Bir Gün Babamızın Resmi De Ölür

Galip Karakuş
42

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Bir Gün Babamızın Resmi De Ölür

BİR GÜN BABAMIZIN RESMİ DE ÖLÜR!

Galip KARAKUŞ / Aralık - 2007

Çoğumuz babamız henüz yaşıyorken, onun yüzüne bir kez bile dikkatle bakmamışızdır. Baba sözcüğünü kullanmaya başladığımız günden itibaren, süreklilik arz eden bir alışkanlık haline gelmiştir ve bu davranışımız ile; yıllarca babamızdan değil de, sanki bir zorunluluktan söz ede gelmişizdir hep.

Yoksulluğun ağır yükü altında ve doğası gereği babam, her seferinde bize biraz uzak, biraz da yabancı birisi gibi olmuştu hep. Her gün yırtık, yamalı ceketini giydirip, boya sandığını eline verip sokaklara saldığımız o ‘çilekeş yolcu’nun, zamanın tozlu yaprakları ile birlikte, an be an, nasıl da eriyip gittiğini fark edemeyişimi düşünüyorum, duvara özenle yerleştirdiğim resmine baktıkça.

Oysa belleğimi zorlayıp, son zamanlarındaki ikili ilişkilerimizi anımsamaya çalıştığımda, bu gün Atatürk ile yan yana fotoğrafını koyduğum o büyük insanın bana yönelik tüm yaklaşımlarında, felsefi bir boyut olduğunu düşünüyorum. Onun, elimin altından yavaş yavaş kayıp gittiğini fark edemeyişime de hayıflanıyorum.

Ah babam; ilkin ve hep onun saçları ağarır, hep o öksürürdü sürekli. Sofrada önüne konan hiçbir şeye hayır demeyen Çelebi'liğini özlüyorum. Özlüyorum, tüm özelliklerini ve güzelliklerini, ancak nafile bir dileyiş bu, sen hakka yürümüş olduktan sonra.

Biraz dikkat kesilenler bilirler ki babalarımız, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren, kederli göçmenidir evlerimizin. An gelir, gözaltlarındaki o yıllanmışlığın göstergesi olan torbaların ağzını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. Ve an gelir, o iki bağcık da hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunluklarını orta yerde bırakıp, kasketinin altını terk eder diye hiç düşünemediğime de hayıflanıyorum, duvardaki resmine her baktığımda ve daha çok da köye gittiğimde bana bıraktıklarını gördüğümde, yürüdüğü yollardan yürüdüğümde, kayısı tadındaki güzelliklerde ve sonra; ilahi bir yere konduruyorum O’nu.

BABAMIZ BİR GÜN GERÇEKTEN HAK'A YÜRÜR VE...
Babam bir gün 1980 yılının bir yaz günü ben gurbette iken, gerçekten Hak'a yürüdü ve ben ilk defa o gün anladım evimizde bir babamız olduğunu. Herkes için geçerli mi bilemem, ancak o zaman anlarız ki, aramızda dolaşan yalnızca alışkın olduğumuz bir gölge değildir babamız. O güzel insan, annemizle anlaşarak beyaz yalanlar ölçeğinde kandırdığımız bir saflıktır ve bir gün, sessiz sedasız sonsuza kadar çekip gitmiştir aramızdan. Ve o gün anlarız ki, bu güzel insandan bize kalan, bir sözcükten öte, büyülü bir etkisi olan “yavrucuğum” sözcüğüdür. Onu yitirdiğimizde anlarız ki, tarih sayfalarımızı bir arada tutan en kalın damar ansızın kopmuş, şimdiye kadar nasıl durduğunu düşünmediğimiz aile şemsiyemiz yağmur vurdukça su geçirmeye başlamıştır.

Daha başka şeyler de olmuştur o hakka yürüdükten sonra; içimizdeki tatlı korku kaybolmuştur artık, sofranın başköşesinde yaşlı, kocaman bir boşluk açılmıştır, akşamları uydurduğumuz beyaz yalanların ardından esirgenmeden savrulan ve hiç de dokunaklı olmayan tanıdık bir küfür, orta yerde sahipsiz kalmıştır. Dahası, onun gidişiyle birlikte, önceleri önemsemediğimiz memleket toprağının kokusu da sınırlarımızın ötesine göçmüştür. Onsuz, yaban elde yalnızlığı duyumsarız ve ait olduğumuz, yeşerdiğimiz toprakla bağımız kopup gitmek üzeredir. Geri dönmek için çırpınırsınız büyük umutlarla bize bıraktığı topraklara, ancak zaman su gibi akıp gitmiştir ve gücünüzün sınırlılığı en büyük engeldir yolumuzun üstünde.

Bu güzel insan, gençlik yıllarımızda emperyalizme karşı verdiğimiz savaşımda başarı sağlayamadığımızı da gördü son yıllarında, bize çektirilen acıları, bombalanmaları, işkencelerden geçirilmişliklerimizin acısını yaşadı bizimle birlikte. Yaşadığımız çağın sorumluları olarak, bayrağı yere düşürmeden taşımak, son nefesimize kadar mücadele etmemizin gerekliliği ‘O’nun en büyük özlemi idi. Bunun için söz veriyorum desem neye yarar bilemiyorum, çünkü onun, zaman zaman ve özellikle uzun yalnızlık dönemlerimde, çerçevenin içine sıkıştırdığım yakışıklı resmi ile konuşuyorum ve beni duymuyor ki! Yine de yarenlik ediyorum resimden bana bakışı ile.

Sevgili babacığım; düstur edindiğin, “adam gibi adam olmak” ilkesini, “nasıl oturduysan, öyle kalk” öğüdünü unutmama, yüzüne bakarak özlem giderme ve yaşam felsefenle ilgili belirlediğin ilkelerin devamlılığını sağlamaya söz verdim ve senin, Atatürk’e benzeyen resmini büyülterek, evimin duvarının orta yerine konduruverdim. Kondurdum çünkü, bu davranışla, belki de o fotoğrafa her baktığımda, senin yüzünle karşılaştığımı sanmak, gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını görmek, saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunun farkına varmak gibi duyguları yaşamak isteğim ağır basıyor sınırsız yalnızlığımda. Belki de o çerçevedeki soyutluğuna baktıkça, ilk kez alnının kırışıklığının, yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynı olduğunu, sanki yaşam savaşından hiç kurtulmamış bir cephe gibi, ömrünü dağlarda, Çukurova’nın pamuk tarlalarında, Ankara’da boya sandığının ardında harcamışlığın kalıntılarıyla birlikte, yaşamın en gerçek yüzü olduğunu kanıtlamak istediğimdendir.

Yaşamın ta kendisi, sevginin dışa vurulamayışı da diyebiliriz belki de benim bu davranışıma. Ve bu alışkanlığımla, yani senin yüzünü her gün görebileceğim bir yerde bulunmasını sağlamakla, yani soyut resminin tam karşımda olması, bir süreliğine de olsa, seninle içtenlikle baba evlat haline gelebilir miyim diye düşünmek arayışım ve özlemimden de olabilir.

Bir başka gerçek de şu ki, mevsimler geçer, gün güne, yıllar yıllara eklenerek öyle acımasızlaşır ki zaman; babamızın duvardaki resmini de soldurmaya başlar.

Babamızın gözaltlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kez daha zamanın acımasızlığı tarafından kopmaya terk edilir. Bazen heyecanla hayallerimizin içine çağırdığımız sevgili babamızın yüzü, mahkum olduğu çerçeve içinde tekrar bir gölgeye ve eski resimdeki bir sevgi alışkanlığına dönüşür. Bir evden başka bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir durur, yeni evimize uygun olup olmadığını düşünecek kadar uzaklaşır aramızdan. Ve nihayet, yeni evlerimiz, bu yakışıklı yabancının resmini, çivi çaktırılmanın yasak olduğu duvarlar için uygunsuz bulunmaya başlar yeni evlerimizin duvarları. Su kenarlarını, tarlaları, yorgun işçi tulumlarını, bir memurun çantasını, bir askerin kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez olur artık yeni taşındığımız mekanlar. Yeni alışkanlıklar öncelik sıralamasında yerini almıştır hemen.
Ve bir gün babamız, biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de yok olup gitmiştir, o gün babamızın resmi de ölmüştür aslında!

Bu gün, evimin baş köşesinde asılı çerçeveden bana bakan güzel insanın büyüklüğünü, yaşıyorken fark edememişliğime hayıflanıyorum ve seslenmek istiyorum insanlara; yaşıyorken annenize, babanıza, oğlunuz ve kızınıza, arkadaşınıza ve sevgilinize her fırsatta doyasıya, sevgi ile, sımsıkı sarılınız.
Onlardan; “canım anneciğim, canım babacığım, yavrucuğum, sevgilim, can yoldaşım, arkadaşım” sözcüklerini esirgemeyiniz.

Bilinmeli ki, yaşamın yolu sevgi taşlarıyla örülürse, gözü arkada kalmaz gidenlerin.

Haydi, fırsat eldeyken ve geç olmadan, sevdiklerinize sımsıkı ve duyumsayarak sarılın…

Galip Karakuş
Kayıt Tarihi : 30.4.2022 12:30:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Galip Karakuş