Bir Yazarı Sevmek Ve Ernest Hemingway

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Bir Yazarı Sevmek Ve Ernest Hemingway

Ben bilincin karanlık bölgelerine gizlenen esin perilerinin, gök kubbeyi çatlatan kısa süreli şimşekler gibi aniden görünüp yaratanın dünyasını aydınlatan sihirli gücüne inanırım. O perilerin ne vakit gelip nasıl bir iz bırakacağı önceden pek bilinemez. Bazen çocuklukta işitilen tozlu bir masaldan, ayrıntıları hatırlanamayan puslu bir film sahnesinden, incecik bir hayal kırıklığından, bazen hiç unutulamayan kısacık, ürpertili bir dokunma anından ya da okunmakla eprimiş bir kitabın “kayıp” düşüncelerinden, anlatılamadığı için cümleler arasına gizlenen duyguların sessizliğinden süzülüp kendisini umutsuzca bekleyen o yazarın ziyaretine gelirler. Yazı sanatı mevzu bahis olduğunda yazarlar için bu sihirli anların ötesine geçen yazma disipliniyle birlikte, önemli bir gerçek daha var. “O diğer yazarı” neden sevdiğini hissedebilme dürtüsü.

Okumayı seven herkesin “neden o yazarı seviyorum” sorusuna, kendi okuma hazzına uygun kişisel cevapları vardır muhtemelen. Ama bir yazarın başka bir yazarı sevme sebebi, kendi yazı macerasının kaderini de etkileyen önemli bir seçimdir bence. Sevilen yazarı, sadece yazdıklarıyla değerlendiren, gün ışığına çıkanın ardındaki o buğulu bölgeyi merak etmeyenler benim pek ilgimi çekmiyor doğrusu. Yazarların korkularını, kırgınlıklarını, kendilerini neden ve nasıl sakladıklarını, küflü alışkanlıklarını, çaresizliklerini, yalnızlıklarının arkasına gizledikleri sırları, tutkularını, acılarının onları nasıl beslediğini, hatta mümkünse diğer yazarları kıskanmalarının gerçek sebeplerini en az yarattıkları kadar merak ediyorum çünkü. Bütün bu saydıklarım mahrem gibi görünse de o duyguların derinliğini yazarlara doğal bir zarafetle sorabilen röportajcılar ve her zaman pek de eğlenceli olmayan bu sorulara kendilerine has farklı üsluplarla cevap verebilen yazarlar var elbette. Tuhaf bir biçimde onları da okurlardan çok diğer yazarlar merak ediyor.

Röportajlarla yalnızlığını unutan Pamuk...

Böyle röportajları okurken Tanrının, asırlardır birbirlerinden etkilenen yazarları okyanuslardan topladığı farklı şekil ve renkteki incileri aynı ipe dizebilen incelikli ve mahir bir kuyumcu gibi davrandığını düşünüyorum. Sanki o görünmez ipeksi sicim, zayıf bir yerden incelip kopacak olsa insanlığın kültürel tarihini oluşturan kolyeden saçılan hikâyeler kâinatın karanlığında dağılıp sessizce kayboluverecekmiş gibi geliyor bana.

The Paris Review, 1953 yılından beri sayfalarında bahsettiğim türden “şeffaf”, eğlenceli ve aynı zamanda mesafeli olabilen sohbetlere yer veren önemli edebiyat dergilerinden biri. Bu yazıyı yazma sebebim de geçenlerde bu röportajlardan oluşan bir seçkinin Orhan Pamuk’un önsözüyle Türkçede nihayet yayımlanması.* Açıkçası daha evvel çoğunu okuduğum bu röportajların İngilizce bilmeyenler tarafından da okunabilecek olmasına sevindim. Okuma ve yazma hazzı biraz da böyle çoğalıyor gibi geliyor bana.

Yazarlığından ziyade çalışma tutkusunu, yazarları şefkatle anlattığı lezzetli denemelerini, hiç saklamadığı hırsını önemsediğim Pamuk, kitabın başında gençliğinde bu dergide yayımlanan röportajları okuma nedenine dair uzun bir liste yapmış. En çok Türk yazarlarıyla arkadaş olamadığı için geleceğe dair hissettiği korkuyu izah eden çocuksu cümleleri hoşuma gitti: “Bu röportajları okurken yalnızlığımı unutuyordum. Benimki gibi pek çok ruh olduğunu, isteklerim ve başarılarım arasındaki uzaklığın tabii olduğunu, günlük hayattan sıkılmanın hastalıklı değil, akıllıca bir şey olduğunu ve beni hayal etmeye zorlayan pek çok takıntımı sevip kabul etmeyi yazar röportajlarını okurken öğreniyordum.” Yirmi beş yaşında ilk romanını yazarken duygularını böyle huzursuz cümlelerle ifade eden Orhan Pamuk, otuz yıl sonra hayran olduğu yazarları ölümsüz kılan derginin sayfalarında kendisini de gördü. Muhtemelen kimseyi pek etkilemeyecek olan bu “mucizevî” buluşma, beni Nobel ödülünden daha fazla heyecanlandırıyor nedense.

Çekip giden yazarlar...

Daha evvel İngilizcesini okuduğum Hemingway röportajı, yazarların ve gazetecilerin en çok alıntı yaptıklarından birisi olmuş dolayısıyla epey meşhur ama ben yine de ondan bahsetmek istiyorum. Yazdıklarını anlatmaktan hoşlanmadığı halde ironik cevaplarıyla karşısındakini etkileyebilen güçlü bir karakter olduğu için belki... Ya da tıpkı babası gibi bir gün av tüfeğiyle kendisini öldüreceğini sezebildiği halde ‘çekip giden’ yazarlar hakkında soğukkanlı sözcüklerle konuşabildiği içindir... Bilmiyorum, belki de balık tutmayı, safariyi, karılarını, avlanmayı, seyahat etmeyi, tenis oynamayı, orospuları, boksu, savaşta ölümle sevişmeyi, geceleri ne kadar içerse içsin sabahın erken saatlerinde yazmak için masasına oturmayı aynı anda sevebildiği içindir...

1958’de röportajı yapan Plimpton, ona “romanlarınızda sembolizm olduğunu kabul ediyor musunuz” diye soruyor. Hemingway, “Kusura bakmazsanız bu konuda konuşmak istemem ve bana bu soruların sorulmasından pek hazzetmem. Kitap yazmak zaten zor bir de tanıtım yapmaya gerek yok” diyor. Röportajcı, yılmadan, alınmadan sorusunu çok uzun bir alıntıyla tekrarlıyor. Ve bu defa şöyle bir cevap alıyor: “Bu editör kafadan çatlakmış gibi geldi bana.” Ben haliyle bu tür konuşmaların keskin virajlarında çok gülüyorum ve bu röportajı sadece yazarın Silahlara Veda’nın finalini kaç kez yazdığını, yazarken kaç kurşun kalem kullandığını öğrenmek için değil, aynı zamanda bir yazarın hayatta durduğu yeri böyle yumruk gibi şiddetli cevaplarla gösterebildiği için de seviyorum.

Edebiyat üzerine ucuz dedikodu...

Yazar bir zamanlar gazeteci olduğu için röportajcı ona “genç yazarlara gazetede çalışmasını tavsiye eder misiniz” diye soruyor ve tabii ki hırçın yazar bu soruyu da kendisini iyi tarif eden o küstah tonuyla cevaplıyor: “Gazetede çalışmanın genç bir yazara hiçbir zararı olmaz ve zamanında bırakmayı bilirse faydasını bile görür. Kusura bakmayın ama bu en eski klişelerden biridir. Birisine çok tekrarlanmış, basmakalıp bir soru sorarsanız alacağınız yanıt da basmakalıp olur.” Bu örnekler bu tür yazar röportajlarının samimiyetini göstermiyor gibi tınlıyorsa da bir yazarın dünyayla kurduğu ilişkiyi çok açık gösteriyor bence. Hemingway gibi yazdıklarına bakıldığında kolay sanılan zor bir yazar, şöhretinin zirvesindeyken kendisine diğer yazarlar hakkında soru sorulduğunda, “Otuz beş yıl öncesinin kirli çamaşırlarını ortaya döküp edebiyat üzerine ucuz dedikodu yapmak bana iğrenç geliyor” diyorsa bu dürüst tavrının da yazarlığı kadar ciddiye alınması gerekir. Ya da Graham Greene’in “güçlü bir tutkunun bir raf dolusu romanı düzeni soktuğu” tespiti hatırlatıldığında, “Bay Greene beyanat vermek konusunda ustadır. Ben de genelleme yapmak istiyorum” deyip, zarif bir manevrayla “İyi bir yazar için en esaslı hüner; bedeninde şoka dayanıklı, saçmalık algılama cihazına sahip olmaktır. Buna yazar radarı denir ve bütün büyük yazarlar da vardır” diye cümleye devam edebiliyorsa kıvrak zekâsının yazarlığına katkısını görebilmeliyiz.

Bir yazarı sevmek sadece onun yazdıklarını sevmekten ibaret değildir bence. Eğer anlatıldığı gibi onu sabahın erken saatlerinde ayakta yazdığı tahtanın önünde ağırlığını bir ayaktan öbürüne geçirmek için yavaşça hareket ederken, yazı iyi gittiğinde çocuk gibi heyecanlanırken, esin perileri kaçtığında mutsuzlaşıp budaklı bastonuyla yürürken tahayyül edebilirseniz o sonsuz, ışıltılı zincirin bir parçası olabilmişsiniz demektir. Bu yazı vesilesiyle Ahmet Güntan’ın sevdiğim bir şiirini hatırladım. Mısralar sona doğru şöyle akıyordu galiba... Sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım/ ‘Yağmur yağıyor’ dedikçe ‘Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer bembeyazdı’ diyen Hemingway/ ki boks yaparken yazardı/ ya da şöyle söyleyeyim: Yazarken boks yapardı.

* Yazarın Odası, Timaş Yayınları

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan