlıklar.
Üçeteklerimiz, bindallılarımız, poturlarımız, çarıklarımız, yemenilerimiz, el emeği göz nuru çeyizlerimiz, işlemeli yağlıklarımız, çevrelerimiz, işlentilerimiz vardı.
Halı evlerimiz vardı; içinde genç kızlarımızın, kadınlarımızın elleriyle, gözleriyle, akıllarıyla var ettiği çeşit çeşit köşe göbek, saat kapağı, üzümlü, serpme halıların dokunduğu, yanık türkülerin okunduğu, dostluğun, paylaşımın, yardımlaşmanın ve birlikte üretmenin tadının birlikte yaşandığı. Gülcenlerimiz, kirkitlerimiz, varangelenlerimiz, çemberlerimiz, yatırlarımız, çakıldaklarımız, modellerimiz vardı.
Ekinlerimizi önce orak makineleri biçti, harman makineleri harmanladı ve savurdu, samanlarımızı makinelerle yaptık, traktörlerle taşıdık, sonra biçerdöverler biçti, balya makineleri balyaladı.
“Acıklı, gülünç, dokunaklı, gülümseten, hem acıtan hem güldüren pek çok anlatı, susuzluktan kuruduğu için bugün artık var olmayan Farı ovasındaki ulu kavakların yaprak hışırtıları arasında, sarı saçlı, çakır gözlü, soluk kara önlüklü ve sümüklü bir köy çocuğunun ağzında üflenen, narin bir söğüt dalının sunduğu küçücük bir düdüğün sesinde ünlenir ve karışır gider bir deli poyrazla mavi kırlangıçların gittiği yere.”
bravo üstad , bravo !! şu akıcı anlatımın içine işlediğin ilmik ilmik imgeler için şapka çıkarıyorum.
selamlarım
TÜM YORUMLAR (2)