SÖYLEŞİ Suat TUTAK
13. 05. 1990
ANILARDA KALAN BİR SÖYLEŞİ...(2)
BİR YÜCE ÖĞRETMEN, HASAN ÇETİNTÜRK...
Söke ilçemizin güzide bir mahallesi vardır.. Konak mahallesi. Bu mahallemizin Aydın Caddesi kenarında bir güzel ilkokulu olan KOCAGÖZ İLKOKULU’ muz, (Şimdiki adı Koca-gözoğlu İlköğretim Okulu’dur) Hemen bitişiğinden başlayan Kocagöz Sokağından Kuzey’ e doğru bir miktar çıkarsanız, sağ tarafta dar bir sokak görünümünde başlayıp (bugün orası açılıp koca bir cadde girişi yapıldı.) yana ileriye, Doğu’ ya doğru genişleyen, NAMIK KEMAL Caddemiz karşınıza, önünüze gelecektir. İşte bu caddeye girip doğuya doğru uzunca bir süre yaya olarak gidince, Aydın Caddesi’ nden başlayıp Kuzeye doğru yükselen bir OKUL Sokak’ ı bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu Namık Kemal Caddesi ile Okul Sokağının kesiştiği noktada, üst köşede, tam Sıdıka Okulu (bugünkü adı Sıdıka İlköğretim Okulu’dur.) karşısında İki kat ve bir çekme katlı, bahçeli bir ev görürsünüz.. Ağaçlar, çiçekler, yeşillikler içinde bir evdir burası. Namık Kemal Caddesi’ nden 8, Okul Sokaktan 5 numarayı almaktadır bu ev.. Birinci katına çıkıp, ziline dokunduğunuz zaman (merhum) Hasan Hocamızı karşınız-da görürsünüz.
Yaşamındaki acılarının omuzlarını çökerttiği, hafif öne doğru eğik duruşuyla, Atatürk’e benzeyen uçları kalkık, çatık, dik ve gür kaşlarıyla, o yüce gönüllü, hoşgörüsüyle yüce öğretmen Hasan ÇETİNTÜRK’ tür bu... Türk anane ve örflerine göre sizi karşılayan, gelenin yaşına bakmadan hizmet etmeyi bir ata göreneği sayan o, büyük insan Hasan hoca...
Bizi; Osmanlı mimarisinde görülen kemerli salonuna aldığında, kısa zaman önce kay-bettiği, oğlu ARGUN’ un acısıyla bir kat daha çökmüş, her hareketinden acısı belli olan, çok mahzun bir baba olarak gördüm Hasan Hoca’ mızı... Sesleri boğuk boğuk, boğazında düğüm-lü, dokunsanız ağlayacak durumdaydı. Bu görüntü bana atalarımızın, “Ateş, düştüğü yeri yakar..” sözcüğünü, bir kez daha idrak ettiriyordu. Söze, nasıl ve nereden başlayacağımı kestiremiyordum. Bir ara özür dileyip, dönmeyi bile düşündüm.. Ama bu söyleşi görevini üstlenmiştim. Yazımızın dergiye yetişmesi için zaman azdı. Yanımda kızım Melek’ i de götürmüştüm. Hemen onu tanıştırdım ve böylece söze girmiş oldum. Aldığım güçle ve cesaretle ilk sorumu yönelttim:
S.Tutak: - Sayın Hasan ÇETİNTÜRK, “Beşparmak” Dergimizde gelenek haline getirmeyi amaçladığımız, her sayımızda bir söyleşiyi yayınlama isteğimizdir. Dergimiz yazı ailesince ayrı ayrı birer değer bilip saygı duyduğumuz, bu beldeye büyük hizmetleri olduğunu kabul ettiğimiz büyüklerimizi, yazarlarımızı, şairlerimizi, yöneticilerimizi, zaman zaman söy-leşilerle okuyucularımıza yakından tanıtmak, birer tarihi belge halinde dergilerimizde yer verip, gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. Bu amaçla; sizi bugün evinizde, ziyaret etmiş bulunuyoruz. Bize kendinizi,hem bir eğitici, hem edebiyatçı, hem de Cumhuriyetimizin ilk yıllarını görmüş bir kişi olarak tanıtır mısınız? Nerede doğdunuz? O yıllarda sosyal, ekonomik, kültürel şartlar neydi? Bu yıllara bir örnekleme yapar mısınız?
H. Çetintürk: - babam Yemen’de savaşırken Mayıs 1915 “1331 tevellüt” de Isparta ili, Uluborlu kasabası, Küçükkabaca köyünde doğmuşum. Babam iki evliymiş. Benim doğduğum gün, ay belli değildir. Daha sonraları anama sorduğumda, bağ filizi zamanında babam Yemen’de seferde iken doğduğumu söyler, kesin gün ve ayı bilmezdi. Bizim oralarda bağlar Mayıs aylarında filizlenir. Buradan, Mayıs ayında doğduğumu belirlemiş oluyorum.
O yıllarda Yemen’deki savaş nedeniyle Devlet, köylerden buğday topluyor, köyün araç ve hayvanlarıyla, kağnılarla görev verdiği köylülerle bunları en yakın tren istasyonlarına gönderiyor, oradan bu erzakları Yemen’de savaşan askerlere gönderiyormuş. Bu, devlet eliyle toplanan buğdaylara Vaziyet buğdayları diyorlarmış. Kağnı konvoylarıyla köyden seçilen gönüllülerle bu buğdaylar taşınırmış. Benim bir-iki yaşlarında süt çocuğu olduğu o sıralarda, bir harman mevsiminde annem harmandaki buğdaylarımızı Devlet’ e verip gönüllü olarak kağnılarla taşımaya gitmiş ve beni sütten kesmek zorunda kalmış. Onun için bana zaman zaman anam;
“- Bende altı aylık hakkın kaldı, helal et”derdi. Bunu bir şiirimde belirttim. Az sonra o şiirimden bir–iki mısrayı size okuyacağım. İşte anamın vaziyet buğdayları’nı gönüllü olarak kağnı konvoyuyla götürdüğü o günlerde, babamın ikinci eşi, üvey annem beni mama ile besleyip, kendi annem dönünceye kadar bakmış. Sütten kesilmem de bu dönemde olmuş. Anamın içinde bir acı olan bu sütten ayrılmamla ilgili iki mısramı size sunuyorum:
Anam, “-Altı aylık hakkın kaldı, helal et! Derdi
Onun bu yurt sevgisi, bana ne dersler verdi.
Yunanlılar’ın Afyon, Eskişehir yörelerine geçişleri sırasında, “-Cavur geliyor” diye, köylüler kap kacağını toprağa gömüp göçe hazırlanırken(ben çok küçüktüm o sıralar) ayağımdaki fistanın kemerine bir ekmek bıçağını sokmuştum.”-cavur gelirse keseceğim..” diyordum. Bizim milletimizin yediden yetmişe her ferdinde bu vatan sevgisi, bu derece güçlüdür. Küçücük bir çocuk olmama rağmen bendeki bu düşünce, işte bu duyguların bir örneğidir. Size o yıllarımı ve çocukluğumu anlatan, seneler sonra yazdığım “Senelerin Ardından” isimli şiirimi sunuyorum:
SENELERİN ARDINDAN
Anam beni doğurmuş tenha bir gün baharda,
Babam çakmak çalarken Yemen adlı diyarda.
Daha senem dolmadan hastalık yakalamış,
Yıllarca o taptaze vücudumu dalamış.
Anamdan emdiğime burnum bir oluk olmuş,
Kendin canlı cenaze, yüzüm sararmış, solmuş.
Uzun süren ağıttan köylü kurtulsun diye
Komşu İmam Efendi şunu etmiş tavsiye:
Biri bir çul içinde bırakmış mezarlığa,
Biri aldıktan sonra açılmışım varlığa.
Ben otlar, dikenlerle güreşirken toprakta
Anam elinde saban, gün batarmış ırakta.
Köy kağnı kervanıyla vaziyet buğdayları
Götürülüp dönünce süt emmemişim gayrı.
Tam üç gün üvey anam oğullarıyla bakmış,
Beşikte ırlayarak bana ninniler yakmış.
Anam”Altı aylık hakkın kaldı, helal et! “ derdi;
O ’nun bu yurt sevgisi bana ne dersler verdi! ..
Ağam beni sırtından bırakırmış çamura,
Bazen de ağlatırmış etimi bura bura.
Anam”Baban izinli gelecek! ..”deyip durmuştu,
Gözüm yollarda, kafam baba düşü kurmuştu.
Elimden tutup karşı götürmüştü de abam,
Beni kucakta sıkıp şaaap şap öpmüştü babam! ..
Hala yanakta yansır o dudakların tadı,
Uygun bir söz olsundu bu öpüşlerin adı! ..
Bir gün hantal kunduram çamura yutulmuştu,
Bu kusrum karşısında her şey unutulmuştu.
Kah itile kakıla, çamurda yuvarlana,
Nice canavarları tepip çıktım meydana! ..
YABAN’ ın arsalığnı yaptığı köhne köyle,
Hala candan bağlıyız ve kalacağız öyle! ..
Babam dünyada yoktu, bir gün anama sordum:
“-Ben hangi ay, hangi gün doğdum ana! ” diyordum..
“-Baban seferberlikte, bağ filizi zamanı,
Daha sen beş aylıkken kaldırmıştık harmanı,
.......................................................! .......”
Baktım ki denenlerle bir noktaya varılmaz,
Cevap alınmayınca tekrar sual sorulmaz! ..
Okuyup yazma bilen seferdeymiş elimde,
Doğduğum gün ne gezer, ay bile yok elimde! ..
Gündüz perdiperişan kalsam içten çöküşle,
Yüzümde güller açar gece rüyayla düşle! ..
Ben böyle yapayalnız seyrederim bu filmi;
Benim gibi bakacak var mı, çağırsam kimi? !
Ankara: 16. 12. 1939 – Hasan ÇETİNTÜRK
S.Tutak: - Sayın hocam, biraz da okul yıllarınızdan, o yıllara ait anılarınızdan konuşalım mı, ne dersiniz?
H. Çetintürk: - Ben İlkokulu babam öldükten sonra bitirdim. Bize öğretmen olarak gelen Mehmet AZMİ Bey derse girmeye başladığında, kolunda İstiklal Harbi’nden aldığı, henüz kapanmamış yara izlerinin olduğunu söylerlerdi. İlk okumaya onunla başladım. Köyümde bitirdim. Bize, Ortaokula gitmemiz için teşvik ederdi. Onun bu teşviki üzerine Yalvaç Ortaokulu’na gittim. Babamın ölümünden sonra 3 çocuk, bir de annem olmak üzere 4 kişi kaldık. Annem çifte gider, ben okuldan çıkınca kardeşlerime bakardım. Üvey annemden de kardeşlerim vardı.
Bir gün üşümüş oldukları için ocağa ateş yaktım. Acıktıkları içinde ekmek verdim. Annemin çiften gelmesini beklerken, ekmek ısırmakta olan kız kardeşimin etekleri alevden tutuşmuş, bağırması üzerine ateşi söndürdüm ama, o yanıktan kurtulamayarak öldü... Altı ay sonra da, yine çiftten gelmekte olan annemi beklerken, ölen kız kardeşimden iki yaş küçük olan oğlan kardeşim, damdan düşerek öldü.. O sene ben İlkokulu bitirdim. Ben ortaokula devam etmek istiyordum. Annem yalnız kalacağından, okumama razı olmuyordu.. Bir sene okumaya ara verdim. 1928’de, yeni harfler kabul edildiği yıl, ısrarlarıma dayanamayarak, Yalvaç Ortaokulu’na gitmeme izin verdi. Bu okulu bitirdikten sonra, 1932-1933 ders yılında İzmir Erkek Öğretmen Okulu’na girdim. Atça’da ve Nazilli’de öğretmenlik ve Yedek Subaylık yapıp, Gazi EĞİTİM ENSTİTÜSÜ Edebiyat şubesine girdim. Orada iken Kompozisyon öğretmenimiz Ahmet Kutsi TECER’ in “TEZ” olarak verdiği “ KÜÇÜK KABACA’DA DÜĞÜN “ derleme, bir örf ve adet romanı niteliği taşıyan bir çalışmam var. Rahmetli TECER Hocam, Gazi Eğitim Enstitüsü neşriyatı olarak yayınlayacaktı. İKİN-CİLİK derecesine layık görülmüştü. Hocam, Millet Vekili olarak ayrılınca, yayınlanamadı. Bu eserimin Gazi Eğitim Enstitüsü arşivlerinde bulunduğunu, benden sonra mezun olan öğreten arkadaşlardan öğrendim.
S. Tutak: - Sayın Hocam, Devletin savaş anında vaziyete aldığı hayvanları veya araçları savaştan sonra ya iade ediyor veya belli bir değer üzerinden parasını ödüyormuş, İstiklal sırası sırasında sizden aldığı hayvanları veya ücretini size ödedi mi? Bir de o yıllarda akrabalarınızla bir araya gelebildiniz mi?
H. Çetintürk: - Devlet, İstiklal Savaşı’na vaziyet ettiği, el koyduğu hayvan, kağnı gibi malların değerlerini savaştan sonra o günkü biçilen fiyatlar üzerinden ödüyordu. Bizden alınan 2 Öküz ve bir eşeğin bedellerinin, daha sonraları ödenmiş olduğunun rahmetli babam tarafından, her birinin değerinin ayrı ayrı zikrederek beyan edildiğini hatırlıyorum.
Diğer sorunuza gelince; Annemin dayısı vaktiyle, gençken, gelip Kuyacak’ ta yerleşip evlenmiş. Daha sonra Yunan işgali sırasında, bazı hayvanlarını da alarak göç edip, bize geldikleri, bir hayli kaldıklarını hatırlıyorum. Bağ-bahçe işlerimizi o hayvanlarla yaptığımızı, kızı Zahide ile arkadaşlık yaptığımızı hatırlıyorum. Yunan, yurttan atıldıktan sonra onlar, tekrar yurt ve yuvalarına döndüler. Üvey kardeşlerimden sadece bir ağabeyim yaşamaktadır..
S. Tutak: - Sayın Hocam; bu kentte sizden ışık alan, sizin öğrenciniz olan, işaret ettiğiniz prensipleri kendine amaç edinen yüzler, binlerce kişi yaşamaktadır. Ben de bunlardan biriyim. Belki, bu yaydığınız bilim, eğitim ışığından faydalanan bir noktacığım.. Kendimi, bunun için şanslı sayıyorum. Bu kişiler ki şuan; bu beldede ve yurdumuzun birçok yerlerinde, çeşitli dallarda hizmet vermektedirler. Böylesine başarılı, onurlu bir geçmişe sahip olmanın huzuru içinde olmalısınız.. Bir eğitimci, emekli bir öğretmen olarak neler hissediyorsunuz? Duygularınızı bize açıklar mısınız?
H. Çetintürk: - Kemalettin KAMİ; “Bingöl Çobanları” adlı şiirinde:
“Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eskileri;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. “ beyti, bu sorunuza cevap teşkil eder sanırım.. Kuzular büyüdü. Ana ve baba oldu. Onların çocukları da talebelerimiz oldular..
1974’e kadar 36 yılı aşkın bir hizmet dönemi içinde ve emekli olduktan sonra bu kuzularla karşılaşır, elimin öpüldüğü, sayıldığımı duyar, onların gözlerinden öperek iftihar ederim. Asıl eserlerim, ömür boyu derlediğim Türk Atasözleriyle, manzum ve mensur yazılarım değil, bu kuzulardır. Sizinle ve diğer öğrencilerimle iftihar ediyorum.
S.Tutak: - Sayın Hasan Çetintürk; şimdi sizin izninizle, 25-30 yıl öncesine, (Bugün için kırk yıl öncesine) eski Ortaokul yıllarındaki öğretmenlik dönemlerinize, sizi götürmek istiyorum. Benim öğrenciniz, sizin Türkçe öğretmeni olduğunuz yıllara, şöyle bir uzanalım mı sayın hocam..? Eski dostları, onlarla yaşanılan anıları yad edelim mi? Sayın Okul Müdürümüz Ali Perinçek’i, Müdür Yardımcımız Muzaffer Gürer’i, Hatice Hanım’ı, Makbule Hanım’ı, resimci Süheyla Hanım’ı, İngilizceci Nuray Hanım’ı, Hilmi Meydan’ı, Türkçeci Şahap Kara-dayı’ yı, Fizikçi Adil Şenbaklavacı’ yı, Matematikçi Mustafa Yağcı’yı, eşi Suna Hanım’ı, resimci ve iş dersi öğretmeni İlhan Doğan’ı ve matematikçi Mustafa Uzgur’u, daha şuan anımsayamadığım nice öğretmenleri, din dersi öğretmeni İsmail hocayı, matematikçi Nuran hanım, en son hatırladığım İsmail (Çatlak) hocayı bir bir konuşalım mı? Nasıl hatırlıyorsunuz o yıllardaki eğitim ailesini, çalışmalarını, öğrencilerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir anınız var mıdır? Bize anlatır mısınız?
H. Çetintürk: - Söke’ye 1946-1947 ders yılında Karaman’dan gelmiştim. O zamanlar; eleme imtihanları yapılır, bunu kazananlar, sözlü imtihanlara girer, Ortaokulu bitirirlerdi. Türkçe ve Matematikten mutlaka eleme imtihanlarına girilir, diğer üçüncü dersi her yıl bakanlık tayin ederdi.daha evvel Söke Ortaokulu özel olduğu ve eleme imtihanına girecek olan, okuttuğum 3. sınıf Bakanlıktan gelecek eleme imtihanlarında başarı sağlayamayacağı kanaati, bende hasıl olduğu için, son dersten sonra her gün akşam üzerileri eski meyan fabrikasının batısındaki bir tepede açık hava dersi yapardık. Öğrencilerim o kadar istekliydi ki; hazırlanıp sıraya girer, beni gelip öğretmenler odasından alırlar, hiç eksiksiz açık hava dershanesine giderdik.. Bu çalışmanın sonucunu eleme imtihanlarında, ben ve öğrencilerim fazlasıyla almıştık. Öğrencilerimizle bütün çalışmalarımızda, daha sonraki yıllarda, açık hava dershanesinde değil ama, derste ve ders dışı zamanlarda ayni samimiyetle öğrenci ve öğretmen münasebetlerini yürüttüğümüz kanısındayım.
S. Tutak: - Sayın Hocam; şimdi biraz da, askerlik yıllarınızdan, o yılların ilginç olan anılarından, daha önceki öğrencilik döneminizden kısa kısa pasajlar halinde yer verebilir miyiz? Sizin de çok sevdiğiniz, saygı duyduğunuz öğretmenleriniz olmuştur. Bizlere, o günlerinizi anlatır mısınız?
H. Çetintürk: - Söke’ye ilk olarak İkinci Cihan Harbi’nin şartları icabı, Gazi Eğitim’ i bitirir bitirmez, 1941 yılı Mayıs sonlarında, ikinci askerliğimi yapmak üzere Yedek Subay olarak geldim. O zamanlar Söke, Sivrisinek ve sıtmanın çok yaygın olduğu bir özellik taşıyordu. Alay’ın bir bölüğü Didim’de, bir b ölüğü Doğanbey’ de ileri karakol vazifesi g örüyordu. 1942 yazında, bizim b ölükte Doğanbey’ deydi. Sisam, İtalyan İşgalindeydi.. Oradan atılan top seslerini duyardık. Bir mangamız Dikburun’daydı. Bir miktar Yunanlı, Sisam’ dan kayıkla mülteci olarak gelmek istemiş, bizim manga, kayıkçı da dahil onları burada alakoymuşlar.. Ben Dikburun’ a vardığımda, bu Sisamlılarla karşılaştım. O zamanlar kayıkla yakalanınca, geriye çevirme emri vardı. İki kız sahibi bir baba, Yunanca ora dalyanındaki birisinin tercümanlığıyla yalvarıyor, kızlarımı da kurtarmak için kaçtım. Siz öldürün, beni geri göndermeyin, diyordu. Askerlerden aldığım iki somunu verdiğim zaman, yumruk kadar parçaları birer lokmada yiyorlar, deniz kenarındaki kabuklu hayvanları diri diri, çiğ çiğ ağızlarına atıyorlardı.
Konuşurken; açlıktan, midelerindeki boşluğu bastırarak ancak konuşabiliyorlardı. Ben kayığa bindirerek, emir icabı geri gönderirken, denize açıldıktan sonra dümen kırarak, güneye açılıp yine bir Türk kıyısına çıkmak üzere yöneldiklerini gördüm. Bu beni etkileyen bir askerlik hatıramdır.
Öğrencilerimi sevdiğim gibi, bir hayli yekün tutan öğretmenlerimi de en içten sevgimi ve bunun için isim zikretmek istemediğimi belirterek, çoğunu rahmetle, varsa sağ olanları hürmetle yad eder, ellerinden, en içten sevgilerle öperim. Gerek öğretmenlerime, gerek öğrencilerime ve gerek askerliğime ait hatıralarımı buraya sığdırmak mümkün olmadığı için bu kadarla, kesmeyi yeğliyorum.
S. Tutak: - Sayın Hocam; izninizle sizin bir özelliğinize burada değinmeden geçemeyeceğim. Siz Türkçe derslerine girerdiniz. Siz ders anlatırken öğrencilerinizden esneyen oldu mu, özellikle ağzını kapatmadan esneyen öğrencilerinize çok kızardınız. Önce azarlar, tenkit eder ve daha sonra nasihatlara başlardınız. Uzun uzun nasihatlarla dersimiz sona ererdi.. Bazı öğrenci arkadaşlar, sizin bu özelliğinizden çoğu zaman yararlanmaya çalışırlardı. Derse kalkacakları veya çalışmadıkları yazılı sınavlarda, hep esneme yöntemine giderler, bilinçli bir şekilde sınavın olmasına engel olurlardı. Bu özelliğiniz daha sonraki yıllarda da devam etti mi? Bu durumdan siz de şikayetçi miydiniz? Neden bu derece kızıyordunuz? Eski yıllara varan bu özelliğiniz, halen devam ediyor mu?
H. Çetintürk: - Emekliliğimle sona erdi. Esnemek, uykunun mukaddimesidir. Ve uyku da, çevreyle maddi ilişiğin kesilmesidir. Esneyen bu esnada dikkatten yoksundur. Onun için, bu türlü davranmış olabilirim. Öğrencilerimin bu türlü şeytanlıklarının da farkına varmamış olabilirim. Onun için bu olayları pek hatırlamıyorum.
S. Tutak: - Bugün 13 Mayıs 1990 Pazar, Yurdumuz ve dünyada anneler günü.. Bu anneler gününde sizleri yalnız bırakmamak ve büyük acınızı biraz olsun hafifletmek üzere, kızım Melek’ i de yanımda getirdim. Sizin kızınız, torununuzdur.. Bir eğitimci olarak Anneler gününü ve anlamını bize anlatır mısınız?
H. Çetintürk: - Anneler günü dolayısiyle rahmetli, kuvvetli şair ve folklocü sayın Hocam, Ahmet Kutsi TECER’ in “ANNELER” adlı şiirini okuyarak, bu sorunuzun cevabına başlayalım:
ANNELER
Dal bir gün dedi ki tomurcuğuna;
Tenimde bir yara işler gibisin
Dilerim rüzgarlar keder vermesin
Anneler beşikten der çocuğuna;
Acını görmesin gözüm alemde
Teselli demeksin bana son demde
Bütün ümitleri sel alır gider;
Tomurcuk açılır yel alır gider
Anneler büyütür el alır gider.
Bu şiirden sonra sayın Hocam Hasan Çetintürk, durakladı. Gözleri dolu dolu oldu, bir süre konuşamadı. Biraz beklemem için izin istedi... Yine büyük acısı tüm varlığını sarmış, onu çaresiz bırakmıştı. Bir süre suskun ve çaresiz bekleştik.. Daha sonra o titreyen acılı sesiyle sözlerine devam etti:
H. Çetintürk: - Hisler ve duygular, o kadar içime doluyor ki, bir türlü sıraya koyup dışa vuramıyorum. Annem, merhum oğlum ARGUN’ un annesi, eşim ve bütün annelere sesleniyorum. Hiç birisine Allah’ım, evlat acısı vermemesi dileğiyle, bütün oğul ve kızlarına ve hatta torunlarına, dileklerine uygun şekilde yetişmelerini ve her türlü mürüvvetlerini görmelerini dilerim. Merhum oğlum ARGUN’ a Peygamberimiz hazretlerinden şefaat, yüce Rabbim’ den rahmet niyaz ederim.
S. Tutak: - Sayın Hocam; size acınızı hatırlatıp, tazelemek istemezdik.. Ama amacımız, acınıza ortak olmaktı... Söyleşimize burada son verirken, ilave etmek istediğiniz sözleriniz varsa, onları da almak isterdim..? teşekkür ederim. Oğlunuz için yazdığınız şu kısa şiiri bize okur musunuz?
H. Çetintürk: - Size, beni hatırlayıp deşarj olmama vesile teşkil eden Beşparmak dergisine, bütün mensuplarına ve size teşekkür eder, sevgi saygı ve selamlarımı sunarım. Arzunuz üzerine, oğlum Argun’ a yazdığım, iki kıtalık şiirimi okuyorum.
E B K E M
Bana bağlı ilk halka sendin civan Argun’ um;
Senle koptu bu zincir, candan geliyor bun’ um!
Acın lök gibi çöktü, bu samla ben vurgunum!
Bilmem ki bu halimle acep n’olacak sonum!
Tüm ufuklar kapalı, çıkacak yol bulamam;
Kaynağında göllenmiş gözyaşımı salamam!
Dişler kısık, çıkmaz ki ne ağıt ne de kelam!
Kader bize ağını böyle örmüş vesselam! ..
Söke: 8 /4 / 1990
Hasan Çetintürk
Kayıt Tarihi : 24.1.2008 20:58:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!