Küçücük ellerimle yerlerde çoraplarımı arıyordum. Gözlerim yarı açıktı. Uykulu uykulu etrafımda epeyce aradıktan sonra çoraplarımı buldum, ayağıma geçirdim, çorabın ikisinin de topukları çoktan yırtılmıştı. Sağ ayağıma giydiğim çorabımdan minik serçe parmağım fırladı. Çorabın uçlarını çekiştirerek parmağımı kapatmaya çalıştım, ama olmadı.
Uyurgezer halde ayağa kalktım, pantolonumu bacağıma geçirdim. Renkleri güneşten iyice solduğundan pantolonumun gerçek renginin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Pantolonun dizlerinde ve popsunda mutlaka yama olurdu. Benimkiler de böyleydi.
Penyemi giydim alaca karanlıkta. Penyelerim de diğer kıyafetlerden pek farklı değildi. Çok az olduklarından sık sık aynısını giydiğimden solmuşlardı iyice.
Ellerim gözlerimde, çapakları çıkararak yattığım odadan çıktım. Lastik ayakkabılarımı giydim. Son derece sağlıksız bir madenden yapılmışlardı bu ayakkabılar. Özellikle yaz sıcağında terlemeyle birlikte korkunç bir ayak kokusuna yol açarlardı. Çoğu zaman bu lastiklerin altında, arkasında ya da parmak uçlarında delikler açılırdı. Lime lime yırtılsalar da atılmazlardı, kışın sobaları bunlarla tutuşturmak çok kolay olurdu.
Topuklarım çoğu zaman dışarıda olduğu için nasırlaşmıştı. Onun için gezerken taşa, toprağa, dikene denk gelmesi hiç acıtmazdı canımı.
xxx
Sıcak yatağımdan kalkıp bu erken saatlerde işe gitmek ne kadar da zordu benim için. Daha dokuz-on yaşlarında ancak vardım. Hoş diğer akranlarım da benden farklı yaşamıyorlardı. Şimdi düşünüyorum da gerçekten doya doya bir gün uyduğumu hatırlamıyorum o çocukluk yıllarımda.
Sabahları en harika kahvaltım kaymakla ekmek yemekti. Elbet en çok istediğim şey ailemle birlikte sofrada çaylı bir kahvaltı yapmaktı. Ama sabahın erken saatlerinde kuzuları yaylatmam için gitmem gerekiyordu. Güneş doğmadan dağda olmak istenen şeydi. Hele şafak sökmeden kuzuları çıkartmak çok puan kazandırıcıydı. Bu alanda başarı her zaman Hasan’ın olurdu. Bu durum kimi zaman annemle beni karşı karşıya getirirdi. Ona göre Hasan saatler olmuş kuzuları otlatırken ben daha yeniden gidiyorum. Aslında benim de Hasan’ın da şimdi sıcak yataklarımızda uyumamız gerekiyordu, sonra da oyun oynamamız gerekiyordu.
Sabahın bu erken saatlerinde dışarıda hayvan ve insan sesleri bir birine karışırdı. Bazen sesler bir karmaşa halini alıyordu. Karmaşa da olsa kendi içinde bir düzenlilik ve sistem vardı. Herkesin Koyunları, kuzuları, sığırları ayrı ayrı köyün dışına çıkardı.
xxx
Biz Gülşah Hala ile köyün dışında, genellikle köy mezarlığını geçince hayvanlarımızı bir araya getirirdik. Gülşah Halanın yaşını tam hatırlamıyorum, ama sanırım altmışa yakındı. O, küçücük yaşlarımda en önemli ve tek dostum olmuştu. Köyle ilgili tüm bilgilerimi o zaman ondan aldım. Kendi yaşamı boyunca köydeki tüm nüfus hareketini çok iyi biliyordu. Ölümleri, doğumları, hastalıkları ve evlenmelerin hepsini tüm canlılığıyla hatırlıyordu. Öyle ayrıntıları biliyordu ki hatırladıkça şimdi bile şaşıyorum. Onun döneminde biri ölmüşse, ne zaman, hangi hastalıktan, nasıl öldüğünü, kimin nasıl ağladığını vs. tüm detayları bilirdi. Doğum ve düğünler içinde aynı durum geçerliydi.
Tombul küçük elleri, çekik küçücük gözleri vardı Gülşah Hala’nın. Kofi denilen bir takı takardı başına. Bana çok ilginç gelirdi bu kofi. Uzun uzun örükler ve örüklerin uçlarında renge renk boncuklar takılıydı. Gülşah Hala renge renk giyinmeyi çok severdi. Kırmızı, sarı, yeşil, turuncu ne renk arasanız bulurdunuz onun üstünde. En çok da peştamalını severdi. Ben de severdim onun peştamalını. Zira tüm kengerleri onunla koparırdı. Hem bana hem de kendisine koparırdı kengerleri. Yazlık dediğimiz naylondan yapılma bir ayakkabı giyerdi. Aslında çok sağlıksız ve kötü bir ayakkabı ama nedense hala revaçta sanırım. Tek olumlu tarafı hafif bir ayakkabı olmasıydı.
Gülşah Hala tepeden tırnağa sanki kartpostaldan fırlamış bir Anadolu insanıydı. Benim için masal hocam, çobanlık arkadaşım ve çocukluk dünyamın masal perisiydi.
Gülşah Hala hatırladığım kadarıyla o zaman İsmet Dayılarda yaşıyordu. Qurcik köyünden Musa adında biriyle evlenmiş, eşi rahmetli olunca da köye geri dönmüştü.
Gün boyu yaşam öyküleri ve masallar anlatırdı bana. Aslında Gülşah Hala hiç kimseyle konuşmazdı. Onunla dalga geçilmesinden ve küçümsemelerinden dolayı uzak dururdu insanlardan. Yaşam öykülerini anlatırken gerçek hikâyeye öyle sadık kalırdı ki ne bir laf fazla ne de eksik söylerdi. Hatta aynı hikâyeyi defalarca anlatmasına rağmen tüm cümleler bir önceki anlatımda olduğu gibiydi. Ama bu aynı anlatım beni hiç rahatsız etmezdi. Aksine tekrar tekrar bana anlatmasını isterdim. En çok sevdiğim masalı şuydu:
“çoban çocuk, annesin tüm uyarılarına rağmen bir gün dağda yorgunluğun ve güneşin de etkisiyle uyuya kalmış. Kocaman bir kayanın gölgesinde sırt üstü uzanmış, önce kirpikleri yavaşça düşmüş, göz kapakları ağırlaşmış ve birkaç dakika sonra da tatlı bir uykuya dalmış. O sırada oradan geçen yavru bir yılan, çocuğa yaklaşmış, bakmış ki ne görsün çocuk uyuyor ve ağzı da açık. Yılan önce bacaklarına oradan da göğsüne çıkmış çocuğun. Sonra da çocuğun açık ağzından içeriye girmiş. Günler geçtikçe çocuğun karnı şişmiş. Annesi anlamış ki çocuğun karnında yılan var. Dışarıda koca bir ateş yakmış ve üstüne de süt dolu kazanı koymuş. Süt iyice kaynamaya başlayınca annesi çocuğu getirmiş ve kaynar sütün üstünde hazırladığı askı ağacına çocuğu ters asmış. Çocuğun ağzı açık, sütün tüm kokularını içine çekmiş. Efsaneye göre yılanlar sütün kokusuna dayanmazlarmış ve saklandıkları yerden dışarı çıkarlarmış. Ve burada da aynısı olmuş, sütün kokusunu alan yılan çocuğun midesinden çıkarak ağzından düşmüş.”
Özet olarak anlattığım bu masalı Gülşah Hala saatlerce süren bir anlatımla aktarırdı bana. Çocuğun karnındaki yılanın dışarıdaki yılanları nasıl çağırdığını, aralarında geçen konuşmaları ayrıntılı bir şekilde anlatırdı.
Çok ilginç anlatımları vardı. Mesela bir olayı anlattığında “öyle diyorlar- çıko hini vane” diye başlardı, böylece sözü geçen hikâyenin kendisine ait olmadığını ve başkalarından dinlediğini, yalan veya yanlış olması halinde sorumlusunun kendisinin olmadığını baştan ima ederdi.
Her kese ait anlatılacak mutlaka bir şeyi bulurdu. Fakat bu anlatımlar o kadar tarafsız o kadar saftı ki içinde en küçük bir art niyet bulunmazdı. Bir kendisiyle ilgili anlatmazdı. Kendisinden söz edilmesinden hiç hoşlanmazdı.
Bizler kendi peri masalımızda yaşarken, günler ve aylar geçip gitti. Bir gün Gülşah Hala’nın evleneceği haberi yayıldı tüm köye. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Evet evet kesinlikle çok üzülmüştüm. Arkadaşımı ve dostumu yitirecektim. Ve öyle de oldu. Gülşah Hala Badan Köyü’nden Kemal Amca ile evlenip oraya yerleşti. Çocukluk dünyama ait bir masal, perisiyle birlikte yitip gitti.
(Mersin,
10.04.2012)
Kayıt Tarihi : 25.4.2012 16:29:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!