---Ay ile Yıldız dosttular, birbirlerinin ışığında boğuldular!
Yılların yaşanmamış yerlerine
Yaşana gelen sevdadır içimde
Bir damla gözyaşı senden elimde
Bir yıldızın aydınlığına sığınarak
Seslendi yürek dilim sana ve geriye…
Bir yıldızın aydınlığına sığınarak, gökten yere indiği vakit karanlık, titrediğinde Ay’ın dizleri ve yakamozlar dalga sırtında bir kaybolup bir göründüğünde, önce aşk gelmişti bedene, alem Ayın gözlerinde vurulmuştu seviye…
Batan güneşin, doğan gecenin ve akarların sessizliğine nazaran bir başkaldırıydı söylediği dalların. Fısıltı içinde rüzgarlarla söyleşirdi bülbüller, güllere fark ettirmeden aşkın dileğini yerine getirirlerdi, çünkü güller bülbülleri umursamıyor olsa da söylenen sözleri yalnız kendileri için bilirlerdi.
Tut ki, gece yarısı, kupkuru dudaklarınla uykudan uyanmışsın, bir damla su gibi damladığında gözyaşın gül dalına, bil ki alem seninle, sende aşka uyanmışsın.
Söz verilmiş, ant içilmiş yollardan dönmeyen adamlar gibi adamışsın kendini alevlerin yakarken ıslatan dudağına, aşk için, sevgili için bal kasesinden zehri tadarken, bir of bile demeden kanayan yarana, yerlerde bulduğun senin adına seslenmişsin aşkı, sevdayı… güller içinde gül-ü rana’ya ser vermişsin.
Dingin bir deniz kıyısında, şarkıları dinlemek gibi, kalbinin yalnızca kendi bildiğin karanlığında, ölümle gülerken alemin getirip götürdüklerine, ezan seslerinde uykularından uyanıp, bir damla çiğin nasıl düştüğünü hayal etmişsin yine…
Kurak çöller adına, üşüyen bozkır ve kutuplar adına, kaynayan volkanlar adına, seslendiğinde titremiş alem, gece senin sesine yankı vermiş sadece, kuşlar yuvalarından şafakla değil ürperten yalnızlığını barındıran sesinle fırlamışlar, göller kıyılarında hırçın dalgalar beslemiş senin için, güller kurumuş gördükçe yüzünü utancından, Ay tutulmuş, güneş tutulmuş yüzünün güzelliği karşısında, sen diye seslenip, kime seslendiğini bilmeyenler olmuş, aşk içinde…
Kara kuru bir kızmışsın kimi vakit Leylası gibi mecnunun, kimi vakit saçlarını erkeğine süpürge eden Aslı imişsin, kimi zaman ay yüzünde ömürler harcatan Şirin imişsin, bazen de kalkıp Köroğlu olduğun olmuş senin Bolu beyine inat, bazen padişaha isyan eden Avşar beyi Dadaloğlu olmuşsun, Karacaoğlan gibi görmüşsün dünyayı ve hayatı anlamlandırırken Mevlana gibi gülmüşsün…
Hoca Ahmet Yesevi’nin Alperenleri gibi gelmişsin gönül yurduna, Yunus Emre gibi ne olduğunu bilmeden yıllarca dert sofrasından bol yemişsin…
Binlerce adamın içine bir avuç yiğitle atılmışsın, özgürlük, vatan, millet sevdasına, binlerce baş almışsın çeşitli entrikalarla Hürrem sultan gibi, gecenin koynunda kimseler bilmemiş, tuna boylarında, çadırda neler olup bittiğini.
Zalime keskin olan ve mazlumu incitmez kılıcın varmış senin, Roma önlerinde papa sana diz çökerken, Çinliler her şeyini almışlar, evini evdeşini istemişler, bir avuç toprak satmamışsın, savaşlardan usanmış gönlünle, bir avuç toprak için “kanla aldık kanla satarız” demişsin. Kuşuna dizilmişsin yurdunun en güzel yerlerinde, yine ölmemişsin, kanınla vatan bayrağını çizerken, ölüme gülümseyip, kendi idam taburuna yine kendi ölüm emrini, kendin vermişsin… “Asker! Tüfek omza! Nişan al! Ateş! ! ! ...
Dağlara sıkışmışsın kimi zaman, kimi zaman cihana sığmamışsın, delikanlı çağında sen, bir sevdanın hatırına devlet yıkıp devlet kurmuşsun, gülleri incitmemişsin, bazen dikenler içinde yürümüşsün, eller taşlamış seni, sen dostun gülünden yara almışsın, her yere geçmiş sözün yâre geçmemiş, o vakit karanlıklarda nam salmışsın…
Gözlerine değdiğinde şafağın seheri, kaldırıp koyu gözkapaklarını ve ok kirpiklerini uyanmış, aklına sevgili gelince hüsran dolaşmış damarlarında, sapmamışsın seviden ve saptırmamışsın…
Şimdi bir düşün, sabah yeni oluyor, dünya yeniden kuruluyor, yapraklar yavaşça oynarken, gün şafakta kızıl mızraklarla, yeni doğan bir bebeği muştular gibi günaydın diyor, sokak lambaları titremede, Ay çekiliyor sahneden, kuş kurt ne varsa uykusundan uyanıyor, lambada titreyen alev üşümekten usanmış gibi biraz, aşk ise kağıda yazılmamaya devam diyor, suskunluk aşkın ortağı olma yolunda, sesleri alemin sessizliği yararcasına ilerliyor, sen ne yapıyorsun…?
Kör kuytularında uykuların ve yarı ölmüşlük halinde, hangi rüyalarında, bilmediğin hangi ve kaçıncı diyarın yolundasın? Ağlasam, çıldırsam, yalvarsam, bir gül diye, bir tomurcuk atar mısın? Bir kez gülüverir misin yüzüme, yine hiçbir şey olmamış gibi, geceden kalan depremin üstüne, sabah güneşi gibi doğar mısın?
Yapayalnız, bir başıma, seni arasam sokaklarda, seni sorsam tanımadığım herkese ve seni anlatsam kurda kuşa, çığlığımın yetersiz kaldığı yerde, ölsem sen diye diye, dokunmadan gözlerinde ki acı tebessüme, görmeden ellerini ellerimde, faali meçhul bir cinayet kurbanı gibi serilsem yol üstüne, yıkılsam ayaklarına, gazete kağıtlarının altında, güneşe merhaba derken cenazem, müezzinin sâlâsından uçsam sana doğru, kol kanat gersem, yalınlığımdan ve yalnızlıklarımdan sıyrılıp seninle bir bütün olabilsem. Ölüm dediğin nedir ki o vakit, yeniden doğmak ebedi aleminde aşkın, varlığı yoklukta bulmak, tıpkı, tıpkı senin adın gibi işte, bir var bir yok, bir çoksun, aslında hiç yok…
Karanlık gözlerime geldi bir akşamüstü, Sefai’nin sesini duydum gecenin ortasında, delikurtlar çıplak söylüyordu, seslerinde senin şarkını, gökçen bir kızı anlatıyordu benim mısralarımda, ah etmişliğim ve pişmanlığım kaldı yanımda…
Şimdi, sana yansam mı, yoksa ardından bakıp, derbeder olan gönül yurdumda hazırlansam mı bir deli isyana… haydutların gezdiği yollara düşecek istikametin, sen korkarak bölünen uykularından, karanlık başlarken gözlerimde, adın ne olursa olsun, Leyla, Şirin, Ferhat, Mecnun, Ayışığı, Gökçen, vesaire binlerce aşık gibi dönüvereceksin bana…
Bütün bu olanlardan bu kadar eminim ve bu kadar sarsılmaz, kelimelerin yetmediği yerde başlar sevdam, anlamadığım kadar yaşarım, anlatabildiğim bilmem ne kadarıdır bildiklerimin…
Biliyorsun ki ben cahil bir şairim, aşka ve sevdaya dair inanmışlığım cahil bıraktı beni, dünyanın, dünyanın da değil insanların kendi kurdukları kahpe düzenine karşı, ben ümmiyim, bilgisayar soylu sevdalar içinde…
Sen hangi bağın gülü olduğunu unutalı beri, ben hangi diyarın bülbülüyüm bilen var mı? Yeşile çalarken gece, bütün denizleri alemin ve laciverde bürünürken yakamozlar, Ayışığı kızıllaşırken, sular bulanırken ve kan damlarken yüreğime gül uzattığım o elden, aklımda sevda, yüreğimde adın vardı senin, öykünüşler kaldı senden geceye benimle, benim yaşadığım ne varsa hibe edilirken alemin kirli yollarında, temiz-pak bir sevda arayanlara, senin yaşayamadıkların birer hayal gibi düştü sevmelerin payına, birlikte var olabilirdik, sen ayrı ayrı yok olalım istedin, sen istedin de ben hayır mı dedim.
Dikilen fidanlar kuruyor gayrı, su verilen güllerde boyun büküyor, sevenlerde ölüyor sevmeyenler gibi, aşık adam ölmezdi ya hani, sevgili bilinen kötü bile olsa bir yad da bulunmadıkça aşıklar da ölüyor, bütün insanlar ve canlılar gibi, sen bilmezsin. Zaten ölüm dediğimiz garip varlık, yokluğunda sevgilinin gece yoklar aşığın kalbini, mısra mısra şiirler misali.
Say ki şafak vaktidir, tütün tarlasına giden köylüm gibi üşümemek için örtünmüşüm, örtü yerine seni sarmışım bedenime, karanlığı bir düşün hele, sabahlar çığlık çığlığa başıma üşüştüğünde, yalnızlığım kalabalıklar arasında kalırken olmuş hep, hep yokluğun olmuş beni yalnız ve kimsesiz kılan böyle… Zifir zindan serabında dünyanın, asumanın ağladığını gördüm, bir iki damla yaş düşerken gözlerinden senin, sadece ayrılık kelamı dökülen dilin, bir daha olmayacak baharları müjdeledi bana gözlerin.
Tut ki ben çıldırmış geceyim, sen ise deli sabah, ben saklarım dizelerimde uyutarak aşığı, sen vurursun yollara, kılıcın keskindir senin, baş koymaz omuzda, ben toplarım alemde ne kadar kopuk baş varsa aşka… Dilimde yıllanmış şarap olacak adın, bade-i aşk diyerek yudumlarken hasretini, gözlerimden çiğ damlası süzülecek güle, gül yangınından çekip gittiğin yere dön, dön ve bir bak hele, bıraktığın divane Kemâl kaldı mı senden geriye…
Aşk içindeyim, üçün beşin hesabını yapamaz gözlerim, güzel ben dedimse güzel olur ve öyle sanılır, sevda ben bekler ve büyütürsem can bulur, oysa senin varlığın yokluğundan beterdi, bu ben var ya, her gece varlığında yokluk diyerek can verdi, yokluğun geldiği vakit beden silindi, ruhum sevdandan gayrı aşka eridi… Sen bilirsin ki, senin bilmediğin bir değerim yoktu benim, bütün değerlerimi senin için düzenleyip fazla olanlardan sıyrıldım, karanlığa kapılırken tekrar tekrar, Necip Fazıl gibi “ölüme hoş geldin” diyordum. Surları sağlam kaldı ayrılığın, tek sebebi sensin, saçların misali ördü gidişin yıkılan duvarları, gözlerin alay edercesine güldü peşimden belki, bil ki sen giderken ben yenilmedim, savaşıma devam ederken yolunda, çünkü el sallayan bendim…
Serseri kurşunlar yer etmedi hayatımda, gözlerin geldi karşıma ve şakağıma kan düştü, sözlerin geldi aklıma sevda yalan düştü, tek gerçek vardı bildiğim ölüm diye, o’da yıkıldı ardından yerine Ayrılık-Figan düştü… Kırıldı yüreğim her yerinden, sızmaz çeperine ayrılık damladı, damarlarım sen diyerek kan ile dolarken, gidişinin peşinden damarımdan kan çekildi, dilim yalnız sana söyledi gerçeği, var olmanın dayanılmaz acısını tattım ayrılık lokmasını yedikten sonra. Tenimde bir canım kaldı vermediğim sana, o’da kurban bilirsin sahibine, yani ALLAH’A…
Selamın gelmez oldu, sesin duyulmaz, ahların çınladı kulağımda, kalbim artık sana kırılmaz, kırılmadık yeri kalmadı yüreğimin, bükülmeyen boynumu büktün sen demin, şimdi çekip giderken, geldiğim kör olası hasret senden bana yadigâr,
“VARLIĞIMI BİLDİM SENİN YOKLUĞUNLA
YOKLUĞUNDA
VE VARLIĞINDA DA KÖRDÜM HEP SANA”
Çünkü senden gayrısı haramdı bana… Sevmedim, sevemedi yüreğim başka gülümsemeleri, başka saçlara gitmedi elim, sen benim harcamayıp sakladığım yüreğimi itlere yedirdin, helal olsun sana, alacağı olsun senden gençliğimin.
Dur diyemedim giderken sana, kal biraz daha demek isterdim oysa, böyle kara bir kar yığınının altında kalacağını bile bile yüreğimin, çığlar düşürerek sen gittin, dönülmez yerlere vardın mı bilmem ama sen bende bil ki hiç bitmedin… Her zaman afaki adın kulaklarımda, beni her anışın ve hatırlayışın intikam zamana, kör dövüşü sağır sessizliğim kudursun bırak, birazdan başlayacak yüreğimde aşka dair infilak..!
Sahillerden deniz kabukları toplayıp saklamak isterdim ayışığını gözlerinde, karanlık geldiği vakit ayırıp cansız bedenini şairin, sen olan ne varsa yazdım bu kağıda, ben anlattım da, sen belki anlarsın diye zamanla…
Zaman da gün gelir biter haberin ola…!
Albatros Fatih Kemâl
A. F. K.
09.07.2006 (-/-)
Kayıt Tarihi : 10.7.2006 17:36:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ahmet Kürşat Göktürk](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/07/10/bir-yildizin-aydinligina-siginarak.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!