Onu saklandığı karanlığın içinde belli belirsiz seçebiliyorum. Altın yaldızlı sandalyesine çökmüş pamuksu kar tanelerini seyrediyor. Geceyle hemhal olmayı seven bütün yazarlar gibi hüzünlü, puslu gözleriyle eşyalarıyla konuşmaya dalmış. İleride dünyanın en önemli eserlerinden biri sayılacak Kayıp Zamanın İzinde nehir romanları yazarken, üzerinden çıkarmadığı içi samur kürklü paltosunun hayatının önemli bir parçası olduğunun farkında değil. O âna kadar asırlık bir harabe kadar derinleşen iç dünyasında yığılmış ne varsa, güçlü yazı içgüdüsünün yardımıyla unutuluştan kurtarmaya çalışıyor. İnsanlara tuhaf gelen düşsel maceralarını, anlaşılmayan utangaçlığını, anlık mutluluklarını, gizli hazlarını yaşarken değil yazarken daha çok sevdiğini belli eden buruk ifadesiyle bakıyor bana.
Biraz sonra ölümü kendisiyle yakın ilişki kurmak isteyen “aşırı düşkün kiracı” olarak tarif eden yazar, o sandalyeden kalkıp yazın bile çıkarmak istemediği paltosuyla yatağına uzanacak. Ölüme meydan okuyan eserlerini bitiremeyeceğinden korkarak dizlerini usulca karnına çekecek. Muhtemel bir astım krizinin gelmemesi için kaloriferleri kapatmış. Yüksek pencerelerinden keskin buz saçakları sarkıyor. Aralarından süzülen ayın parlak ışığı mavi satenden yatak örtüsünü aydınlatıyor. “Bu gece son sözcüğünü yazdım, artık ölebilirim” diyeceği o günün hayalini kuruyor belki de.
Proust oracıkta o kırılgan, şeffaf, cılız bedeniyle sisli hülyalarda dolaşırken, meraklı bakışlarım yavaşça armut ağacından yapılmış hantal masasına kayıyor. Üzerinde rastgele atılmış kırçıllı, kirli eldivenleri, açık kalmış not defteri ve tozlu kitaplar duruyor. Altından minik bir kravat iğnesi ve redingotunun tek düğmesine iliştirdiği beyaz gül, o yığının içinde yazarın mahcup zarafetini hatırlatırcasına tebessüm ediyor. Domuz derisinden bastonu yatağın pirinç başına yaslanmış. Gide’e yazılıp gönderilmemiş bir not, şaşkın bir yaprak gibi kendi etrafında dönerek tozlu halının üzerine düşüyor. Durağan nesnelerin yorgun hareketini işitiyorum. Eşyalar onun söyleyemediklerini anlatıyor sanki.
Pirinç çerçeveli çekmecelerden biri açık kalmış. Elimi uzatıp henüz gün ışığına çıkmamış olduğunu ümit ettiğim mektuplarından birine uzanmak istiyorum. Sadece onu bir yazar olarak sevdiğim için değil. Başka türlü bir iç kamaşmasının kontrolsüz arzusu dolaşıyor o sırada içimde. Ne vakit gizli çekmecelerde, eprimiş kâğıtlarda, sırtı kamburlaşmış defterlerde saklanmış eğik bükük harfler, ilk bakışta anlaşılamayan kadim dualar gibi dizilmiş sözcüklerle karşılaşsam, keşfettiği sıradan bir taşı bile ciddiye alan arkeolog misali heyecanlanırım ben. İnsanın kelamla, varlığın eşyayla, kayıp ruhların yaşayanla, gelecekle ilişkisine kalpten inanırım...
Gazeteci, yazar Lorenza Foschini’nin Proust hakkında yazdığı kitabı tam da bu nedenle ve böyle meraklı bir bakışla okudum. Ve bir kez daha kurgulanmadığı hâlde iyi aktarılmış bir hikâyenin ne kadar etkili olduğunu fark ettim. Proust’un Paltosu deneme, eleştiri, biyografi gibi türlere uzak duran ama derdini iyi anlatan bir “gazeteci” anlatısı bence. “O yazarın kayıp mektuplarına, el yazmalarına, defterlerine, kitaplarına, kişisel eşyalarına ne oldu gerçekten” sorusunun cevabını ayrıntıları seven bir gazetecinin tutkusuyla vermiş. Kitap “Her şey Visconti’nin kostümcüsü Piero Tosi ile televizyon için röportaj yapmamla başladı” diyen bir cümleyle açılıyor. Proust’un filmini yapmaya karar veren yönetmen, Tosi’yi Paris’te araştırma yapması için görevlendirir. Sevdiği yazarların el yazmalarını, koleksiyonlarını toplayan Jacques Guerin’le böyle tanışır. Kitap zengin bir sanayicinin oğlu olan, edebiyat, koku, resim ve eşya düşkünü işadamı Guerin’in hikâyesini aktarıyor. Yirmi yaşında Proust okuyan ve yazarın ailesiyle tanıştıktan sonra bu tutkusundan hiç vazgeçmeyen Guerin’in saplantısı, en az Proust’un yazı saplantısı kadar cezbetti beni.
Anlatıcıya göre “fantastik bir gece kuşuna” benzeyen “yazar koleksiyoncusu”, hastalığı vesilesiyle ölümünden sonra tesadüfen Proust’un cerrah kardeşine gidiyor. Yemek sırasında eşyalarının akıbetini sorduğunda, yaşadığı sürece ondan hoşlanmamış karısı Marthe Dubois, “Bir kâğıt denizi içinde boğulmuş durumdayız. Sayısız evrak var. Ama kocamla bu mektup, defter, kargaşasını düzene sokmaya çalışıyoruz. Yakıyoruz... Her şeyi yakıyoruz” diyor. Ve asıl hikâye orada başlıyor. Bundan sonra kitaplarda adının dolaşmaması için ithaf sayfalarını bile yırtan, tek derdi ailenin “uygunsuz” izlerini silmek olan bir kadından, mirasçılardan kurtarılan “eşyanın” yolculuğunu Proust’a dair bilinmeyenlerle takip ediyor okur.
Bu kitabı okurken Guerin’in, Proust’un toplu eserlerine girmeyen on üç defterini, Kayıp Zamanın İzinde’nin defalarca yeniden yazılan finalini, gün ışığına çıkmamış mektuplarını, bazı kitaplarının ilk eskizlerini kurtarma mücadelesindeki soyluluğa hayran oldum. Yarım yüzyıl boyunca Baudelaire, Picasso, Rimbaud, Genet, Apollinaire, Cocteau gibi isimlerin eşyalarını tutkuyla toplayan ve hayatının sonuna kadar sevgilisini kıskanan bir erkek gibi “hazinesini” paylaşmayan gönlü zengin koleksiyoncu edebiyat tarihçilerini sevindirdi belli ki. Bugün Carnavale Müzesi’nde her şey Proust’un uyandığında gördüğü gibi duruyormuş.
Bu tutkulu maceranın karşılığı bende biraz daha farklı; titrek el yazısıyla yazılmış bir mektup, tüyleri kopmuş bir palto, bir çift yırtık eldiven, kasvetli karanlığın içinden süzülen merhametiyle ruhumu teskin ediyor. Proust’un “eksik, hatalı ve hülyalı” hatıralarıyla yazdığı romanların ucuna takılmış kelimelerin, eşyanın “kayıp ruhuyla” buluşmasını seviyorum. Hayatı ve edebiyatı, yazarlar kadar ebediyen kaybettiğimizi sandığımız o sessiz, “sonsuz” varlıklar da zenginleştiriyor çünkü.
(Proust’un Paltosu, Lorenza Foschini, Kırmızıkedi Yayınları, Çev. Eren Yücesan Cendey)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 29.2.2016 14:56:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!