BİR MACERA
Bu maceranın başında mıyız sonunda mıyız anlamdım doğrusu. Sahi, macera demişken adını demedik. Gönül macerası desem; hadi canım sende(!) Diyeceksiniz. Yaşını başını almış bir adamsın, gönül macerası da nerden çıktı diyeceksiniz. Peki, biz buna yol macerası desek nasıl olur? Ha bak(!) Sakın buna da olmaz demeyin. Birçoklarımızın askerlik macerası gibi yol maceraları da meşhurdur. Dilden dile anlatılır gider.
Bizimki o kadar meşhur olmamakla birlikte, sonuçta bir yol macerası diyebiliriz. Efendim, macera şöyle başlamaktadır: Bir dostumuzu ziyaret için memleketimizin uzak bir vilayetine uzun zamandan beri seyahat düşünüyorduk. Vakta ki bir müddet tehire bıraktıktan sonra, bir yaz günün bunaltıcı bir sıcağında seyahate karar verdik.
Yalnız bu seyahati hem iş yerimden hem de eşimden gizlemek zorundaydım. Sebebini sormayın. Sakın yanlışta anlamayın.
Önce eşime A vilayetin de bir resmi işim olduğunu ve bir bürokrat arkadaşımı ziyarete gideceğimi, iş yerine de B vilayetinde bazı sağlık gerekçelerimi gösterip bir günlük idari izin istedim. Sonuçta hem eşimden hem işimden izni kopara bilmiştim. Sıra C vilayetine gitmek için bir vasıta ayarlamam gerekiyordu. Zira C vilayeti bulunduğum yere göre o kadar ters bir yol güzergâhındaydı ki doğrudan bir vasıta yoktu. Tabiri caiz ise; kulağımı biraz başımın arkasından tutmam gerekecekti(!) Nihayet öyle yapmaya da karar verdim.
Yazıhaneci olan eski öğretmenime C vilayetine nasıl gideceğimin münazarasını yaptıktan sonra beraberce karar vermiştik. Durum onaylanmıştı. Kulağımı başımın arkasından tutacaktım(!) Tuttum, tutmasına da; bu tutuş başımın arkasından mı yoksa bütün bedenimin arkasından mı işte orası pekte belli değildi. Ben anlatıyım siz karar verin.
Önce yazıhaneci olan öğretmenime; C vilayetine kaçta varırım diye sordum. “Evladım, kısmetse sabah saat yedide olursunuz” dedi. Bizde eyvallah diyip, ziyaretini yapacağım dostuma da o saati verip terminalde olmasını söyledim. Durum karara bağlanıp ben de otobüse bindim. Otobüs beni önce bir başka vilayetin bilmem ne kasabasına indirecek oradan da başka bir otobüse binip C vilayetine gidecektim. Kasaba terminaline indiğimde biletimi almam gerekiyordu. Almasına aldım da içime bir kurt düşmüştü.
Yazıhaneciye; “Kaçta varırız” dedim. “Sabah saat yedi- sekiz civarı olabileceğimizi söylemişti. Bu cevap beni sarmamıştı.”Yedi-Sekiz” bu yedi-sekiz cevabı hiç hoşuma gitmemişti. Neyse, bir kere geldik dedik. Bekleyelim otobüs gelsin, bir de kaptana soralım. Bir saat on beş dakikalık bir bekleyişten sonra nihayet beklediğimiz otobüs gelmişti. Hemen kaptana sordum:”sayın kaptanım, C vilayetine kaçta varırız? ” Kaptan cevabı: Saat on gibi(!) ” Şok olmuştum. Hem bu cevaba hem de kaptanın derin bir sükûnet içerisinde vermiş olduğu cevaba. Bir türlü inanamadım. Kendi kendime ‘her halde kaptan bizi yanlış anladı” dedim. Birde muavinlere sorayım… Henüz bıyıkları yeni terlemiş çatma kaşlı muavine sordum: “Delikanlı, biz C vilayetine kaçta varırız? ” dedim. O da biraz düşündükten sonra “Sabah sekiz-dokuz gibi oluruz” deyi vermesin mi? Şimdi iyice kafam karışmıştı. Önce sabah yedi, sonra yedi-sekiz, sonra on, sonra sekiz-dokuz cevapları beni sukutu hayale uğratmıştı. Nedense bir türlü ayarı yoktu bu vilayetin varış saatinde. Kaderime teslim olmuştum. Artık ne vakitte götüreceklerinin bir önemi kalmıştı. Dostum beni kararlaştırdığımız vakitte alamadıktan sonra…
Neyse ki teknolojinin nimetlerinden faydalanıp bir mesaj çekip, beni falan saate almasını rica ettim.
“Tevekkel taal Allah” deyip otobüse bindik. O terminal senin bu bilmem ne vilayetinin durağı diyip yol aldıkça, benim içimde ki ümitlerde tükenmeye başladı.
Bende, dostuma bana söylenen vakitlerin tam ortasında bir vakit söylemiştim. O vakti de tutturamayacağız gibime geliyordu.
Sabah olana kadar bir nebze gözüme uyku girmedi. Nihayet saatler benim ortalama dediğim vakte geldiğinde biz bilmem ne vilayetinin terminalindeydik. Daha bir saatten fazla yolumuzun kaldığını sanıyordum. Muavinde bu arada bana pişkin pişkin bakıp gülmez mi. “Abi ben bu vilayetin saatini söylemiştim. Bak, dediğimiz vakitte de geldik.” Kendi kendime ‘Siz haklısınız, bizler gibi ağızsız ve dilsiz koyun sürüsü olduktan sonra sizler daha çok yüzümüze bakıp gülersiniz” dedim.
Dostuma o saatte de gelemeyeceğimizin özrünü bildirdikten sonra yine yol almaya başladık. Kaptanın dediği saate C vilayetinde olacağız gibime geliyordu. Vakit ilerledikçe ben kızılcık süzüyorum, dostumu bir saattir bekletmemin endişesini çekerken nihayet on beş dakikalık bir gecikmenin ardından C vilayetine gelmiştik. Hemen dostumu aradım ve geldiğimi söyledim. Heyhat(!) Ne gezer. Kimi bulacaksın yerinde. Dostumun da o gün acil bir toplantısı çıkmaz mı? Terminalde kalakalmıştım. Bereket ki bana onu nerede kalacağımı söyledi de şaşkın ördek olmaktan kurtulmuştum.
Sıra o adrese nasıl gideceğime gelmişti. İmdadıma servis şoförü; yaşlıca babacan amca yetişti. “ Bak kardeşim; aslında bizim servisimiz oraya gitmez ama seni sevdim. Götüreceğim oraya seni” dedikten sonra başladık sohbet etmeye. Benimde kanım ısınmıştı doğrusu amcaya. Hoş sohbet bir amca… Sohbetin esnasında öyle müthiş bir söz söyledi ki amca.
“Artık esnaf kalmadı” dedim amcaya. “Görüyorsun, saat yedi dediler, on çeyrekte getirdiler.” İşte o anda o müthiş sözü patlattı amca.” Yok. Aslında öyle değil. Birbirimizi sevemiyoruz, sevmediğimiz gibide saygımız kalmıyor.” Bu ne müthiş bir sözdü amca. Sevmek: Tanrının kullarına bahşettiği en güzel sermaye... Keşke sevebilsek. Keşke karşılıksız, çıkarsız sevebilsek…”Sizi kutluyorum” dedim amcaya. “Gerçekten seversek, menfaat kalmaz. Menfaatin istikrarı için ise sevmememiz gerekir. Bizlerde öyle yapıyoruz. Sevmediğimiz gibide saygıda kalmıyor Bal, sirkeyi kabul etmediği gibi sevgide menfaati kabul etmiyor. İkisi de bir arada bulunamıyor.”
“Hay ağzınla bin yaşa” dedi amca. Yüzünde derin tebessümler oluşmuştu. Mutlu bir şekli de baktı yüzüme. Sanırım tam olarak anlatmak istediğini anlatmıştım. Direksiyonu tutan elerli daha bir hareketlenmiş daha başka bir şeklide inecek yolculara yardımcı oluyordu. Adeta hizmeti ayaklarına götürüyordu. Sanırım amcanın gönlünü kazanmıştık. İneceğim yere geldiğimde amca beni büyük bir nezaketle indirdi. Elinde olsa eliyle adrese teslim edecekti. Hayır, dua temennileriyle bizi indirdikten sonra yoluna devam etti. Zaten benden başka da yolcu kalmamıştı.
Bu arada saat on bire yaklaşmıştı. Biz sekizde buluşalım derken, henüz görüşememiştik bile.
Maceranın burasında bir parantez açarak, benim idare iznim bir gündü. Bu da demek oluyor ki; aynı gün dönmem gerekiyordu. Dönüş vaktim ise beşti. Başka bir vakte vasıta yoktu. Olsa da zaten bayağı bir geç kalacağım için tercih etme şansımda yoktu.
Ben bu satırları yazarken dostum hala gelememişti. Saat on iki olmuştu. Yine görünürlerde yoktu.
Nihayet saat yarımda dostumu aramıştım. “E hadi kardeşim diye sitem ettim” şunun şurasında ne kaldı. Dört saatlik bir vaktimiz kalmıştı, kendimize ayıracağımız vakitten.
Nihayet gelmişti. O aşağı kapıda ben yukarı kapıda bekliyorum derken buluşmuştuk. Derince gözlerimize baktık. Bir hayli zaman geçmişti. Aslında belki tahmin ettiğiniz kadar da değilse de, insan çok sevdiğinden ayrı kalınca çok uzun zaman olmakla birlikte çok kısa zaman ayrı kalmış gibi bir şey. Ya da hem uzak hem çok yakın gibi bir şey.
Önce konuşmadık. Belki konuşamadık. Bakıştık. Uzunca bakıştık. Gözlerde olan lisana dökülmüyordu. Sevgi dudaktan kalbe mi inmişti ne? Yavaşça sarıldık. Kalbi atıyordu, tokmağı ağır bir saat gibi. Hissediyordum. Sonra sitemli bir iki söz… Sonrası sıcacık kaynaşma…
Bütün özlemimizi bütün sohbetimizi bu dört saate sığdırmak zorundaydık. Sığdırdıkta.
Tam dört saat… Bize çok kısa da gelse bile aslında koca bir dört saat. Neler sığmazdı ki… Ama insanın sevdiği olunca o koca dört saat göz açıp kapayıncaya kadar geçi verdi. Bir de bakmışsın ki koca dört saat bitmiş, gençlik bitmiş, hayat bitmiş, nefes bitmiş artık memat vaktidir. Bizler buna: “Zeval” de deriz. “Zevali geldi, zevali doldu” ya da “zeval vaktidir.” Biz de o dört saatin zevaline gelmiştik.
Ayrılmak oldukça güç oldu. Önce bu kadar erken biteceğine inanamadık. Sonra ikimizin saatleri de aynı vakti söyleyince; ayrılık vaktinin geldiğini anladık.
Vakti mümkün olduğunca kullanmaya başladık. Beşte otobüse bineceğimden sıkça yazıhane görevlisini arayıp geleceğimi söyledim. Zira her an ayırdığım bilet satılabilirdi. Dakikası dakikasına yetişmiştim. Ayrılırken son kez dostumun gözlerine bakmıştım. Hem hüzün hem sevinç vardı. Hem doydum mutluyum diyordu. Hem doyamadık yine aç kaldık diyordu. O da diyordu ben de diyordum.
Sevince neler olmuyor ki; otuz saatlik bir yolculuğa dört saatlik bir sevişmeyi sığdırabiliyor. Yeter ki sevsin. Yeter ki sevebilsin. Yeter ki dost olabilsin. Yeter ki can ondan içre cananı bulabilsin.
Vasfi OKUR
Vasfi OkurKayıt Tarihi : 31.3.2012 13:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
kendisi

Teşekkür ediyorum Necip hocam.
Bu güzel çalışma ile karşılaştım.
Tebrik ederim
Yaşayacaklarınız,
Yaşadıklarınızdan daha renkli,
Daha hareketli,
daha bereketli
Geçmesi temennisi ile
Doğum gününüzü tebrik eder
Sağlık Afiyet Başarı dolu bir ömür
Yüce Rabbimden niyaz ederim
Osman ERDOĞMUŞ
SAKARYA
İçten teşekkür ediyorum Osman hocam.
TÜM YORUMLAR (6)