Bir sir Daha öğrendim Dersimlikiz

Cigdem Turan
30

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

Bir sir Daha öğrendim Dersimlikiz

Bir Sır Daha Öğrendim – Dersimlikız

Eğer bir insan,
seni sevmiyorsa yürekten…
İğne ucu kadar bahaneyi,
koca bir dağ gibi büyütür.
Gözünün içine baka baka
göz ardı eder seni…

Kelimeleri eksilir yanında.
Dokunuşu ürkek,
gülüşü sönük olur.
Çünkü sevgisizlik,
önce sessizliği öğretir insana…
Sonra da yokmuşsun gibi davranmayı.

Sen ne kadar çabalasan da,
onun kalbi çoktan başka bir yöne yürümüştür.
Ve sen hâlâ onunla kalmaya direnirken,
o senden gitmeye bahaneler biriktiriyordur…

Unutma…
Gerçek sevgi,
mazerete ihtiyaç duymaz.
Ya seninle olur…
ya da hiç olmamıştır zaten.

Bir Dersimlikız’ın sırrıdır bu…
Munzur’un suyuna fısıldanmış,
hiçbir bahaneye sığmayan
bir yürek yangınıdır…

Cigdem Turan
Kayıt Tarihi : 6.8.2025 01:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Dersimlikız o sabah Munzur’un kenarında yürürken, suyun yüzeyinde küçük halkalar açılıp kapanıyordu. Suyun serin soluğu, “söyle” der gibiydi. Söyleyemedi. Yutkundu. İçinde birikmiş cümleler, taşların altına saklanan küçük balıklar gibi ürkekti. Ona “Senin yanındayım,” diyen bir adam vardı hayatında. Sözcükler kolaydı; yanındalık zor. Ne zaman yağmur yağsa, adam “İşim çıktı,” derdi. Güneş fazla parlaksa, “Başım ağrıyor.” Rüzgârın yönü değişse, o da değişirdi. İğne ucu kadar bahaneler, Dersimlikız’ın göğsünde koca bir dağ gibi büyürdü. “Sevgi, mazeret aramaz,” diye fısıldardı içindeki ince ses; ama sevdiği zaman insan, kendi kendine bile itiraz etmeyi unutuyordu. O gün pazardı. Pülümür yoluna bakan eski köprüye gitti. Köprünün taşları ısınmış, gölgesi serindi. Üzerinde, “Seni görmeye geleceğim” diyen adam bekleniyordu. Zaman, gölgenin adımlarına uyarak ağır ağır yürüdü; gölge uzadı, kısaldı, büküldü. Adam gelmedi. Telefonu çaldı—mesaj: “Kusura bakma, aniden işim çıktı.” İğne ucu kadar bir gerekçe. Kalbinin içinde, kalem ucu gibi ince bir sızı. Eve döndüğünde, annesinin eski sandığını açtı. İçinden bir mendil aldı; kenarları nakışlı, ortasında küçük bir çiçek. “Bunu yüreğimin üstüne koyup uyursam geçer mi?” diye sordu kendine. Sonra gülümsedi. Yüreğin üstüne ne koysan, yara kendi içine kanıyordu. Mendili cebine koydu; dışarı çıktı. Akşamüstü Düzgün Baba’ya doğru yürüdü. Yolun kıvrımlarında kekik kokusu çoğalıyor, rüzgâr saçlarına düğümleniyordu. Her virajda, “Belki de ben fazla istiyorum,” diye düşündü. “Belki de onun sevgisi böylesi.” Ama hemen ardından başka bir ses yükseldi içinden: “Sevgi, yokuşta bırakmaz; yokuşu beraber çıkar.” Bu cümleyi kimden duyduğunu hatırlamadı—belki büyükannesi, belki de Munzur’un kendisi bir zaman söylemişti. Zirveye vardığında hava serinledi. Küçük bir taş seçti, avucunda ısıttı. Taşa fısıldadı: “Sen şahit ol.” Sonra da kendi yüreğine konuşur gibi mırıldandı: “Eğer bir insan sevmiyorsa, seni; iğne ucu kadar nedeni dağ yapar, gözünün içine baka baka göz ardı eder, yanında olurmuş gibi durup çoktan başka yöne yürür.” Sözler, taşın gözeneklerine işledi sanki. O an anladı: Kırılganlığı zayıflık değil, hakikatin kapısıydı. Taşı bırakıp dönerken, gökyüzünde ince bir hilâl belirdi. İçinden geçti: “Ben buradayım. Bütün yok sayılışlarıma rağmen buradayım.” Ertesi gün, adam aradı. Sesinde her zamanki telaşlı özür: “Biliyorsun, işler… Bir türlü denk gelmiyor.” Dersimlikız bu kez sessiz kalmadı. “Denk gelmeyen şey zaman değil,” dedi sakince, “öncelik.” Karşıdan kısa bir duraksama, sonra gülüşe benzer bir nefes: “Abartıyorsun.” “Olabilir,” dedi. “Yine de birlikteyken varlığımı küçülttüğüm her anı topladım. Koca bir sepet oldu. Sepeti artık taşımayacağım.” Telefon kapandığında, odada bir boşluk kaldı. Boşluğun sesi olur mu? Oluyordu. Ama bu boşluk, içe çöken değil; içten dışa doğru genişleyen, ferah bir boşluktu. Pencereyi açtı. Kuş sesleri, sokağın ucundaki bakkalın demir kepengine vurup zıplayan top gibi odanın duvarlarına çarpıp geri döndü. Akşam, teyzesi aradı. “Kızım,” dedi, “kalp dediğin, içinde taşıdığın bir köydür. Kapısından sürekli ‘gelemem’ diyenleri bekleme. Yolunu bulan, zaten kapına varır.” Dersimlikız sustu, tebessüm etti. “Teyze,” dedi, “ben kapımı kilitlemeyeceğim. Ama eşiğine bir yazı asacağım: ‘Bahanelerle gelinmez.’” Günler geçtikçe, adamdan gelen mesajlar seyrekleşti; özrünün tonu bile kısaldı. “Yoğunum,” “yorgunum,” “çıkamıyorum.” Her kelime, kendi ağırlığını yitiriyor, kâğıt gibi hafifliyordu. Dersimlikız ise ağırlaşan bir şeyi bırakmanın hafifliğini öğreniyordu. Sabahları Munzur’a uğruyor, suya taş atıp halka halka genişleyen dairelere bakıyordu. Hayatta bazı şeyler de böyleydi: İçine atılmış küçük bir taş, çember çember büyüyen bir değişime dönüşüyordu. Bir akşam, köy meydanında bir düğüne denk geldi. Delilo havaya kalktı, davulun sesi kalbe dokundu. İnsan gülüşleri bir an için her şeyi unutturur ya… O an öyle oldu. Bir teyze gelip elini tuttu: “Hadi,” dedi, “gamını yere vur.” Oyun havalarının orta yerinde, gamını yere vurmak—bazen en iyi ağıttır. Dersimlikız döndü, adımları hızlandı; içindeki kırgınlık, davulun göbeğine vurulan tokmakla yerini ritme bıraktı. Bir tur, bir tur daha… Sonra kalbinde soğuk bir su akmış gibi ferahlık. O gece eve dönerken yıldızlar çok yakındı. Sanki gökyüzünü uzansa tutacaktı. Gözlerini kapadı. Kendi kendine söz verdi: “Sevmeyenlerin bahanelerine değil, sevenlerin emeklerine yer açacağım.” Ertesi sabah posta kutusunda bir zarf buldu. İçinde bir fotoğraf: Munzur’un kıyısında çekilmiş, ikisinin gülümsediği bir an. Arkasına adam kısacık yazmış: “Bir şans daha?” Fotoğrafı uzun uzun seyretti. Gülüşünün ucunda, o gün bile bir gölge varmış—şimdi fark ediyordu. İçinden bir ses yükseldi: “Gölge, ışığın varlığını gösterir; ama gölge büyüyorsa, ışık uzaklaşmıştır.” Fotoğrafı sandığa koydu. Yanına nakışlı mendili ekledi. Üstüne de küçük bir not: “Hatıra; ama yön değil.” O gün, vadinin karşı yamacındaki yaşlı çınara gitti. Gövdesine başını yasladı. Ağaçların hafızası olur derler; her rüzgârda eski bir öyküyü yapraklarına döker. Dersimlikız gözlerini kapadı; büyükannesinin ninnisi geldi aklına: “Sevgi, ‘gel’ deyip dönmez; gölge olup sönmez; sırtında yük değil, yol arkadaşın olur.” Gözlerini açınca, aşağıda Munzur parlıyordu. Suyun kıyısına indi. Avuçlarını doldurup yüzüne çaldı. “Ben buradayım,” dedi yeniden, bu kez daha güçlü. “Ve ben, yanımda gerçekten duranlara döneceğim.” Bir zaman sonra hayatına yeni insanlar girdi. Biri, yağmur başladığında şemsiye uzatmak yerine, “Islanmak ister misin?” diye sordu—yanında kalmayı, birlikte ıslanmayı teklif etti. Bir başkası, “Müsait olursan görüşelim” demedi; “Sana uyan zamanı söyle, ben uyarım,” dedi. Sözcükler değil, davranışlar konuşuyordu. Dersimlikız acele etmedi. Yüreğinin adımlarını saydı. Her adımda kendine aynı soruyu sordu: “Bahane mi, emek mi?” Cevabı net olmayan kapıların tokmağına uzanmadı. Aylar sonra, yazın serin bir akşamında, Munzur kıyısında tek başına çay içti. Uzakta çocuklar suya taş atıyor, daireler birbirine karışıyordu. Kendi hikâyesi gibi: küçük bir taş atmış, büyüyen halkaları izlemiş, sonunda kıyısında durduğu suyla barışmıştı. Telefonu titredi; ekranda yeni bir mesaj: “Nasılsın?” Gönderenden “özür” ya da “bahane” kokusu geliyordu—o çok tanıdık koku. Gülümsedi. Ekranı kapattı. Çayından bir yudum aldı. İçinden geçen cümle, suya düşen ay ışığı gibiydi: “Gerçek sevgi, mazerete ihtiyaç duymaz. Ya seninle olur ya da hiç olmamıştır.” Rüzgâr hafifçe esti. Yapraklar fısıldaştı. Munzur, sanki en başından beri bildiği sırrı yeniden söyledi: “Kendine sadık kalan, yalnız kalmaz.” Dersimlikız başını kaldırdı, tepelerin çizgisine baktı. Yüreğine bir taş değil, bir kuş kondu. Hafifledi. Ve o anda anladı: İğne ucu kadar bahaneleri büyüten, onun sevgisi değil; kendi kendine verdiği geçerlilikti. O geçerliliği geri çektiğinde, dağ kayboldu, yol açıldı. Yol tek değildi; ama her birinin üzerinde kendi adımlarının izi vardı. Dersimlikız ayağa kalktı. Cebinden nakışlı mendili çıkarıp rüzgâra tuttu. Mendil bir an havada dalgalandı, sonra avucuna geri düştü. “Gerek yok,” dedi. “Artık yaram kendi kendine iyileşir. Ben de yoluma.” Munzur kıyısından yürümeye başladı—bu defa hiç kimsenin gölgesine sığınmadan, kendi gölgesini küçülten öğle güneşine rağmen dimdik. Arkasında bıraktığı sadece suya düşen birkaç halka değil; “Bahanelerle gelinmez” yazılı görünmez bir eşikti. Onu geçenlerin ayak sesleri, bir gün mutlaka kalbine kadar varacaktı. Varmayanlar içinse, su zaten her şeyi alıp götürmeyi iyi bilirdi.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!