Birisi bana çocukluğumun ilk hatıralarını sorsa, hayatımın bazı acı sergüzeştlerini bir yana bırakıp şu oturduğumuz kocaman evin kocamış halini anlatırdım herhalde. Çocukken kapısından ilk girişimde bu evin bana neler göstereceğini, hayatımın acı yanı bol olan hengâmelerini yaşatacağını ve burada bu kadar çok kalacağımı, kaldıkça alışıp seveceğimi, ayrılık vaktini hiç düşünmemiştim demekte ilk sözlerim olurdu tabiî ki...
Ev şehrin en eski mahallelerinden birinde ve o mahallenin en güzel yerindeydi. Ben küçükken bu ev o kadar büyüktü ki dünya sadece bu mahalle ve bu evden ibaret zannederdim. Ben büyüdükçe bu evin küçüleceğini sonradan anlayacaktım. Ama yinede dede yadigârı olan bu evin diğer bütün evlere inat güzellikleri vardı. Mesela kale kapısına benzeyen o zamanlar gözüme büyük mü büyük görünen öyle bir kapısı vardı ki, iki tane vuruşlu olan tokmakları çalındığında mahalleyi inim inim inletirdi. Evet, iki vuruşlu diyorum. Çünkü bu ev bir Osmanlı şaheseriydi. İnce düşünceli o büyük mimar dedelerimizin bilinçli olarak yaptığı bu vuruşlardan ince ses çıkaranı kadınlar, kalın ses çıkaranı erkekler içindi ki hane halkı kapıyı ona göre açsın. Tabi ben bunları sonradan öğrendim benim ilk gördüğümde bu güzel Osmanlı işlemeli tokmaklar hane halkını sinirlendirmek için yapılan birer oyun edevatı idi. Neden mi boş zamanlarımda kapıyı çalıp bu tokmakların o güzel seslerini dinlemek çok eğlenceliydi de ondan.
Kapıdan içeriye girilince betonarma küçük bir avlu vardı. Avlunun sonunda enli enli üç basamak merdivenle inilen, Arnavut kaldırımlarına benzeyen daha büyük bir avlu vardı ki burası evin en göz alıcı yerlerinden biriydi. Mesela iki tane karşılıklı dikilmiş dut ağacı vardı. Bunlardan birisi siyah diğeri ise beyaz duttu. Ben büyüdükçe büyüyen bu dut ağaçlarının zamanla kesileceğini, dallarına kurduğumuz salıncakların ben on sekiz yaşıma geldiğimde birer anı olarak kalacağını anımsamak bile istemiyorum.
Ve bu avlunun öyle bir havuzu vardı ki işte önceleri bu evin kalbi bu havuzdan atarmış. Köpük köpük kaynayan suyu öyle tazyikli akarmış ki evin bütün damarlarına can verir, can verdikçe sevinir, komşuların kıskanmalarına rağmen bu suya göz nazar değmez, güzelim havuz dolup dolup taşarmış. Tabi bütün bunlar o çağlayanlar gibi, oluk oluk akan suya belediye el koymadan önceymiş. Şimdi o havuzcağız küçük bir belediye musluğu ile yetinmek zorunda bırakıldı. Ne acı değil mi.
Dede yadigârı olan ve belinin bükük hali, orasına burasına çakılan direkleriyle de elinde bastonla gezen ihtiyarlamış dedelere benzeyen bu evde odaların çok olması hesabiyle çok insan yaşarmış. Aşağı kattaki odalarda yukarı katta insan yaşayan odalara karşılık yine dededen kalma meslek olan dokumacılık süregetirilirmiş. Biz bu eve gelmeden önce memleketin en güzel kumaş dokumaları bu evden çıkarmış. Şimdi boş duran bu odalarda sadece kırılmış dokuma tezgâhları,duymak isteyenlere de bu tezgâhların sesleri var.
Bize gelen yaşlı misafirlerimizin gözleri gençliklerini arar, eve baktıkça anıları tazelenir ve de anlatmaya başlarlardı en güzel hatıralarını. Masal gibi dinlerdim anlatılan anlatıldıkça özlenen o gençlik hezeyanlarını. Kimi gelin gelişini kimi gelin gidişini anlatırdı bu evden. Doğan çocuklar,onların ebeleri kim bilir kaç bebek dünyaya gözünü açmıştı bu evde. Kavgaların, küskünlüklerin pişmanlıkları başlamış bu evden çıkınca o insanlarda. Ölenlerin acısı kat kat artmış yüreklerinde.
dost ağızlarda sana dair cümlelerin
ıslatılması...
Adını anmak...
Yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel
avuntularına sırt çevirip senden söz açmak...
.
Birisi bana çocukluğumun ilk hatıralarını sorsa...
.
...dede yadigârı olan bu evin diğer bütün evlere inat güzellikleri vardı.
.
...birisi siyah diğeri ise beyaz duttu.
.
Anneannemin gelin olarak geldiği bu evden annem gelin çıkmış.
.
...biz bu evden ayrılırken bir romanın son sayfaları kopacak.
.
Çok güzeldi..
.
Tebrikler...
Zehra hanım, elinize sağlık...:)
bir evin hikayesi,hayat hikayeniz olmuş ve çok güzel anlatmışsınız..tebrik ediyorum.sevgilerimle
Bu şiir ile ilgili 3 tane yorum bulunmakta