Bir masal anlatsam yüreğime

İsmail Amedi
39

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Bir masal anlatsam yüreğime

Bir masal anlatmak istedim bu gece yüreğime… Sandal gibi bir masal ki taşısın beni aşkın gemisine. Bir mısra ile bir mızrağın izlerini takibe düştüm ve bir mızrapla şarkılar emzirdim acıların kundağında büyümekte olan yüreğime…
Dervişlerin çektikleri içten bir hu’yu değil, belki bin hu’yu geçmişti, izinin peşi sıra yavru ceylan gibi vurulmak için koştuğum mızrağın bıraktığı iz! Ah ne cenderenin, ne çeperin içinde, hangi tarifsiz duyguların, ne sokakta sahipsiz ve serserice dolaşan duyguların avucunda can çekmekteyim, bir bilseniz!
Nerden bileceksiniz ki! Hayır, hayır bilemezsiniz!
Mısralar, mızraklar ve mızrapların vurgulu dokunuşlarıyla suda dans eden cılız bir çubuk gibiyim! Kim bunca çelişkiyi toplayıp yükledi aşkımın sırtına, kim bunca masalı anlatır kulaklarını testereyle kesmiş olan yüreğime?
Sağırlara ses işittirme sanatını ve kim yönetecek sağırlar için asırlardır çalagelen senfoni orkestrasını? Nasıl duyacak bunca sağır? Nasıl duyuracağım seslerin mantığını, felsefesini sağır ve dilsizlerin şefi olan yüreğime? Aşk acısını kaybetti, sancısını yitirdi ve yırttı hayânın yüzünü örten tülden daha nazik duvağını…
Aşinayız kırmızı geceliğiyle rüyalarımızı basanlara! Yol bir mızrak kadar sivri ve gerçek. Bir mızrap kadar da dokunaklı ve bir mısra ile bir kısrağın ahenk içine gömülürcesine sessizce yürümeye adanmışlığını dillendirir gibi.
Ayaklar yol yürümeye mahkûm edilmiş. Zincir, benim sandalımda kurtuluşa götüren kürek misali, salıncak misali ve uyurgezer yüreğim sallanıp durur içinde. Ayak ve tozu gelecek içinde…
Gelecek duman, gelecek çelişki, yalan ve belirsizlik kefeni içinde, bir fatihaya, bir yasine el açmış dilenircesine!
Ümide aşina olduk bunca gelgitten sonra. Her misafirin boynunda bir lif saklanmış hayatın tatlı gerçekleri içinde.
Ha geldi ha gelecek diye sabahlara kadar beklediğimiz baskınların birisiyle başlar yorgun düş ve bakışlarla nakışlı masal ve sal, kendini kim bilir hangi denizin dalgalarıyla boğuşur bir halin kursağında kıvranırken bulur.

Masal! Doğu insanının cetvelle çizilmiş ve kanlarla boyalı eski bir kağıtta resmedilen kaderinin, bir tablodan dile aktarılmış, adına ağıt denen dokunaklı bir ezginin kollarında kendini bulur! Ve milyonlarca dil ve milyonlarca tekrar…
Ma ve sal’dan oluşur kelime. Sonra lime lime doğranıp masaya servis edilen bir cümleden koparılmış birkaç kelimenin mirasçılığına soyunan heceler… Sonrasında gelen mahkûmiyet ve bitimsiz geceler… Cetvelle çizilmiş kaderin cilvesi ve zorbalık silgisiyle silinen yazgı ve ihtilallarla son şekli verilmiş kişilik ve büyük yatırımlar ve az kâra karşılık milyonlarca işçilik…

Yol alan sal ve devam eden masal…
Müdahalelerle şekillenmiş kişilik derin bir arayışta. Yazgının kırmızı çizgilerden kurtuluş umudu aşk denizine doğru yol tutmuş salda ve bütün gözler sahile fener gibi dikilmiş, bakışlar umuda yolculuk eden salda. Masala müdahil, kalem tutan ellerin mızrak kullanması, kâğıt yürekli salın sinesinden parçalar kopardı. Ahu efganlar bastı yüreğin giriş katını.

Ve mızrabın dokunduğu telden ızdırabın, acının inilti sesleri yükseldi ve ilk aşk şarkısının temelleri burada atıldı ve son darbesi sandığımız mızrağın ucu ciğer kapısından buyur edildi!
Mızrak deldi, mızrap dillendirdi ve mısra son şeklini almaya başlarken, yüzmeye çalışıyordu son bir umutla sal!
Masalsa hep aynı masal…
Benliğin kazanında kişiliğin kepçesiyle karıştırılıyordu kaynayan çile. Servis bekliyordu masanın kenarına siper kazmış mızrak sahipleri ve ağızlarında nargile. Sal kederle kaderine boyun eğmiş, küreğiyse yürek çekiyordu. Kader bir çizgi miydi? Yoksa silgisi mızrak sahiplerinin elinde olan bir oyuncak mıydı?
Neden hep zalimin limanına demirliyordu sal! Ve neden noktasını onların kaleminden giyiyordu masal! Yoksa kalem kaderin yularını alıp kısrağa binerken masalı yazanın elinde mi kırılmıştı. Masal salda aşkına kürek çeken şairin elinde mi kalmıştı, yoksa masalla kader birbirine mi karışmıştı?
Kim ayıracak şimdi?
Evet, şimdi kim ayıracak?
Nafile mi çekildi bunca kürek? Bunca çile? Bunca dert? Aşk masada sersemlerden arta kalıp unutulan meze kırıntılarından mı ibaretti? Kim bu kara çizgileri bize aşk diye tarif etti?
Kim zorbaların yazdığını bize kader diye telkin edip öğretti?
Ben aşkı da yaşadım masalı da… Kürek de çektim aşkın denizinde. Kaderi de bilirim, çileyi de. Dinmeyen rüzgârlara yelken verip bir dalgayla şaha kalkan salın kaptanını bilirim. Ölüm on dördünde parlayan ay misali ışıldar gözlerimde. Kısrak onun kısrağı, mızrap onun mızrabı, kanun’un telleri misali feryatları melodiye çeviren gönlümün nazik telleri de…
Ne desin şimdi Leyla’ya Mecnun! Hem bunca aşk izleriyle damgalı yol bırakılmış geride.
Ah be nerdesin ey muzdariplerin sığındığı salın kaptanı!
Nerdesin çile şarkısını dillendiren koronun nadide peşivanı!
Masalın ruhunu kursağında taşıyan güzelim Kumru!
Bir masal zerk etmek diledim benliğime! Yusuf ve Meryem kadar bakire ve ölüm korkusundan yapılmış bir taşa baş koyup boynunu bıçağa dayayan İsmail gibi temiz ve saf!
Tamamı hayâ, tamamı ahlak ve insaf…
Saf saf dizilmiş duyguların kıblesine oturup ağlayan yüreğimin iniltilerine merhem olmalı bu masal! Doğudan doğan güneşi hüzünle seyre dalan doğuluların makûs talihine ışık tutacak, bir mum, bir fanus, bir fener ve bir meşale olup yanmalı bu masal! İlmek ilmek, nakış nakış, desen desen aşkı dokuyan ellere, gözlere ve gönüllere merhem, dertlere deva olan bir masal!
Ağıtların sofrası haline gelen coğrafyamın üzerine konulan gözyaşı tabaklarının yanında mendil hükmüne geçecek, gözyaşlarını kurutacak bir masalın izleri var yüreğimin derinliklerinde…

Doğunun ve doğum/un sancılarına beşiklik eden, ölümün hancıları ve ayrılığın sancılarına analık eden ma/ya, perçemini kaptıran Sal’ın masalını, misalini, nesli atinin kundağında ağlayan, ibret sütüne muhtaç bebelere sıradan bir masalla anlatmanın açlığıyla kavrulup kıvrılmış hayaller…

Gökyüzünden kopup ve göğün yüzünden kopamadan, kayan yıldızların salıncak gibi, uçurtma gibi, dağların doruklarından boşluklara, uçurumlara kendini bırakan kartallar gibi uçmanın özlemi ve düşmenin korkusu arasında, benlik binasının temellerini yükseltmenin, onurlu yaşamanın, özgürlüğe kanat açmanın narin, nadide tohumlarını taşıyan ve ölümüne aşka demir atmanın izzetiyle yaşamaya adanan ülkemdeki, şehrimdeki ve içimdeki masalın sancağını dikmek istiyorum cetvelle çizilmiş sınırların bağrına…
“Masalım bu işte” diye haykırmak
“Sancağım bu diye” gönül sularımda seyreden salıma dikmek
Ve içime özgürlüğün şarkısından dökmek istiyorum acıdan ve sevgiden yapılmış natürel bir mızrapla…
Meryem’in kucağında taşıyıp halkına getirdiği masumiyet gibi, iffet gibi, izzet gibi bütün insani ve ahlaki değerleri bir çiçek gibi resimleştirip salımın bir köşesine, masalımın mihengine ve ahengine ve rengine işlemek istiyorum.
Ve yüreğim! Masalımsı yüreğim aşkın limanına demir atmak için kendini küreğe mahkûm eden yüreğim! insancıl ve ahlaki değerlerle bezenmiş hayaliyle yaşayan, bir hayale karşılık iki gerçeğin tapusunu rehin bırakan yüreğim…. İdam sehpasına giden meçhul bir sala pusulasız binip rotalara notalara, aldırmadan gecesini gündüzüne zincirleyip sabır siperinde çarpışan yüreğim…

Bir masalı anmak istedim! Onurlu ve izzetli yaşamın kıyılarına vurduğu ve bütün değerlere eşlik eden bir masal… Gözlerinden akan suyla dağlara, ovalara, kırlara, bayırlara, hayvanlara ve insanlara, mevsimlere, yıllara ve çağlara hayat veren, güllere koku, meyvelere tat, toplumlara hayat veren bir masalın avuçlarda birikip taşmasıydı dileğim…
Sözcüklere, bileklere ve hayallere vurulmuş zincir ve kelepçelerden azadeliğin rüzgarlarıyla çiçek veren dalların bahara selam durduğu, barış ve özgürlüğün özlerini adalet kepçeleriyle dağıtan arıların vızıldayıp uçuştuğu, kanat çırpma sesleriyle özgürlüğün kucağına su gibi akışın olduğu ve bakışların kundağındaki kin bebelerinin, sevgi bebelerinin gülücükleriyle coşan toplumun analığına tanıklık eden bir masaladır özlemim…

Asırlardır aç yatarım, biçare ve avareyim! Gözüm yolda, gönlüm yolda. Aşkın ateşine atlamış, ışığa yanıp tutulmuş, aklı gözlerinde bir kelebekten farksız ve acizim! zincire mahkum etmişim benliğimi bir harf uğruna… Bir kelime bir mısra bir masal uğruna…
Bitmeyen, bitmeyecek bir umuda yükledim her şeyimi. Cetvelle çizilmiş sınırların kaldırılması için ağıtlara, yokluğa, yoksulluğa ve cehalete mahkum edilmiş çocukların özgürlük yoluna ilk adımı atmaları için ve emekleyip emeklerine sahip olmaları, geleceğe kendi adımlarıyla yürüyenleri ve geleceklerini kurarken, gözlerindeki ışığa tanık olmak için cümlelerine tezek ve ter kokularının hakim olduğu, toprak kokan bir masal……..
Umudumu yüklediğim yüreğim bu gün yalnız ve yalın, eli bıçaklı ve kılıçlı haramilerin “beyaz sarayındayım”. Yüreğim Bağdat, yüreğim Kabil, yüreğim Gazze ve Arzı Mevud’un akciğeri Diyarbekir, cetvelle çizilmiş yüreğimin sınırları arasında mahpus ve muhacirim. Umudumun rengini kırmızıya boyadılar çünkü, karar verenlerin saraylarının rengi beyazdı.
Ben suskunluk zırhına büründükçe onlar cetvellerini ve kalemlerini yürek devletimin üzerine koyup pervasızca çizmeye koyuldular…
Umudum bir denizdi, umudum okyanus… Umudum haramilerin karşısına dikilen bir yiğit ve kendisine dokunulmamış bir namus…
Bir masala umudumu bağlamiş yani denizi bir gemiye demirlemiştim ve Nuh’un Gemisi gibi kurtuluşa götüren esbabın varlığını onda bilmiştim. Oysa ne umutlar eskitmiş, ne umut sahiplerinin cılız bedenlerini devirmişti kara toprağa…
Bu masalın asırlardır anlatanı, anlatılınca anladım diye, anlattım diye kendini aldatıp, anlattıklarını da aldatanı var! Anlatıp anladığını ve yaşadığını iddia ederken bile yanılanı ve tarifsiz, talihsiz ve telafisiz zararlara sebebiyet verip tarihe geçenlerin hanesine rakam olarak eklenip iyice değerden bile düşüreni de var…
Oysa benim anlatmak istediğim masal o kadar masum ki o kadar saf ve temiz ki adına yapılan her şey onun masumiyetini bir o kadar derin sonsuz ve tarifsiz hale getirip sınırsızlığına yeni sınırsızlıklar ekliyor.

Benim masalım Meryem gibi duruyor tüm çirkin iddiaların odağına ve öyle masumane ve saf bir duruşla sergiliyor ki masumiyet ve mazlumiyetini! … Kucağındakini görmemek ve bu masalı ilahi bir nefha olarak nitelememek ve onun ilk cümlesiyle cezbeye kapılıp aşkının aleviyle tutuşmamak imkansız…
Harflerin elele verip delilo ve lorke’lerin eşliğinde insanı bir cazibe merkezi haline getirdiği bu masal tüm ilahi kaynakların, tüm semavi kitapların ilk vurgusunu taşıyor bağrında… Tüm insani ve hissi dinlerde cisimleştirip resimleştirmeye çalışıp renkler arasında sıkışıp kaldıkları ve hakkını veremeden göç edip geride bıraktıkları bir masal…

Bu benim diye! Hayal dünyanızdan çekip, kendi lal dilimle sağırlara anlatmaya çalışıp, körlere âmâlığımla göstermeye çalıştığım bir masal! Oysa bu patika gelip geçen inatçı keçilerin ayak izleriyle oluşmuş… Ayaksız yürüyüş, yürüyüşsüz yol oluşmaz. Adına yol denilmişse, bunda bir yürüyenin ayak izi var…

YOL İLK AYAKLANANIN TOPRAKTA BIRAKTIĞI İZDİR…. MASAL DA DAİMA İLKLERİN, İLKELERİN ADAMLARININ HAYATLARINDAN VE ŞAHSİYETLERİNDEN GERİDE KALAN İZDİR!

TÜM DÜŞLER KAR’DIR VE TÜM MASALLAR İZDİR VE HAYATLAR YAŞANILAN DEĞERLER ÖLÇÜSÜNCE TEMİZDİR…

İsmail Amedi
Kayıt Tarihi : 2.10.2009 17:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmail Amedi