Bir kayıp Şiiri - İbrahim Hazini

İbrahim Hazini
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Bir kayıp

Bir kayıpta, nazarlarım ağlar oldu.
Nazarlardan bir nazar hep hazin buldum.
Bu bakışta her şey bomboş gözüktü.
Ölen kişi, düşünür müptelasına sebep oldum.

Kenara sendeleyip duygularım, okunur oldu.
Örselenmemek için bir neden bulur gördüm.
Olan olmuştur, yazgılar böyle yazılmıştı.
Bu bakışta, bakışlarım mahvolmuştu.

Ölen kişiye, mezar başında ağlayan çoktu.
Defin bitince, ayaklar azar azar çekilir oldu.
Tiryaki toprak, çekilenleri bekleyip durdu.
Bu bakışta, bakışlarım hepten süzülmüştü

Dünya hayatı değer mi, unutup boş vermekti.
Yoksa ölenler, arkası gelmez mi düşünüldü
Sevgililer birer birer eksilip artmaz göründü.
Bu bakışta, bakışlarım bana ders olmuştu.

Allah(cc) dedi ki; her nefis ölümü tadacaktı.
Tatlısını veya acısını, ancak bunu O bilecekti.
Nerede ana nerede dede hepsi de toz olmuştu.
Bu bakışta, bakışlarım çok çok ağlar olmuştu.

Şiirin hikayesi: 'Allah'a havale etme telaffuzu'
31.12.09

Yazardan
Halep ‘in tarihi ve eski Maşarka adlı mahallesinde doğdum. Oturduğum mesken güzel ve sağlam bir binaydı. Bu evde uzun süre çocukluğumun geçmiş olduğunu diyebilirim. Şimdikine bakılacak olursa her şeyin çok hızlı değiştiğini görürsünüz. O mahalle artık haritada yok, tamamen yıkılmıştı. Yerine yüksek binalar dikilmişken, eski mahalle halkının sağa sola dağılmasına sebep olmuştu. Artık eskisi gibi hüzne ve sevince ortak paylaşımlar tamamen demezsek bile kısmen zihinlerden kalktığını sezmek kolaydır. Yerine modern yaşam tarzı, boş şeylere özendirme ve bencillik ahlakı en parlak yıldız haline getirilerek zihinlerde yerleştirilmişti.

Halep’i bu halle tanıdım. Halep’i bırakalı 30 sene geçmesine rağmen söz ettiğim mahallenin sokaklarını gayet iyi hatırlıyorum. Küçücük, dar, sarı, siyah taşlarla tüm sokaklar asfalt gibi döşenmişti. Evlerinin avlusu çatısız açık, odalar ise avluya bakıyordu. Genellikle avlunun ortasında fıskiyeli havuz vardı. Bu sokaklardan genellikle büyük arabalar zar zor geçerken, küçük arabalar şanslılardı. Küçüklüğümden yirmi yaşıma kadar o mahallede kaldım, sonra kafama koymuştum oradan çıkmayı ama lise son sınıfa kadar sürmüştü. Liseyi bitirince yurt dışına mecburiyetten çıkıp yüksek tahsili İstanbul’da görüp doktor oldum.

Mesleğimle ilgilenip çalışıyorum. Memleketten çıktıktan sonra o güne kadar kısmet olup geri dönemedim. O zamanki bütün mahallenin çocukları, komşuları ve bizzat akrabalarımı tek tek çok iyi hatıramda tutup ara sıra anılarımı canlandırıyorum. Simaları belki biraz silinmiş olsa da, görsem tanımak çok zor olmazdı, sanırım. Hele yaşıtım çocukları asla unutmam. Çünkü günümün çoğu da onlarla birlikte geçmişti. Rahmetli annemin ölüm üzüntüsü başka oldu. Ölümünün üzerinden iki yıl geçmesine rağmen henüz mezarını ziyaret etmiş değilim.

Halep’teki hayatımın hikâyesine başlarken, biraz Halep şehrinin tarihini anlatmak içimden geldi. Sebep de şu: O zaman İslam’ın parladığı dönemlere ait tarihi eserleri, anlamlı yaşanmış hazin kıssaları, meşhur kaleleri ve sarı taştan yapılmış mesken yapıtları, büyük kitle Müslümanların akımı, din âlimleri ve ilim medreselerini fazlaca ihtiva ettiğinden dolayıdır. Bu yüzden ve bu özelliklerinden ötürü Çanakkale’de kahramanca savaşanları ya da eski halkın âleme örnek olma özelliğidir. Üzüntüyle söylüyorum, Osmanlılar o şehri terk ederken ve yerine ihtilalcı Fransızların bozuk yönetimiyle çalkalandığı sırada durumların çok kötüye gittiği bilinmektedir.
İnsanların o yüzden yavaş yavaş bozulmasına sebep oldu. insanlık halktan sinsi olarak sinelerinden silindi, halk çok büyük bir zarara uğradı. Başıboş bırakıldı.

Halk neler yapmış? Nerede, neyiyle meşgul olmuş? İlkinde geçim ve günlük yaşantılarla meşgul bırakmışken, her fert müstakil bir düşünceye kapılmış, değişik inançlar ve fikirler elde etmesine müsaade edilmiş olduğu gözlenmektedir. Saygının ve hayânın düşük seviye inmesine göz yumulmuşken, kabulü olmayan saygılar iftiharla ve alenen sahiplenilmesine izin verilmektedir. Bunları niye anlattım diye sorusuna… Çünkü bu soruya sadece, “bunu hikâyeyi okuyunca anlarsınız” diye cevap verebilirim ama hikâyeyi bitirdikten sonra abes ve karanlıkta anlatılmadığını göreceksiniz. İnsanlar hangi seviyeye düştüklerini ve nasıl ibretli bir hale dönüştüklerini anlamak için bu hikâyeyi anlatmamın nedeni ortaya çıkmış olduğu anlaşılacaktır. Bu hikâyeyi en ince noktasına kadar not etmiştim.

Hikâyenin girişi

On, on iki yaşındayken hatırladığım kadarıyla gündüz vaktindeydi. O yaşta çok garip bir kavga sahnesine şahit olmuştum. Bir yandan kavga uzadıkça uzuyordu. Bir yandan da hatırımda karınca gibi dolaştıkça dolaşıyordu. O olay sık sık kafamı kurcalıyordu. Hala kulağımdan gitmeyen o acıklı sesiyle yaşlı kadın: “Seni Allah’a havale ettim” Bu kelimelerinin ağırlığı gün geçtikçe hissederek ortaya çıkıyordu. Bu olay hiç gözümün önünden gitmiyor. Unutmak mümkün değildi. “ Kırk yıl önce çocukluğumu çok iyi hatırlamazdım; ama şimdi aksine çok iyi bu olayı hatırlıyorum. Bu hikâyeyi anlatmak için var olan bir his içimi kaplamıştı. Unutmuş olduğum hatıralar tekrar canlanıyor gözümün önünde. Onları adeta yaşıyorum. Hatıralarımın merkezinde gezindiğim çocukluğumu şimdi dün gibi hatırlıyorum. Hatta bütün kavgayı en ince ayrıntısına kadar hatırladığımı söyleyebilirim. Evet, vicdan azabı içindeyim. Derin bir üzüntüyle söylüyorum. O kadını böyle ağlarken görünce, hiçbir şey yapmadan ellerim bağlı kalmışken, bana gerçekten acı vermişti. Aslında yaşlı kadın kötü biri değildi, o kadarını hak etmemişti ama ne sebeple onunla sataştığını hala idrak etmiş değilim.

Bunu hep defalarca öğrenmek ve anlatmak istediğim halde fırsat olmamıştı. Sanki dün yaşanmış gibiydi. Meğer bu hadisenin üzerinden kırk sene geçmişti. Hâlbuki ben öteden beri kâğıda dökmek istedim. Onu yazacağım vakti sabırla bekledim. Sanki daha zamanı gelmemişti. İşte içimi dökmek için son ana kadar kaldı. Bu son bir iki ayda, içimde yepyeni bir hikâye doğduğunu hissettim. Zaten Şimdi Allah’a çok şükür o günleri görmemi nasip etti. İşte bu hikâyeyi tasarlarken odamda yazma şeklini düşünürken masa arkasında çok oturdum. Yazmaktan çok hoşlanmadım; üzüntüden olabilirdi bu. Asıl tam keyifsizliğimdendi. Kısa bir hikâye olacağını sanmıyorum.

Bölüm 1
Söylediğim gibi, o bağrışma mekânına iyice yaklaşarak yakın oldum ama kavganın patırtısından dolayı yavaşça kenara çekilmişken, endişeli olarak gözledim. Kavgadan başka bir şey değildi diye mırıldandım. Burası mahallenin en dar sokağı, uzun ve duvarı yüksekti, ses yansıtması en kusursuz yerdi. Kavganın en çekilmez tarafı, bunlardan biri yirmili yaşlarda bir erkek, diğeri ise yetmiş beşlik yaşlı bir kadındı. Kadının üstüne düşmanca ve azgınca saldırdı. İtip beyinsizce tartaklıyordu, hatta elini dövecek gibi kaldırıyordu ama uzun süre bağırıp hiçbir tepki alamayınca kollarını indirip evine gitti… İyice hatırımda kaldığına göre taraflar, yani gerek kadının acılı hali, gerek adamın yüzündeki nefretlik uyandıran ifadesi, sanki en hasmıyla hırçınlığını çıkardıkça çıkarıyordu. İkisi de çevremizde tanınmış komşulardı. Gerçekten, onları inceledikten sonra ben de başkaları gibi, “ Aralarında husumet mi var, yoksa başka bir nedenle bu herifle sataşıyordu? ” diye düşünebildim.
Adeta korku salan bir hiddet taşıyordu, sert ve çatıktı. Sonra öğrendiğime göre aralarında bir akrabalık bağı vardı. Kavga çıkış nedenini bilmiş veya araştırmış değilim.
Ne sebeple olursa olsun, böyle ağır hakaret ve ağza alınmaz sözler yaşlı kadına söylenmez, söylenmemeliydi. “Söylense şayet, görgü ve ahlak kurallarına aykırı ve utanç verici bir davranıştır. Böyle durumlarda ben hep utanmaz heriflere karşı, mazlum ve zavallılardan yanayım”. Bir ay, bir sene, beş sene ya da ne kadar yaşarsa yaşasın bu genç adam, mutlaka yaptığına pişman olacaktır. Çünkü her zalimin damarlarındaki kan iyi olmazken, sürekli onu kızıştırır. Şüphesiz, böyle insanlarda bir hayvani kan gizlidir. Kızgınlık esnasında hırpaladığı kurbanın yaşına bakmadan, haykırışlarından yükselen zevk ve şehvet, ardından ahlak bozukluğunun verdiği kötü illetlerin neticesinde, hayvani bir canavar haline gelir. Sesindeki o hayvani kan ve kızgınlık kendini hemen belli ediyordu.

O zavallı kadın, bu zorbanın karşısında alçaltılmış ve ihanete uğratılmış durumundaydı. Daha fazlasına dayanamadı. Üzüntüden öyle kıvranıyor ki tahmin edemezsin. Herkese anlamlı bakışlarla baktı; ama kimse ona aldırış etmedi, bana öyle geldi. Onun çaresizliğini görür görmez, yüzüm sapsarı kesildi. Ayaklarım yerinden oynadı. Kenara daha fazla çekilip üzüntüden kendimi tutamadım. Ağlamak bile içimden geldi. O sıralar küçük olduğum halde ayıp denen bir şey var diye öğrendik. Ona bir zarar gelmesin diye çok korktum doğrusu. Bu yaşta gördüğüm için bende son derece kötü bir intiba bıraktı. İnsanların o kadar vahşileştiğini düşünmek bile beni rahatsız etti. Kâbusa benzer rüyalar görmeye başladım. Çok uzun sürmedi. Zaten o bağrışma gürültüsünden her tarafta duyulmaması imkânsızdı. Evin duvarından bile rahatça işitilebilirdi. Bütün sokak halkı meraktan evlerinden çıkıp olayla ilgilendi ama hiç kimse cesaretli davranıp bu azgın genci susturan olmadı. Bu adamı tanımayan yoktu, semtimizde herkes, ömrü boyunca terbiyesizin, deli dolunun biri saymıştı.

Bu saldırgan şahıs herkesle sataşabilecek ve herkesle kavga edebilecek bir haldeydi. Herkes onun şerrinden uzak durmayı tercih ederdi. Zaten mahallede söylentisi çıkmıştı. Bu genç adam, saldırganlık tipiyle Allah’tan utanmadığı besbelliydi. Azıcık bile saygı ya da hayâ gösterseydi, o güçsüz zavallı ihtiyar kadına hiddetçe saldırmazdı. Küfürleriyle yüz kızartıcıydı. Yeryüzünde hiçbir canlı ya da cansız mahlûklar böyle küfürlü sözler duymaktan hoşlanmaz, tam tersine kulaklarını kapatırdı. Ama bunların yanı başında, herifin ruhunda baş kaldıran, zihnini çekiçleyen, kalbine zehir akıtan, gözü körelten ve vicdanı sıfıra sayan bir yaratıktır. Ben zaten bu adamı ilk karşılaştığımda da sevmedim. Asık suratlı, Konuştuğu dilden tiksiniyordum. Hele bu yaşlı kadının üzerine nasıl akbaba gibi çullandı ki, yalnız dövmediği kaldı. Olduğu yerde tepinip bas bas bağırıyordu, hep duvara doğru itiyordu. Sanki karşısında dev bir adam varmış gibi öfkesine hâkim olamıyordu. Ama söylediği sözlerin karşısında dağ bile yerinden oynar, gökler bile kızar, topraklar bile ağlar, kantarlar bile çökerdi.

Evet, o dar sokağın ortasında başı örtülü yaşlı kadın, bu adamın ihanetlerinin karşısında, kendini zorla zabit ettiği yetmemiş gibi üstelik yüreğini yerinden defalarca söküp taktığına da yetinmedi. Bu hâlsiz adımlarla, ayaklarını tahta gibi kolay kolay bükülmezken bu heriften kurtulmaya çalıştı. O anda birden beş yaş yaşlanarak seksenlik ölü yüze benzer bir hal almıştı. Bilinç dışı, yaşlılıktan bütün kasları mukavemetsizliğine rağmen yürümesini hızlandırdı.

Sokakta kim onu görürse mutlaka yardımına koşardı. Derbeder bir halde tek başına evine giderken görmek insanın tuhafına giderdi. Zaten bu halle işini görebildiğini görürsen şaşırmamak mümkün değildi. Sanki hiç eti yoktu. Kemikleri doğrudan doğruya deriyle yapışmıştı, fakat donuk gözlerinin sağa sola kaymadan tek yöne baktığından emin oldum. Buna çok defa dikkat ettim. Kadıncağız nereden nereye gideceğine şaşırıp kaldı. Yanında hiç kimsesi yoktu. Ömrümde onun kadar yaşlı birinin kendi işini yapabildiğini görmedim. Şimdiymiş gibi yüzünü hatırlıyorum. Şimdi Allah bilir, kaç yıldan beri toprak altında. O gün işlenen suçlardan en ağır suç işlenmişti. Gerçi ben o vakitler çocuktum, ona yardım etmek içten istesem de ama elimden bir şey gelmediğine üzüldüm.

Onunla kavga eden kişinin, yüzünde merhamet ya da şefkat alameti tamamen silinmişti, uzun boylu, yirmilik mor yüzü, esmer, sert bakışlı mahallenin bir erkeğiydi. İnşaatta çalışan bir işçi ve sevimsiz olduğunu bütün mahalle çocukları bu halde tanıyordu. Dindar değildi. Serseriydi. Sürekli Allah’a karşı edepsizdi. Katı yürekliydi. Utanmaz biriydi. Hürmetsizliğinden dolayı ailesiyle sürekli kavga içindeydi. Herkes ondan çekinir ve uzak durmaya çalışır. Ancak onun gibi seviyesiz adilerin dostluğu hoşuna giderdi.

Bu herif, en ağır ve en söylenmez sözlerle, en çirkin ve en utanç verici küfürlerle kadına hücum ediyordu. Hıncını zavallı kadından çıkardı. Çılgın gibiydi, az susmuşken, birden horozlanarak yaşlı kadına bütün öfkesini döküyordu. Zavallı kadının çığlıkları içimi parçalıyordu. “ Bu adamdan beni kurtarın” diye inliyordu. Zavallı kadına yardım etmek isterdim, en azından onu sakinleştirecek bir ilaç verseydim de biraz vicdanım rahat olurdu. Ben bu manzara karşısında defalarca kendimi aciz ve çaresiz buldum. Dünya yıkılsa bile o kadar üzülmem, derdim. Ağzım açık kaldı. Birkaç dakika dondum. Şaştım kaldım. Yüzüme bir bakışta içimdekini olduğu gibi okursun.

Eve titreye titreye gittiğimi hatırlıyorum. O gece çok rahat yattım diyemem ve çok fazla konuştuğumu da hatırlayamam. Kendi kendime düşündüm “ bu adama yaptığından dolayı hesap soracak kimse çıkar mı yoksa Allah’a kalmıştı. Bu iş bitmemişti hala. Şoktan kimseye bir şey diyemeden sineme gizledim. Keşke daha büyük olsaydım, bu adama mutlaka haddini bildirirdim diye düşündüm. Biz babalardan böyle terbisizlik asla ve asla görmedik. İhtiyar kadının çaresizliğinden her tarafı titriyordu, hâlsiz adımlarla ve boğuk sesle genç adama bakıp susturmaya çalışıyordu, gözlerinden acılı yaşlar kandamlası gibi yere düşüp boyuyordu, ayaklarının hali güç ve zor ayakta durabiliyordu. Sırtı kamburlaşmış, bastonsuz olduğu halde bu zorbaya karşı kendini azıcık savunabiliyordu.

Sonra baktı ki adamın saldırganlığına, sövmelerine ve el kaldırmalarına ara vermeyince, kadıncağız artık dağılmış hali çok hırpalanmıştı, ne yapacağını bilmiyordu, kısa bir sessizliğin ardından sözlerine farklı bir cümle söyledi. Sanki bu işi Allah’a havale etmekten başka çaresi kalmamış gibi bana geldi. Gerçekten bunu Allah’a havale ettiğini işittim. Üstelik zavallı kadın titrek, ihtiyar ve acı dolu bir sesle ona çok ağır beddua etti. Defalarca tekrarladığını duydum. O beddualar sanki: Duvarlardan geçerek, göklere ulaşarak ve insanın kulaklarını delerek hızlı şekilde yayılmıştı. Çünkü son derece yüksek sesle beddua etmeye başladı. Şimdilik kavganın kadının hüsranına kapandığı zannedildi. Bunun öcü alınmayacak mıydı? Bu mağrur ve kibirli mahlûka yaptığı insafsızlığın cezası verilmeyecek miydi? Bu yaşlı kadını ağır şekilde aşağılayan, ezen ve küçülten mağrurlu kişi, kollarını sallaya sallaya Allah’ın azabından kolay kolay kurtulacak mı? ? Evet. Buraya kadar büyük bir sır oldu. Rezil adam bunu bile bilmiyor. Olanın bitenin farkında mı yoksa umurunda bile değil miydi? İşte bu konu burada kapandı, daha fazla söz etmek istemiyorum.

Kadıncağız perişan halde, güçlükle ve dediğim gibi hâlsiz adımlarla yürümeye devam etti. Başı döndü, dizleri kesildi, nefes almaktan zorlandı, gözleri tamamen karardı, duvara iki elle sendeleyerek uzaklaştı ve ağzından anlaşılmayan sözcüklerin çıktığını duyarsın. Belki o gün, kötü günlerinden en kötüsüydü, ya da en mutsuz günü, o günüydü. İşin kötüsü, bu zorba genç Allah’a havale edildiğinin ne demek olduğunu anlamış değil galiba. Ben o esnada bu havale etme sözünün karşısında dondum, içimde bir korku ve ürpertiye kapıldım. Bu adama bir şey olacağı aklımdan geçmiş gibi oldu. O galiba aklını kaybetti. Çünkü kadın gitmişti, ama o bozuk ağzını bir müddet devam etti.

Cahil adam, zannetti ki savaşı kazanıp onu mağlup etti ve erkekliğine erkeklik kattı. Ama o çirkin suratlı adam daha da çirkinleştiğinin farkında değildi. İnan ki o saatte bu adamın yüzüne bakıldığında; şeytan gibi mosmor bir renk aldı, gözleri çakallaştı, kulakları değişik şekil aldı, dudakları anında kalınlaştı, yürümesi kabalaştı ve ağzının anormalleştiğini görürsün. Gerçekten bu zorbayı böyle gördüğümü hatırlıyorum. Belki de aklınızdan abartılı anlatıldığı gelebilir ama gerçeği böyleydi.“Az önce de bahsettiğim gibi, O adamın suratı görülmeye bile katlanılamaz bir duruma değişiverdi. İnsan tiksinti duyardı. Beni korkutan onun kendi edepsizliğini ve küstahlığını açığa vurmasıdır. Her şeyin neden böyle olduğunun zerrece hesabını yaptığı kesin gözle bakılmazdı. Demek ki suçlu olan insanların kendileri; bir gün öyle gelir ki, mutsuz olacaklarını bildikleri ya da bilmedikleri halde Cehennemden bir parça kaptıklarını acaba düşünebilirler miydi? İnanır mısınız, hepsi laubaliliktir. Bu korkunç adama ne zaman baksam, “ ona bir gün zarar gelecek” diye düşündüğüm de olmuştu”.

Bölüm 2
Bu olanlardan sonra çok uzun bir müddet geçmişti. Bu zorba adamı bir gün hastalanınca doktora götürmüşler. Muayene olduktan sonra beklendiği gibi olmamıştı. Hastalığının ilk günlerinde korkacak bir şey kalmayacağını, hastanın yüzde yüz iyileşeceği söylendi. Şiddetli bir soğuk algınlığı geçirdiğini ve bunu böyle yapabildiğini inanmıştı. Evde yatmasını önererek bazı ilaçlar vermişti. Ateşi düşmüyordu. Ateşi çok yükselince, başının ağrısı da şiddetlenmişti. Kendini durmadan kaybediyordu. Yüzü solmuştu; ateşten kavrulmuş çatlak dudaklarından belliydi. Mahalle arkadaşları ve bilhassa annesi odasından ayrılmıyorlardı. Odasından çıkacak durumda değilmiş. Yürüyemiyordu, yürümekten çekiniyordu. Yüzünde bir korku ve onu her zaman bile bırakmayan acı veren sıkıntılı bir ifadesi vardı. Birkaç günde bir fenalaştığını duyduk. Her fenalaşınca erkenden doktora götürüyorlardı. Hastalığının ciddiyetinin belirsizliğinden dolayı doktorları yanılttı. Her doktorun tavsiyelerini uygulayıp iyileşmeyince, başka doktorlara götürmeyi deniyorlardı. Farklı bir tedavi şeklinin peşine gidiyorlardı. Ama hastalığının gittikçe ağırlaştığı ve kötüye gittiği, hastanın şikâyetlerinden anlaşılıyordu. En son araştırma devlet hastanesine götürünce teşhis orada konulmuştu ama bütün aileyi felç etti. Tedavi edilemeyeceği, birkaç ay ömrü kaldığı söylenmişti.

Ama bu hasta adam, kendi hastalığını tam olarak bilmiyordu, ondan gizlenmişti. Zavallı adam her geçen dakika biraz daha ağırlaşıyor, humma nöbeti gibi tutulmuş gibi telaşa kapılıyor, bakışları alev saçacak gibi dalıyordu. Şaşkına dönmüştü. Sanki içini dökmesine engel olacakmış gibi susmayı tercih ediyordu. Tuhaf bir bitkinlik, yorgunluk bütün bedenini sarmıştı. Gözleri sarılıktan kapanmıyordu. Mahallede hep yorgun bir hali vardı, işe gitmez oldu, sürekli kilo kayıp ediyordu, artık eskisi gibi bağırarak, çağırarak konuşmuyordu, hep eşofman elbiseleriyle sokağa çıkıyordu, mahalle çocuklarıyla sohbeti çok kısa kesiyordu, yüzü sapsarıydı, herkes bu haliyle merak etti, iştahının tamamen kesildiğini öğrendik. Atkısı başından düşmüyordu. Kafası öyle karışık ki, ağlamamak için zor dayandığı belliydi. Tam bir ibretlik dersi olmuştu. Ben birkaç kere hastaneye götürülürken ya da hastaneden getirilirken gördüm. Her gördüğümde kadına nasıl kabadayılık yaptığını hatırlıyorum. İçimden hep bu Allah’a havale etme söyleşini aklıma getirirdim. Ama üzerinde fazla durmadım. Sebep şu; ona acıdım doğrusu, nasıl olsa iyileşir, tövbe eder, belki bu hastalıktan ders alır, pişman olur, yaşlı kadından bağışlamasını ister diye iyi niyetle yaklaştım. Hayatının şu acı dolu son günlerini bir türlü aklımdan çıkaramıyorum… Hepsini yazmak istediğim halde bazı eksikler de olmuştur, buna eminim.

Aradan bir ay geçti. Hasta adam kendi hastalığını öğrenir öğrenmez çarçabuk değişiverdi. O amansız bir kan hastalığına yakalandığını duymuştu. Haftada bir kan nakli yapılıyordu ve üzerinde Kemoterapi tedavisi de uygulanıyordu. Ağzında devamlı maske takıyordu. Ardından saç dökülmesi ve aşırı şekilde halsizliği artmıştı, bu nedenle tekerlekli sandalye ile götürüp getiriyorlardı. Adam o günden ecel gelene kadar bambaşka bir insan oldu. Çok iyi yürekli, ince ruhlu, güler yüzlü, şefkatli, merhametliğini hiç esirgemiyordu. Adamcağız çok üzgündü. Yaşlı kadına, yaptığında ne buldu! Aklından geçirmediği şeyler oldu…

Düşünceli ve dalgın bir halde sokaktan geçerek kederini boşaltıyordu. Biz o sıralarda çok şaşırdık, o kadar mükemmel biri olduğunu görmezsem inanmazdım. Dindar ve Camiden çıkmaz oldu. Camide din dersine başlayınca, Resüllah’ın bize “ Birbirinizi sevin, yaşlılara yardım edin, fakirlere sadaka verin, ebeveynlerinizi incitmeyin, çocuklara karşı yufka yürekli olun, sesiniz alçak tutun, yürürken kibirlenmeyin, düşmanlarınızın yaptığı hakaretleri affedin” diye emredildiğine ilk defa kulak vermişti. Güzel bir örnek adamıydı. Dindarlığı son zamanlarda çok artmıştı. İçten ve yüksek sesle dua etmeye başladı. Kendinden geçerek tam bir teslimiyetle okudu. İşin garibi, o kadar ki ruhunda deminki kötülükten ve saygısızlıktan eser kalmamıştı. Yeniden, hem de bütün gücüyle içten bir ilgiyle ve sevgiyle insanları sevmeye başladığını hissettik. Belki yaptığına çok üzülmüştü.

Bütün mahallenin halkına hürmet eder, yardım etmek için can atardı. Adamcağızın son halini göreceksin, eşsiz bir insan olduğundan başka bir şey diyemezsin. Ruh asaletiyle ve cömertliğiyle herkesin gözünü boyayabilmeyi becerdi. Gözleri sürekli sulanırdı. Kulak kesilmiş, kelimeleri onun ağzından kapmak ister gibi dinliyorduk. “Kendi kendine nasıl olsa bir gün öleceğim diye iyilik yapmaktan başka bir şey düşünmesi yanlıştır. Acaba böyle miydi? Düşünmüştü. Çünkü yüzünde garip bir ifadeyle, boş bakışlarla sağa sola bakınıyordu. Zavallı adam, ne düşünüyordu, kim bilir. Neler olacağını biliyor muydu? Konuşulanlar hatırında mıydı? En önemlisi yakında ölü olacağının farkında mıydı? Tüm çabalara rağmen hastalığında bir değişiklik olmadığı, durmadan başkasının kanıyla yaşadığını biliyordu. Onun bu hali karşısında üzülen ailesi, arkadaşlarıyla eskisi gibi gezip dolaşamıyordu. Bu nedenle hastanede geçirdiği günler onu uysal bir adam haline getirmişti. Ben birkaç defa komşuları arabayla alıp götürdüğüne şahit oldum. Öyle saygılı, öyle alçak sesle komşularla konuştu ki, kendim bile garip buldum. İyi haliyle yolda kimle karşılaşırsa karşılaşsın, mutlaka selam verip ayakta kısa muhabbet ederdi. Hasta ve kısık sesle konuşuyordu. Bazen gerekir gibi herkesi arabasıyla götürmek için ısrar ederdi. Çünkü ailesi belki biraz oyalanır diye ona sarı taksi almışlardı.

Bölüm 3
Biraz taksicilik yaptı. Ama çok uzun sürmeden, ben evdeyken ona salâvat getirildiğini müezzinden duydum. Onun ruhuna El Fatiha okunması hatırlatıldı. Adam öldü. Hasta gece yarısına bir saat kala öldüğünü bilmiştim. Öğle namazına müteakip defnedildi. Çektiği acılar sona erimişti. Yerine ne bırakmıştı? Elbette amelini bırakıp gitmişti.“Sonunda öldü. Öleceği gün, akşamüstü çok fenalaşarak hastaneye alelacele kaldırmışken, o gece ruhunu teslim etmişti, galiba. Ağlamalar, üzülmeler, acıklı sözcükler her tarafta yankılanıyordu. Bu her gün olan biten bir hüzündü ve hatırladığım kadarıyla bir yılı geçer ya da geçmez yaptığı bütün kötülükler unutularak yerlerine iyilikler doldu. Halk hep bir ağızdan “ Allah ona rahmet eylesin” diye içten söylemişlerdi. İşte o an insan pis amelinin ne kadar çabuk değişebilecek olduğunu bir kez daha kanıtlanmış oldu. Mahalle halkı, hasta olmadan önce onu sevimsiz olarak bilirdi ve parçalamayı düşünen halk şimdi öldükten sonra gözyaşlarına boğulmuştu. Kadın erkek herkes fikrini değiştirip hakkında iyi şeyler söylemeye başlamışlardı. Sanki affettiler. “Acaba bir hata mı var ortada? Aslında Allah karşısında nasıl hesap vereceği malum değildi”. Ama korkunç bir şekilde ölümü mahalleye şok geçirtti. O sırada henüz hayatının baharında, yirmi yaşındaydı. Bölgemizde herkesin dilindedir. Gerçi, bu gencin öteden beri, hatta çocukken bile tuhaf olduğu iddia ediliyor.

Onu değiştiren ne! Ölüm korkusu muydu? Yoksa hayatın boş bir bardak olduğunu kabullendi diye mi oldu. Aslında ölüm, her nefis onu tadacaktı, er ya da geç gerçekleşecektir. Bu Allah’ın emriydi. Hadislerde geçtiği gibi; yaşlanmadan ibadetlerini yerine getir, hastalanmadan iyilik yap, ölüm çatmadan salih amel işle ve dürüst ol diye uyarılar bildirildi. Firavun gibi olmayın, ne zaman ölüm ona dokununca imana yöneldi. Ama imanı bu şekilde kabullenmediğini Ayetlerde öğrendik.

İşte dünyadaki varlığımız o kadardır. Allah’ın intikamını unutmayalım. Acaba onun için alın yazısıymış, yoksa felaketle başlayan hayat nasıl mutlulukla sonuçlanacaktı ki? Kadere karşı koymaya kimsenin gücü yetmez. Acaba bu ölen adamın hastalığının sebebi yaşlı kadının bedduaları mı, yoksa rastlantı mı? Bu işi Allah’a bıraktım. Ahrette Allah Teâlâ ister onu af eder, ister azaba çeker. Allah’a kalmış bir şeydir. Ulu Allah’ımın gazabına, lütfüne, verdiği her şeye şükrediyorum. Bizi aydınlatan kuran ve hadisleriyle yüreğimizden eksilmesin. Buracıkta ufak bir not vermeden geçmeyelim.

Yasin süresinde, kavmine iyilik yapmak isteyen bir kişinin kıssasını ele aldım. Bu kişi, iyiliğinin karşısında kendi kavmi tarafından haksizce, zulümce ve gaddarca öldürülünce, bu işi Allah’a havale edince, kanı yere boşa akmadı, ama o Cennete gitti, Pekâlâ öldürenleri sağ mı bırakıldı. Keyifleri uzun sürüldü mü? Hayır, birkaç gün sürmüşken felaket başlarına inivermişti. Kimsesi yok diye yeryüzünde adalet sağlanmaz mı? Onun Yaratan dünyada hakkını almaz mı? O zorba kavme, zulümlerinin karşısında nasıl bir helak aldıklarını ayetlerinin meallerini okuyup düşünelim. Onlara ordu değil, birtakım gürültü ses bile kâfi oldu. O şiddetli sesten beyinlerinin kulak zarları patlatılarak çıkıvermişti. Düşünün! İnsan ne kadar zayıf Allah’ın karşısında bir sesle, bir keneyle, bir hastalıkla, bir ateşle, bir suyla, çok basit bir kazayla ya da düşünmediği bir nedenle hayatını bir anlık kaybedebilir.

Ne kadar tuhaf, ne kadar basit, ne kadar anlamsız bir nedenle insan hayatı kolayca mahvolabilir. Bunca krallar, kahramanlar, zorbalar gelmiş geçmişti. İzleri bile kalmamıştı. Değer miydi insana birkaç günlük fani yaşantısında Allah’a asi çıkmak ya da hiç aldırmamak.

Ayet’in kıssası
20 – O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: 'Ey kavmim! Uyun o elçilere! '21 - 'Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir.'22 - 'Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.'23 - 'Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.' 24 - 'Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum.' 25 'Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni(onları imana çağırdı diye onu hunharca öldürdüler) .' 26 - (Sonra ona) 'haydi gir cennete! ' denildi(şehitlik mükâfatı) O da dedi ki: 'Ne olurdu kavmim bilseydi! '(o ölüm esnasında kavmini hala düşünüyor ve yaptıklarına endişeleniyordu. Keşke iman etseydiler, benim eriştiğim yere ulaşırlardı) 27 - 'Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını.' 28 – Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.29 - Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler(bu canilerin cezası, sadece keskin bir sesle beyinleri darmadağın savrulmuştu) . 30 - Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.31 – Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar. 32 - Onların hepsi toplanıp, sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir.

Bitiş
Ayetin özetinde, başından sonuna kadar haksız yere yapılan mücadelenin akıbeti anlatılmaktadır. İşte beddua etmenin akıbetini kıssada böyle bir örnekle gördük. Hatta hala iyice kanaat getirmiş değilim; ama şuna da dikkat etmek gerekir. Ölen kişi daha önce bozuğun biriydi, sonra iyiye doğru değiştiğine rağmen beladan kurtulmadı. Dünyada benzeri çok olaylar vardı, ama aynı akıbeti görmek mümkün olmayabilirdi. Fakat her bela bir cezadır ve her musibet bir imtihandır. Kısacası, Allah’ın intikamının ne şekilde olacağını kestirmek zordur. İnsanın işlediğine bağlıdır. Yine de Allah’ın gazabı, ister ferdi olarak ister toplu olarak gösterilmektedir. Kalplerimizde bugünden başlayarak sonuna kadar en iyi ibretli dersleri ve hikmetli Ayetleri daima yaşatalım. Çocuklara öğreterek hep birden, yüksek sesle: evet evet, yaşatalım! Sürekli, sonsuzluğa kadar, diye devam edelim.


.

İbrahim Hazini
Kayıt Tarihi : 14.5.2009 15:36:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Hayat çok kısa olduğünu deniliyor. Gerçekten kısadır.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • İbrahim Hazini
    İbrahim Hazini

    HAZİN BİR ÖYKÜ,İBRETLİK, GÜZEL ŞİİR, ALLAH RAZI OLSUN

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

İbrahim Hazini