Bir gül verelim kadınlarımıza, dikenli t ...

Erdal Boran
14

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Bir gül verelim kadınlarımıza, dikenli tarafına dokunarak ama...

“Ve kadınlar
Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yârimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen…”
Nazım Hikmet Ran, “Kadınlarımız”

Doğanın ayrılmaz bir parçası, düzenleyicisi, efendisi, akıl sahibi olan tek canlı varlığı insandır. İnsan iki ayrı cinsin bütünüdür ya da Platon’un dediği gibi, symbion balığı gibi, iki farklı parçanın bütünü. Kadın ve erkekten oluşan insanlık Tanrı’nın yasaları karşısında eşittir ve birbirinden üstün değildir hiçbiri. Gerçi yoldan çıkarıcıydı Havva, bütün kötülüklerin “ana”sıydı, öyle buyuruyor kadim dinler tarihi bize. Kim bilir bu yüzdendir belki de eşitlik adına, gururun bitimsiz böbürlenmesi adına tarih boyunca erkek egemen olmuş yeryüzünde, kadın ise bu haklardan mahrum edilmiştir hep. Sonrası ise malum: kadın en temel haklarından uzaklaştırıla uzaklaştırıla toplumda kölelik statüsüne sokulmuştur hepten. Uzun saçları, salt bir estetik ışıltıya indirgenmiş yüzü, ince ve zayıf olan bedeniyle sadece cinsel bir obje olarak değer ifade etmiş, bunun ötesinde hiçbir değere tabi tutulmamış… Erkek egemen düzenin yüzlerce yıllık kurulu acımasız yasaları, kadınlığın hiç olmayan, var olmak için yeşermeye vakit bulamamış taleplerini çiğnemiş, ezmiş, ayaklar altına almış, hiç tanımamış, tanıtmamıştır.
Şu an yaşadığımız yüzyıl özgürlük, barış, fiziksel şiddetin olmadığı ya da “mutlu bir şiddet”le eşleştirildiği bir yüzyıl olarak kurgulanıyor. 21.yüzyıl kötü ve iyinin hüküm sürdüğü gerçeklikler dünyasında kadın ve erkeğin, büyüklerin ve küçüklerin, kısaca tüm insanlığın hiç bitmeyen, süreğen bir savaşla devinim içinde bulunduğu oranda bir esaret ve tutsaklık yüzyılı olarak da adlandırılabilirdi pekâlâ… Bu yüzyılın evlere kapatılmış, kapalı kapılar ardındaki dilsiz mahkûmları olan kadınlar, ezilen, aşağılanan, dövülen, hor görülen, recm edilen, kamusal yaşamın üretici dinamiklerinden dışlanan bir alt kimliğin mağdurları olarak yer edinmiştir belleklerde. Toplumsal hayatta yer edinen kadın ekonomik, sosyal ve siyasal haklardan uzak tutulmuştur. Kadına yönelik fiziksel, sosyal ve psikolojik şiddet, insan dünyasının çok yönlü bir sorunudur. Daha dün Rousseau değil miydi, “kadınlar [erkek] akıl tarafından ehlileştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağıdır” diyen? Daha dün değil miydi, Antik Yunan’ın düşünürlerinin kadını kölelerle bir tutan “aydınlatıcı” misyon yüklenmiş düşünürlerinin vaaz ettikleri? Dahası, kadını bir doğa sorunu olarak gören ve erkeğine kilitleyen aynı çağdaş zihniyet değil miydi, kadına erkeği öldüğünde canlı canlı toprağa gömülen bir kayık küreği muamelesini reva görmesi? Şu bir gerçek ki, kadın, salt bir kültür dizgesi ile ilgili bir sorun olarak tanımlanmamıştır sadece, o, aynı zamanda ekonominin ve üretim alanının içinde “çocuk doğuran” bir makineye de indirgenmiş ve öyle algılanmıştır çoğunlukla. Kadının talihsiz yazgısını tarihin derin ve uzun soluklu “yanlı” yazılmış sayfalarına uğradığımızda nelerle karşılaşacağımızı size kısaca özetleyeyim.
Öncelikle kadının tarihsel akış içindeki yerine baktığımızda insan topluluklarının en eski biçimleri, yani ilkel dönemde karşımıza pek fazla bilgi çıkmıyor. Ancak erkeğin doğası gereği, bedence daha güçlü olduğu için kadından üstün olduğu biliniyor. Ataerkil dönemde çocuk doğurabilen kadın büyük bir saygınlık kazanıyor, hatta sırf bu yüzden kendisine erkek veliahtlar, varisler verememiş pek çok kadın, kraliçe bile olsa dışlanmış ve gözden düşmüştür bir çırpıda pek çok kral-koca tarafından. Oysa başlangıçta, üretimin sorumluluğunu erkeğiyle paylaşıyordu kadın ilk toplumsal örgütlenmelerde. Kadının hem ev işlerinde hem de erkeklerle birlikte tarlada çalışması söz konusuydu. Erkek dış dünyaya açılırken kadın içe dönük meskun mekanlarda çalışıyordu. Kapandıkça küçüldü böylece, kapladığı yer öylesine azaldı ki, bir gün geldi tamamen gözlerden yitip gitti. İlk anaerkil toplumlarda kadın ve toprak, doğalarındaki verimliliklerinden, doğurganlıklarından ötürü özdeş sayılıyordu birbiriyle ve kutsanıyorlardı alabildiğinde. Peki ne oldu da bu çark tersine döndü? Herkesin bildi gibi, erkeğin tahakkümü ipleri ele aldı bir gün, düzen değişti ve anaerkil aile düzeninden ataerkil bir düzene geçildi. Her uygarlıkta kadının yeri farklı belirlense de, çekilen işkence aynıydı aşağı yukarı: kadının toplum içindeki yaşama hakkının sınırları toplumun koyduğu yasalara dayatılırdı. Örneğin Hintlilerde kadın kocasını tanrı sayar, her buyruğuna kul olurdu. Küçük yaştaki kızlar, kocamış ihtiyarlara verilir, kocasına ihanet eden bir kadın köpeklere parçalatılarak çok ağır bir şekilde cezalandırılırdı.
Kadın çocuk doğuran, çocuk yetiştiren ev işlerine bakan bir nesne sayılıyor günümüzde de, yani o günden bu güne pek bir şey değişmedi özde. Küçükken kocasının sözünden çıkmayan kadın, evlenince de yine kocasının malı sayılacaktır. Yunan töresinde kadın kölelerle bir tutulurdu. Hareket ve davranışları sınırlıydı. Babasının, kocasının veya devletin vasiliği altında yaşardı. Eski Roma’da da durum bundan pek farklı değildi. Romalı kadın yasalar bakımından en az Yunanlı kadın kadar köle sayılır, çocuklar dünyaya getirdiği ve tarlada çalıştığı için az çok toplumda belli bir yere sahip olurdu. Her uygarlıkta ya kadın tarlada çalıştığı için ya da çocuk (kalıtçılar) doğurduğu için önemsenmiştir belki de. Tarih kadınlara bu yazgısını ve kaderini yaşattırmaya devam ederken, 17. yüzyılda modern ve çağdaş bir yaşamın başlamasıyla birlikte, kadınlar için çeşitli alanlarda önemli roller çıkıyordu sahneye. Kendisini edebiyat ve sanata veren kadın sayısında artış gözlendi az-çok. Virginia Wolf’u düşünüyorum burada; ne çok acı çekmişti, “kendine ait bir oda”sı olmadığı için… 18. yüzyılda gerek, entelektüel gerekse halktan olan kadın için yeni vaatler sunuyordu hayat. Böylece kadın için yaratılan bu kısacık yol olumlu ve olumsuz yönde değişme ve gelişmelere uğramıştı bir parça.
Atatürk devrimlerinin batılılaşmayı getiren ve buna inanan öncü sınıfların yanı sıra, kuşkusuz kırsal kesimde yaşayan ataerkil ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı kalan bir köylü kadını da vardı. Ve her iki kesimden kadının da “eşit oy kullanma hakkı” vardı sonuçta. Bu tür örnekler o kadar az ki… Özetle, tarihsel süreçte kadının yeri çöp tenekesinde buruşmuş, işe yaramayan bir kâğıt parçası kadar değersizdi. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bulunan insanlık, kadına karşı büyüyen şiddet karşısında çareler aramak yerine çaresizlikler çıkartıp durdu hep. Peki, ne olacak bu vahşetin sonu? Yenilen kadınlarımız mı olacak? Yoksa yenilen topyakün insanlığımız mı?
Deriz ki: cahil ve okumamış, sosyal yönleri zayıf olan erkekler döver kadınını yalnızca. Ama gerçekten öyle mi? Üniversite mezunu her 10 kişiden 4 veya 5’i karısına fiziksel bir şiddette bulunuyor. Okumakla, bilmekle olacak iş değil bu, anlayacağınız. Bazen bu şiddete tanık olmak bile kadın olmanın gerçekten ne kadar zahmetli bir durum olduğunu bir erkek olarak inanılmaz acı veriyor bana. Bir gün vicdan azabı çekeceğimiz anların çoğalıp, kulaklarımız ve gözlerimizde biriken çığlıklar halinde bitmeyen bağırışların sesi olacağına inanıyorum. Geçtiğimiz yüzyılın ünlü kadın yazar ve düşünürlerinden biri olan Simone de Beauvoir “Kadın olarak dünyaya gelinmez, kadın olunur” diyor. Çünkü kadınlığın sonradan kazanılan bir yeti olduğuna işaret ediyor. Tabii eğer onlara bağımsız bir birey-kadın olma şansını tanırsak… Ama dünyanın her tarafında önemli ekonomik gücü elinde bulunduran bazı kadınların bile şu an işe yaramaz kocasının elinde dayak yiyen birer dilsiz kurbana bir örnek teşkil ettiği vakıa ise, bu ne mümkün…
Benim kişisel düşüncem şu: Kadınlar ekonomik bir güç haline geldiğinde erkeği ona muhtaç bir birey haline geliyor ve bu pek de istenen bir şey değil. Az da olsa kadınımıza yönelik şiddetin hızlı koşan atları yavaşlar belki, yarınlar için hızlı bir adımın temelleri atılmış olursa şayet…
Dünyanın her tarafında toplum düzenlerinin çatırdadığı, karışıklık ve huzursuzlukların egemen olduğu bir değişme döngüsü içerisinde kadın ve erkek ilişkilerinin ne derecede gergin olduğu hemen her gün yaşanılan şiddet içerikli olaylarla kendisini ortaya koyuyor ama, önlenemeyen şey bu.
Hayalimde hep şöyle bir anne ve baba modeli isterdim: Annem bir doktor, babam ise bir avukat olsun. Hastalandığım zaman annem beni iyileştirsin, hakkım çiğnendiği zaman babam hakkımı savunsun. Ancak birbirilerini seven, sayan, tartışan ama kavga etmeyen bireyler de olsun etrafımda. Bu hayalim belki gerçekleşmedi ama kavga etmeyen bir annem ve babamın olması her gün başımı koyduğum yastığa, içim huzur dolu bir şekilde yatmamı sağladı. Ama benim gibi şanslı olan kaç kişi var şunun şurasında? Onların doktor veya avukat olması sizce akşam yatağına başını koyan çocuğunu huzurla uyutmaya yeter mi bunu doğrusu bilemem. Benimki bir hayal sadece. Hemen her gün görüyoruz, ailelerin nasıl pervasızca dağıldığını, nasıl parçalandığını. Neyse şiddet kadınlarımızın gözyaşlarını akıtan ve arkasında sevginin, şefkatin öpücüğünü tatmayan çocuklara kötü bir gelecek hazırlatıp sebep oluyorsa, bu şiddeti uygulayanlar utanç duyacakları hataların hesabını nasıl ödeyeceklerini düşünsünler.
Artık alaca karanlık gökyüzündeki aydınlığı boğuyorsa, deniz hırçın dalgalarıyla sahillere vuruyorsa, kadınlarımız sonsuzluğa dek uzanan merdivenlerde hiç el değmeyen uzak bir ülkenin masum melekleri olarak orada hiç bitmeyen bir huzurun tek sahibi olacaktır, diye düşünürüm bazen. Orada şiddet yok. Sadece samimiyet, sevgi, gülen yüzler var. Tabiî ki bu ütopik düşüncem sadece bir hayalden ibaret yine; ancak hayaller gerçekleri utandırtmalıdır, öyle değil mi? İnanıyorum ki bu şiddete tanık olmak, en azından birkaç kişiyi bu konuda düşündürmeye yeterlidir. En azından, kendi gözlerimle gördüklerim, kulaklarımla duyduklarım, bir kadının acı dolu çığlıkları, gözlerinden akan o kristal ve inciye benzer gözyaşları, ağız kenarından akan kan beni insanlığımdan utandırttı.
Size tanık olduğum, birebir gözlerimin önünde geçen bir olayın nasıl başladığını ve nasıl bittiğini hiç yalansız anlatmak istiyorum.
Daha on dört yaşlarında bir çocuktum. Sonsuz göz alabildiğine uzanan topraklarımız yaşadığımız her günü süsleyen bir geçim kaynağıydı. Biz sekiz kişilik bir aileydik. Ben, babam, annem, iki kız kardeşim ve üç erkek kardeşim kalabalık bir aile sayılırdık. Sabah daha güneş yeni yeni yüzünü gösterirken annem kahvaltımızı hazırlar, bizi sevecenlikle uyandırırdı. Kahvaltımızı yapar yapmaz hemen umut tarlalarımıza gider orada çalışmaya koyulurduk. Bu çalışmada erkeklerin yanı sıra kadınlar da bize yardımcı olurdu. Öte yandan, biz tarlada çalışırken öğlen yemeğimizi altı kilometrelik yoldan yaya olarak getiren kadınlarımız bizden daha fazla yoruluyordu, acıyla fark ederdik bunu. Güneşin kavurucu sıcağı altında yanan yüzlerimiz, kıymık batmış gibi yanan ellerimiz, kan ter içinde kalan bedenlerimiz, bitkin düşene kadar çalışırdık hep birlikte. Günün çalışma saati biter, kadınlarımız bizden önce eve gider yemeğimizi hazırlarlardı. Eve gelen erkekler karınlarını doyurduktan sonra o günün yorgunluğunu atmak için dinlenir uyurlardı hemen, gün onlar için erken biterdi. Ancak sabahın erken saatinde kalkan, bitkin, yorgun kadın bedenleri evdeki çalışmaya devam ederdi hala. Çünkü kadınlarımızda bitmek bilmeyen bir çalışma azmi vardı. Beş-on çocuğun karnı başka türlü doymazdı sanki.
Tarlalarımızda çalışırken yağan yağmurun her damlası yüzlerimize değdiğinde bedenimizdeki alevlenen o sonsuz zevk doruklara ulaşır ve çalışma isteği ile sonlanırdı yine. Günün yarısı çalışmakla geçen hayatımız bazen bizi mutlu eder, bazen de sitem ettirirdi kaderimize. Ürünlerimizden elde ettiğimiz para elimize geçtiğinde bütün yılın yorgunluğu üzerimizde bir saatlik yorgunluğundan ibaret olurdu. Erkekler aldıkları parayla çocukların çeşitli ihtiyaçlarını giderirdi. Bazıları da yıl boyunca oynadığı kumarın parasını öder ve eve beş parasız dönerdi, hınç ve öfkeyle. Sözgelimi bir Metin Amca vardı: Eve her gün gündüz vakti gelen Metin amca aldığı ürünün parasını kumar borçlarına yatırdığı için karısı Hatice teyze ile tartışıp didişirdi hep. Tartışma büyüyünce Hatice teyzeyi döven Metin amca küfürler yağdırırdı karısına. Karısını saçından tutup balkona sürükler, tekme tokat, Hatice teyzeyi adeta öldürürdü her gün. Hiç kimse, araya girmezdi böyle durumlarda; öyle bir zihniyet vardı ki, toplanan insanların kayıtsızlığına şaşırmamak elde değildi. Bu gayet doğal bir şeymiş gibi algılanırdı. Toplanan kişiler, olayı ya hiç görmezlikten gelerek olaya müdahale etmezler ya da “karısıdır, döver de sever de” der, savuşup giderlerdi. İşte bütün yıl boyunca kocasıyla birlikte hiç durmadan çalışan Hatice teyze sonunda mükâfatını dayak yiyerek alırdı böyle… Bu sadece Hatice teyzemiz için geçerli değil kuşkusuz, kim bilir daha nice Hatice teyzeler böyle bir davranışla “mükâfatlandırılmaktadır”.
Gözyaşları içinde, bütün yıl boyunca nasır tutan elleri, sıcaktan yanan ve yıpranan yüzleri, erkeklerden daha yorgun ve bitkin olan bedenleri daha ne kadar bu şiddete maruz kalacak? En azından bu ürpertici olay için olsun, yüreğime dokunan da şu oldu sonradan: olayımızın şiddet kahramanı traktörün altında kalarak bir bacağını kaybetti sonunda. Şu an çalışmayan Metin amcaya Hatice teyze bakıyor. Yatalak ve bir bacağı olmayan Metin amca en azından şimdilik kendi vicdanı ile yüzleşmiş midir ya da yüzleşmekte midir dersiniz? Kim bilir, belki de öyledir…
Hayat öyle zengindir ki, eksiksiz, gün gelir, her şeyi yaşatır bize. Kaba kuvveti güçle ilişkilendiren zihniyete galebe çalar, güçsüzlüğün de gücün de diyetini isteyen hayat… O halde, şiddet yerine, hor görü yerine, doğanın bitimsiz gücünün simgesi olan bir gül verelim kadınımıza; verirken gülün dikenli tarafına dokunmayı ihmal etmeden ama...

Erdal Boran
Kayıt Tarihi : 20.5.2009 15:35:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Ulvi Koçu
    Ulvi Koçu

    erdalın türkiye çapında ikinci olduğu denemesi... cesur ve yürekli bi anlatım... yüreğine sağlık...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Erdal Boran