Bir Daha Ölmemek Üzere Şiiri - Soner Akyol

Soner Akyol
59

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Bir Daha Ölmemek Üzere

süngümün titrek ve tiz sesi kulağımda,
namlunun ucundan damlıyor bir kaç hayal,
kan, göz yaşı ve ter ile karışık,
gecenin en karanlık vaktinde doğuyor güneş,
acı, şefkat ve umut ile,
sahipsiz bırakılmıştı o gece uyumayan her bir insan oğlu,
dolunayın kölesi olmuşlar nihayetinde,
gözlerinde karanlıktan başka bir şey görünmüyordu,
bir tarla kenarında,
buğdaylar tenine değerken,
kanla sulanıyordu bahçelerimiz,
ya da bir dere yatağında,
insan seli yaşanıyordu,
bir şairin ölümü karşısında,
hayaletler sürüsü,
nankör, iki yüzlü insan müsveddesi sürüsü,
yıkamaz ve arındıramaz yağmurun ihtişamı hiç kimseyi günahlarından,
her kimse barınamaz artık, kalan son insan da göçer gider bu diyardan,
başka bir hayatta, başka bir diyarda, başka bir insanda,
başkalaşmış,
kendinden emin ama kendi gibi değil,
ne varsa yitirmiş, elinden uçup gitmiş semaya doğru,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

bir mezar başına müteveccihen yola koyulmuş,
en önde çelenkliler yürür,
peşi sıra gelen siyah tülbentli bir kaç koca karı,
ölmüşüm ancak gözüm hala onu aramakta,
o, en arkada, kalabalıktan çok ötede,
elinde bir demet papatya ile bekliyor,
ve böylece yıllar boyu mahfuz kalan duyguları açığa çıkarıyor,
kefenim artık kapkara,
dere yatağı ceset dolu,
yeni bir iklim, yeni bir mevsim, yeni bir yağış türü doğuyor,
senden ötürü,
yeni bir ilim, yeni bir dil, yeni bir kültür oluşuyor,
senin sayende,
benimle doğdu, ancak bensiz yaşayacak bir mecmua,
her doğum günümde,
her ölüm günümde,
bir sayı,
var olmaya devam ettiğim diyarlardan postaladığım,
benden bahsedecek mi orası da muamma,
dere yatağı kurudu,
cesetler çürüdü,
ayrıca yakıldı bir takım ağıtlar,
yakıldı şiirlerim bir tarla kenarında,
hasat zamanı sayfalarım için,
ruhum bedenime pamuk ipliği ile bağlıydı,
öfkeli bir kalabalık,
hayaletimin peşinde elinde tırmık ve çapalarla,
anlamsız ve anlamaksızın,
bilmiyorlar ki ben gittim,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

gerçek dışı bir kaç düşünce,
rüzgârla uğulduyor ve uğurluyor yolcuları,
uğursuz bir kaç laf ediyor,
büyülenmişçesine güneşi izleyenlere,
tek bir an olsun başını kaldırmamış olanlar göğe,
uslanmaz yaralar bırakıyorlar bedenlerde,
bir kaç dize, bir kaç şiir, bir kaç söz,
boş lakırtılar deniliyor,
dualara terk ediliyor gelecekler,
henüz gelmemiş olanlar için,
dualar terk ediliyor gelecek uğruna,
gelip geçenlerden habersizler çünkü,
çünkü, onlar başını kaldırıpta bakmıyorlar önündeki güzelliğe,
sevk edilmiş ruhları mezarlığa,
bedenleri yakılmak üzere santraldeler,
akılları çelinmek üzere bir masa da,
bir masa başında ellerini ovuşturur bir kaç beyaz önlüklü,
naçizane bir vaka önlerinde,
böylesi bir deliliğe hiç tanık olunmamış,
böylesi bir deliye hiç aşina olmamış aciz varlıklar,
yapılanları delilik, yapanı da deli olarak görürler,
ama o deliler gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

azizler kentinde sıradan bir gün ve sıradan bir suç daha,
yazmak ve öldürmek rutinlerini tamamlayan bir kaç görevli,
ölümden dönmüş aşıkları öldürmekle görevli,
kalem tutmak suç, aşktan bahsetmek suç, sevmek ve de sevilmek suç,
on senelik bir farkla bahtiyar bir hayatı kaçırmış,
ölümüne aynı zaman dilimine ulaşmak için yazıyor kaçak göçek çocuğun teki,
kendinden başka okuru yok,
kendinden başkası yok,
ve yazdıklarını armağan ettiği tarifsiz varlıkla var olmaktan başka oluru yok,
tarifsiz, hissiz, biraz da cansiparane,
sınırlar ötesinden haykırışlar geliyor,
bir mülteci akını gibi,
darma duman olmuş saltanat şehirleri ve yola koyulmuşlar aşıklar kentine,
ama o aşkla ve hırsla yazan çocuk gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

duvarlar artık aşılamayacak boyutta,
sınırlar kontrol edilemeyecek kadar genişledi,
ve artık bir savaşı daha kaldıracak güçte değil bu kelimeler ordusu,
devrim şarkıları insanların dilinde,
sokaklardan aynı mısralar dökülüyor fezaya doğru,
rüzgarlar aynı şiirleri okuyor,
korku saltanatına darbe vurulmuş,
korku salanlar zincire,
korkunun kralı çarmıha gerilmiş,
nefret tohumları ekmek üzereyken yakalanmış saray soytarıları,
cümle aralarında saklanacak yer arayanlar,
kelimelerin ardına sığınanlar,
bir sayfanın başında kaybolanlar,
tevazu etmeden duramazdı bir zamanlar kendini birisi olarak görenler,
şimdi tanrıyı tahtından etmek üzere,
ama o tanrı gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

esef duygularla taşlandı şeytanım,
ve şimdi iyisiyle kötüsüyle tek bir melek kalmadı,
omuzlarımdan bir yük kalktı,
ve ben bir yük olarak dünyanın omuzlarında kaldım,
en acıyı söyleyen, en tatlıyı söyleyen,
rızasızca ve belki de biraz arsızca,
yeni baştan yeni kalemlerle aynı sözleri kaleme aldım,
en gerçeği yazan, en sahtesini yazan,
fütursuzca ve çoğunlukla uğursuzca,
kaderime karanlık bir koridorda önümü görmezken yol verdim,
bahanem yoktu, çünkü ben güneşe sırtımı çevirdim,
fakat bir acelem de yoktu ki yüz çevirdiğin yerde kalan son kişiydim,
katledilmişti şeytanlarım, bu yüzden kendimi böldüm ve kendimi yarattım,
bu yüzden kendimi öldürdüm ve dirildim,
sahici bir hayalet gibiydim çünkü kendi içimde,
kendi kendime sayıkladığım baygın gecelerimin kabuslu sonunda,
kendime bir şeytan armağan ettim,
ama o şeytanlar gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

sıcacık kışlar geçirildi, zemheri yaz mevsimlerini gördüler,
gündüz vakti mehpareyi de izlediler,
gece çöktüğünde güneşi de,
ateşten donanlar da oldu, buzdan yananlar da,
yürüyorken ölenler de oldu, ölürken konuşanlarda,
mezarlarında bir anıt, ve anıtta bir yazıt,
kimliği meçhul, faili meçhul, ölüm nedeni makul,
toprak altında kalmadan ölü olabileceğine inanmayanlarla dolu toprağın altı,
gün gelir kırlarda papatya olurlar,
günün birinde bir dağın yamacında,
yağan yağmurlara boyun büker, çığ altında kalırlar,
ve bir an durmaksızın, anısı olan her şey de canlanırlar,
sevginin bittiği yerde, bir papatya biter burnunun dibinde,
burnunda tüter sevgilinin kokusu,
ama o sevgililer gitti
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

gün ağarıyor çürük çiçek kokusu eşliğinde,
gök, bir kez daha kan renginde,
tam bitti derken bir savaş çanı daha çınlıyor kulaklarda,
tan zamanı şehrin kapısına dayanmış alacaklılar,
aşk için her şeyini verip de hiç bir şey alamayanlar,
taş üstünde taş bırakmamışlar gelirken,
herkesin taştan kalbi var iken,
bir daha toplayamamışlar kırdıklarını,
bir daha toparlayamamışlar,
aşıklar katili, aşk doktorları oluvermişler bir anda,
ey aşkın son nefesinde gördüğü meymenetsizler,
gün aşkın intikam günüdür,
kararmaya bıraktığınız o günler,
karartmaya yüz tutturdu şimdi,
güneş yüzünü dönecek size birer birer,
ey aşıkları birbirine kırdıran kalpsizler,
kalplerinizi sökecek taş kalpliler,
o hırslı çocuğun kaleminden çıkan neferler,
katli hüküm giydirecek esef duygularınıza,
eşref kılığa girmiş cellatlar saracak dört bir yanınızı,
ölüm bile bir tuhaf gelecek size,
ama o cellatlar gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

bir dağa sırtını yaslamış,
dağlar kadar yazdıklarıyla,
ve aşk onun için yazdıklarında dünya kadar,
dünyalar gözlerinde saklı diyor papatyalar,
kanlarımızın damladığı papatyalar,
yağmurla arınamazlar,
yeniden doğamazlar ki bu sebepten ölmeyi bir kere daha göze alamazlar,
sizi artık tanrılar affedemez,
şeytanlar dostunuz olamaz,
melekler baş ucunuzda dolaşamaz,
günahlarınızı yazacak defterler yakıldı,
yıkıldı bir zamanlar sevgiliye amade edilen saraylar,
gün bir daha bizler için doğmaz,
karanlıkta doğan karanlıkta kalmaya devam edecek,
ve belki bir kaç sene sonra,
tarihin akışında kayıp olan tarifsiz varlık,
bir ölüyü diriltmek pahasına,
bıraktığı yerden tüm ihtişamıyla gelecek,
gelecekde bırakılmış kaderi ele almak adına,
geçmişten bir kaç güzel hatırayı tekrardan bahşedecek,
ama o ölüler gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

terk ediyorum bu kenti,
bir savaşı daha görmek istemiyorum,
bu savaşta yer almak istemiyorum,
bağlı olduğum bu diyardan göçüyorum,
bağımlısı olduğum bu duygudan ve de bu duyguyu bana aşılayan insandan vazgeçiyorum,
bulutlardan geçiyorum, gökyüzünden, gökkuşağından, yağmurundan, güneşinden geçip gidiyorum,
denizleri, boğazları aşıyorum ve terk ediyorum terk edilmiş beni,
tüm acılarımı unutturan o duygu şimdi tek acım oldu,
etrafımı saran alevlerden beni koruyan tek insan, başlı başına canımı yakar oldu,
artık zararı yok, bilinsin ki bu acının müptelası oldum,
bilinsin ki ben beni yakan ateşlere tutundum,
artık bilinsin ki ben gidiyorum,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

bir elimde yağlı urgan, diğerinde bir otobüs bileti,
tuhaf çünkü ikiside ölüme götürüyor,
tuhaf çünkü birisi yeniden doğmanı sağlıyor,
henüz vakit varken ölümü yeni baştan başka bir haliyle düşünmeni sağlıyor,
ölmeden ölebilmeyi teklif ediyor,
anlaşılmaz bir üslupla yaklaşıyor yanıma zihnimin son oyunu olan bu kadın,
daha önce görülmemiş bir şekilde öldürüyor beni,
ölümü bir düşünceyken istek haline getiriyor,
beni kendime getiriyor,
beni benden alıpta kilometrelerce uzağa koyarken,
ellerini ruhumdan usulca çekiyor,
ruhumu da zihnimin oyunlarına teslim etmişken,
aşkın, benim yarattığım bir türüyle seviyordum,
şimdi kimsenin tatmadığı bir acıyla yaşıyorum,
tanrıyı oynamak isteyen bir adamın yaratabildiği tek şey acılar olmuşken,
sesinde yükselen agah makamını dahi terk ediyorum,
sesinde var olan yaşamı terk ediyorum,
kalbimin odaları, avuçlarım, gözlerim, içim artık boş,
sebebi olmalıydı zihnimin oyunu yaşamın,
amacı olmalıydı yaşamın sonunda beklerken sözlerinde senin,
varlığına armağan etmeliydi tanrılar ebedi ruhlu fani bedenleri,
bırakılmamalıydı önüne kurban diye salınmış, yönünü şaşırmış yaralarını gizleyen gizemli bedenin,
bedeninin haricinde bir yere yaralar açılmamalıydı,
unutulmamalıydı bir kere daha anılar, hayaller ve sözler,
ve belki de yapılan hatalar tekrarlanmamalıydı,
nitekim hatalar korkulardan doğup mantığın ekşittiği duyguları ele geçiriyorken,
ne mümkündü eski güzel duygulara bırakmak kararları,
çünkü aynı karanlık geçmişin tekrarından doğuyordu sanki korkular,
zihnimin oyunu, geçmişin karanlığına bulaşmıştı bir kere,
onu artık ne bu duygular, ne duygulara bırakılmış kararlar, işgal altında olan beynimin işlettiği mantık, ne de tanrılar aklayabilirdi,
çünkü onunda, benim gibi ölüp yeniden dirilmesi gerekirdi,
gecenin üstünden elini henüz çekmemişken ay, güneşin ilk ışıklarını ilk bana hissettirmeliydi,
ama her şey tuhaflaşmaya başlamıştı bir kere,
gecenin en karanlık anının ardından,
daha da koyu bir karanlık gelmişti,
güneş artık benim için doğmayı bırakmıştı,
sanıyordum ki, herhalde bizim için doğacak,
ancak biz diye bir şeyin kalmadığını, yine bu karanlık bana öğretti,
korku aynı karanlık korkusu, ama bu kurtarılamayacağını bilme hissi, daha önce tatmadığım bir his,
ama artık o korkular da gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

dünya nefesini kaybetti,
rüzgarlar başı boş dolanıyor, ve bir türlü gelmiyor adını fısıldadığım rüzgarlar sana,
gök bulutlu, bu yüzden göremiyorsundur umarım gökyüzüne çizdiğim simanı,
yıldızları iliştiremiyorum gömleğinin en üst düğmesine,
ellerim titriyor çünkü, ve bu sefer senden değil, soğuktan ötürü,
gözlerimi doldurduğun kadar doldurmuyorsun içimi,
yazma isteğimi kaybediyorum senden bahsetmeyi isterken,
konuşma yetimi kaybediyorum seni anlatmak isterken,
ve göremiyorum hiç kimseyi sana bakmıyorken,
hissedemiyorum, hissettiklerim senden ötürü değilken,
varamıyorum hiç bir yere, yolun sonu sana çıkmıyorken,
duyamıyorum kimseyi sesin kulaklarımı çınlatmıyorken,
ve acımıyor canım, sen canımı yakmıyorken,
ölümü en basit tanımıyla düşündüm durdum bundan ötürü,
şimdi bambaşka anlamlar yüklüyorum, inan ki bu bile senin sayende,
sana verdiğim o son sözleri tutmak için yok olmam gerekiyor,
ve bu sefer tanrının işini yapmak sana düşüyor, çünkü beni yoktan var etmen gerekiyor,
yokluğumda beni arayıp dururken, yine de yanımda olduğunu hissettirmen gerekiyor,
çünkü yıldızlar sönüyor birer birer,
beni senin kurtaracağını umarak, bile bile aynı karanlığın içerisine dalıyorum,
çünkü ben gidiyorum,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

duyguları sehven katledildi,
bir can bahşedilmek üzereydi bu insana,
bir af çıkmak üzereydi bu kentin suçlularına,
suçları hafifletip döktürecekti omuzlarından zarif öpücükleri,
ve bir can bahşedilerek affedilecekti,
ancak tüm suçlar atfedilmişti üstüne birden bire,
herkes geri adım atarken ortasında kalmıştı senin kokunu taşıyan rüzgarların,
herkes korkarken bir adım daha atmıştı ve ele almıştı kalbindeki volkanları,
bir hayat bahşedilecekti bu insana,
bu insan yanmayı tercih edecekti gönlünün yangınında,
bir insan çıkıp da durdurmayacaktı bu deliyi,
geldiği o karanlık deliğe gireceğini biliyordu elbet,
bir gün kaçıp gideceğini biliyordu,
hayaller, vakti geldiğinde yarım gerçekleşeceğinden,
bir söz verilmesi de gerekmiyordu,
bir gün tamamlanır umuduyla,
hayaller ikimiz için planlanıyordu,
asırlık devri kapatırken bir kitabın kapağında,
yaşam günlük döngüye giriyordu,
her günümü idare edeceğim biricik can veriliyordu ruhuma,
her gün yeniden doğuyor ve her akşam yeniden ölüyordum yatağımın senin için boş bıraktığım kısmında,
hissediyordum göz yaşlarının ıslaklığını yastığımda,
ölmeden hemen önce sayıklıyordum dualarımı uyanmak için beraber gün ağardığında,
yazmayı artık bırakmam gerektiğini anlıyordum parmaklarım ağrıdığında,
ama vazgeçemiyordum, çünkü biliyordum imkansızların saklanmadığını kaf dağının ardında,
ecel korkusunu salıvermiş, ince bir iniltiyle yaklaşıyorken ardımda,
dönüp bir kez olsun bakmıyordum arkama,
çünkü önümde gerçekleştirmem gereken bir imkansız vardı,
söylemeye dilimin varmadığı her yere ulaşıyordu elim,
kalbine, ruhuna dokunabiliyordum bu sayede, senin sayende,
sırf sen seviyorsun diye kendimi sevebiliyordum,
usulca yanına yanaşsam bile varlığımı hissedebiliyordun bu yüzden,
bu yüzden artık gitmem gerek,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

yandı ve söndü,
yaktı ve söndürdü şehrin ateşini,
yaktı ve yıktı,
esti rüzgarı ancak ateşini harladı anca,
yaşattı ve öldürdü bir çocuğu,
bir çocuğun içinden açığa çıkan adamı da,
dışına yansıyan ışığın altında, ateşin üzerinde yürürken,
yaşattı ve öldürdü birinin içindeki çocuğu,
dolabımda asılı resmimizi eskitiyordum şimdi anılarımızın eskiziyim,
esaretimin altıncı gününde yok saydım bedelleri,
ve eskiye nazaran daha soluk beyaz bayrak çektim göndere,
teslimiyetimin en güzeli en acı verici şey oluvermişti birden bire,
hakimiyetine girmemin birinci senesinde,
mavzerimin izi belirmişti yanağımda,
bu yaklaşan savaşın sesiydi,
bu savaşa teslim oluşumun habercisiydi,
rüzgar ateşi harlayıp ufak parçalar taşırken şehrin üstüne,
bu son defa ölmek üzere son kez gidişimdi,
muharebeden sağ kalanların son şanslarını elinden almak üzereydi kader,
kalemlerimi kuşanırken, muhbirim olan rüzgar taşıyordu bana senden son haberleri,
ateşimi de harlamayı ihmal etmiyordu,
hıncahınç doluydu saflar,
görülmemiş bir kutsallık adına benzersiz bir savaşa en ön saflardan yer ayırıyordu biz gibiler infaza sürüklemek adına kendini,
ve hala kanayabiliyor muydu bedeni onun açacağı yaralar haricinde görmek için,
hayasızca kurban edebilmek için kendini,
son bir harp başlatacaktı,
ebediyen dökmediği kadar göz yaşı kanlara karışacak ve hayalin ötesinde zihninin oyunu olan bir düşmanla dostça çarpışacak,
göz yaşlarımı muhbirim kurutacak,
ve yağmurum göz yaşlarımın kuruyan izlerini silecek,
sayfalardan çıkacak ve kollarıyla bedenimi saracak,
işte bu teslim oluşların en güzeli olacak,
ecel terleri dökmemin sebebi, korkusunu peşime salmasından değildi,
esir düşmeye hevesle koşmamdandı,
ama o ecel de gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

artık istediğiniz gibi suçlayabilirsiniz,
istediğiniz gibi kesebilirsiniz bedenimi, sesimi, soluğumu,
canınız nasıl isterse öyle öldürün,
gıkım çıkmaz artık,
kurduğum bu şehri dağıtın,
anıtlarımı yıkın, ağıtımı yakın,
dudaklarımı dikin,
alın ellerimden son kalan arzuyu da ve ellerimi kesin,
geçecek gibi değil artık bu acılar,
yükler hafifleyecek gibi değil,
hatta daha da yükleniyorlar sanki,
silik bir vapur sesi duyuyorum, ufuktan vapurun tüten bacası görünüyor,
meskenimden çıkmışım ve hayalvari olmasa da hayallerdeki bir mekana sürgün ediliyorum,
çünkü savaşı kaybettim,
ve ebediyen susmak zorunda kalacağım, deniz aşırı bir yere gönderiliyorum,
buralarda gök yeşil, deniz kızıl, ormanlar mavi,
ve bende yaşıyorum sanırım,
mevzuumu buralarda sürdüreceğim,
beni görmeden yaşadığımdan emin olamayacakları mevzuumu ebediyen sürdüreceğim,
toprak kaybettim, dostlar kaybettim, canlar yitirdim, kalpler kırdım, savaşlar kaybettim,
kalan son varlığımıda kanlarımın suladığı buğday tarlalarına ördüreceğim,
bir dere kenarında günahlarımdan parça parça söküleceğim,
peşimde bir kalabalık kalmadı artık,
izimden yürüyecek güruhum da kayıp,
tıpkı normal sevgililer gibi oldu bizim sonumuzda,
yeminler kayıp, sözler kayıp,
bir harabe inşa ediliyor uzaklara,
evim diye sığınacağım,
sen geleceksin diye dayanacağım,
güvenimi ve sevgimi kaybettim, ancak umut,
o hala benimle,
o umudu da kaybetmeden önce,
buradan gidiyorum,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

apansızca yakala beni peşim sıra takip ederken,
aşıklar tepesinde altıncı şişemi devirirken,
işten çıkmış eve dönerken,
içinde olmadığın şehrin sokaklarında seni ararken,
kop gel inceldiği yerden, ama dikkat et incindiğim yerlere,
evimizde oturmuş seni beklerken,
balkonunda ikinci sigara paketini bitirirken,
gecenin son bekleyiş şiirini yazarken,
amansızca çık gel kimselere haber vermeden,
benim gibi ama bana benzemeden,
beni severken ama benden vazgeçmiyorken,
gel işte,
bir sebep bulmana gerek yok,
durduk yere çık gel, yatağımın bir yanı hep boş kalacak senin için,
odanın duvarında yüzümü görünce, yastığınla benmişim gibi konuşurken,
anılar ikimiz içinde cehenneme henüz dönmemişken,
gel bir gün sabaha karşı,
bir kere daha gözümü açtığım vakit seni görmeye ihtiyacım olduğu bir anda,
sebep arama, bir gece yarısı çık gel,
bak burada savaş yok,
bir daha dönmeyelim o kente,
bir daha ölmeyelim,
yıldızları sayıyorum sevgilim,
ben saymayı bitirene kadar gel,
bulutları dağıtmaya çalışıyorum üfleyerek sevgilim,
güneş yüzünü göstermeden gel,
birlikte izleyelim doğuşunu,
ben duvarlara, sen yastıklara konuşmaya başlamadan önce,
bul beni sevgilim,
ben aklına gelen ilk yerdeyim,
hala aklımdasın diye yüzünü döneceğin, adımını atacağın ilk yerdeyim,
ant içtiğin yüreği senin için sıcak tutuyorum,
yeminlerini bozmadan gel,
sen belki gidersin, belki de dönersin,
ama bak, işte ben gidiyorum,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

kana bulanmış hayaller, ve rüyalar hayallerin en derin yerinden geldiği için umutlarda kirlenmiş,
biri seslenmiş bana, duymadım,
biri görmüş beni mezarımın başında, farketmemişim,
yüksek bir tepeden inmiş, uzunca yollardan geçip denizlerin ötesinde bir yere yerleşmişim,
şimdi öğreniyorum,
yalnızlığı bana mahsus sanırdım, herkesi yalnız bırakıyorum şimdi,
şimdi seninle beraberken yalnız olmak için hiç bir engel yok önümde,
ama bazı mutluluklara da ben engel olmuşum,
öyle diyorsun, öyle sanıyorsun,
öyle olduğu için mi, yoksa öyle olmasını istediğin için mi bilmiyorum,
bir şiirde tek günahkar olamaz,
ve bu şiirde tek günahkar ben değilim,
ben suçlarımı kabul ettim ve de cezamı da çektim,
her kimse saklanan satır aralarında günahları paylaştığım, çıksın karşıma,
cezasını da, mükafatını da beraber çekelim,
her kimse herkesi yalnız bırakıyorken yanından ayrılmadığım, gelsin yanıma,
sonumuzu beraber görelim,
bir daha ölmemek üzerine maniler yazalım,
korkusuzca bir karanlıktan daha koyu karanlıklara girelim,
yolumuzu, ancak yönümüzü bilmiyorken bulabiliriz,
önümüzü görmüyorken, karanlığın asil korkusu bize uğramıyorken,
sevişenlerin çığlıkları bizlere ulaşmıyorken,
yüzünü bile görmez, bilmezken, güzelliğine vakıf olup bir bu kadar daha yazabilirim,
ama bir daha o kadar olamam,
tersanelerde dövülen demir gibi ses çıkaramam,
ara sokakta bir yerde dayak yemiş gibi kanamam,
denizlerin dibinde alev alamam,
uçarsam kanatlarımı çırpamam,
bir daha o kadar olamam,
eskisi gibi cesurane olamam,
eskisi gibi masumane kalamam,
yeni hayatıma taşırken kendimi,
cansiparane hissediyorum,
ama böyle yalnız başıma da duramam,
hayaletine ip bağlayıp peşim sıra gezdirmeye de utanıyorum,
eskici bir bedende tıkılı kalmışken, eskide kalan günleri hatırlatan fotoğrafları toplarken,
sahici bir hayalet gibi içerimde dövünemem,
ama o hayaletlerde gitti,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

hassas bir dengeye kurulu ruhlar,
ben müptelası olduğum acıya biraz daha katlanmak için ruhumu 6 boğumlu halatla bağladım bedenime,
pamuklar bana göre değildi,
başka bir şey de bilmedim, bilemedim hiç bir zaman,
şimdi ortalık toz duman olsa,
bir şairin doğumu karşısında,
sel gibi akar giderdi insan müsveddeleri,
çünkü onlar, ölümlerden beslenen yabani köpeklerlerden farksızlar,
o yüzden bir kez daha ölmem gerek, bir daha ölmemeye yemin etmeden önce,
kurtları köpeklerden ayıklamak uğruna,
ensemden içime akan yağmur gibi ürpertir bunlar beni,
gömleğimin iliklemediğim düğmesinden içime girip üşüten rüzgar gibi titretir,
bunlar, buz keserken ben ayazda, beni dışarıda bırakmışken şehrin kapılarını kilitleyip ölüme mahkum eder beni,
tırnak uçlarımdan başlar, saç diplerimden,
ilk yazdığım satırdan, son raddeye kadar buz kestirir,
parmak aralarımdan devam eder, göz kapaklarımdan,
ilk dokunduğum insandan, en son öptüğüm kadına kadar takip eder,
soğuk sevilmez mi derdim, peki soğuk öldürmez mi beni?
sadece beni olsa iyi,
tırnak uçlarımdan başlayıp saç diplerime kadar,
ilk yazdığım satırdan son raddeye kadar,
ilk dokunduğum insandan, en son öptüğüm kadına kadar öldürür bu soğuk beni,
bir kere ölsem iyi,
tüm dokunduğum insanlarla, tüm öptüğüm kadınlarla,
her sayfamla beraber bir daha ve bir daha ölürdüm,
sadece ölsem iyi,
bir dere kenarında yahut buğday tarlasında bir daha doğardım, ve o da bir daha öldürürdü beni,
ben ölümü öldürmediğim sürece soğuklar katletmeye devam edecekti beni,
bir şair ölmeyecekti böyle,
"bu böyle olmaz, bin bir türlü şiirini de öldürmek gerekiyor" diyordu,
ben yıldızlar cellatım olacak diye beklerken,
soğuk havalara aşık olmuşum,
ama bak, bu soğuklar da gidiyor,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

bilinenlerin çok ötesinde,
hiçbir şeyin ne olduğunu öğrendim,
bunu bilmek makamların en yükseği,
yüklerin en ağırı,
yaşananların en zoru,
hiçbir şeyi bilmek, her şeyin ne olduğunu fark ettiriyor,
ama bunları bilmek, hiç bir şeyi değiştirmiyor,
"keşke hiçbir şey bilmeseydim" derken kastettiğim bu değildi,
yazık, yazık ki büyülendiğim tılsımım kapkara,
yazgımın ortasında açılsaydı keşke kurşun yarası,
hiçliğin ortasında çok can yakıyor,
böyle olmasaydı diyemiyorum, çünkü böyle olması için istemeden de olsa, ne geliyorsa elimden yaptım,
hiçlik, hiç bu kadar çok gelmemişti,
çokluk, hiç bu kadar boş ve anlamsız hissettirmemişti,
"bedeli ne olursa olsun" dememeliydim belki de,
kendimle aramı açtım kapıyı araladıkça,
belki de kendimi dinlememeliydim bu sefer,
bu çıktığım sefer hiç bir şeyi değiştirmez belki ama,
hiçliğin ne anlama geldiğini bir ben biliyorum,
kim bilir belki de çok şeyi değiştirir,
esrârengin çokluk, sadece bir kişinin bilebileceği hiçlikten iyi; midir?
yoksa kimsenin bilemediğini bilmek, hiç bir şey bilememekten ki hiçlik her şeyken daha mı iyidir,
yoksa bu yüzden mi hiç olmak isteriz,
yoksa her şeyden korktuğumuz için mi çoklukla beraber var olmak isteriz,
biz kimiz ki? her şeyi bilme gafletine düşüyoruz,
ya da hiç bir şey bilmeden mutlu olabilmeyi arzuluyoruz,
demek ki siz her şey olabiliyorsunuz ama ben hiç bir şey olamıyorum, ya da hiçliğin ta kendisine dönüşüyorum,
sanırım hiçlik... veya çokluk... bilemiyorum,
ama onlarda gidiyor,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

yağmur eski yağmur değil,
şehir eski şehir değil, bana ait olan, benim için var olan şehir değil,
rüzgar benden yana esmiyor, ama umrumda değil,
beraber saf tuttuğum insanlar yanımda değil,
bu sokak, karşıdaki tepe, hemen ileride başlayan yokuş, az ötesinde duran düzlük, oralarda yatan ölüler ya da diriler, benden yana değil,
akan dereler, buğday tarlaları, benim için değil,
yalnız, yapayalnız, kalabalıklar içinde,
terk ediyor bu cepheyi son kez savunan neferler,
ellerinde tırmıklar ve yabalar,
benim peşime mi düşüyorlar?
meşaleler benim için mi yakıldı?
o kadar mı karanlıkta kaldım ben?
o zaman ne diye arıyorlar beni,
karanlıkta kaldıysam zaten, belamı verecek olan da bu değilmiydi anlatılan kehanetlerde,
kaybettiysem savaşı eğer, o zaman ne diye öldürmeye kalkışıyorlar beni,
yeniden uyanacak olsam bile, burada doğmayacağım ki,
ne diye peşime düşüyorlar o zaman,
muhbirim sandığım rüzgar, casusum mu oldu şimdi,
yine mi ihanetin kurbanı olmam gerekiyor,
yine mi her şey sandığım gibi oluyor,
olamaz, olmaması gerek,
her şey bir kez yaşanır demişti bana zihnimin son oyunu olan kadın,
yine mi dönecektim şimdi başa,
"hayır, olmaz diyor,
ben varken mümkün değil,"
ama ben varken sen nasıl mümkün olabiliyorsun,
zihnimde kalması gerekenler, gerçekliğime mi yansıyordu, yoksa gerçeğim mi oluyordu,
"güven bana" diyor,
ama nasıl olur da bir kez daha kapatırım gözlerimi bir daha açamama ihtimali varken, nasıl göz ardı edebilirim,
hele, gözümü açarsam yalnız olacağım bir dünyaya uyanabilme ihtimalim varken,
nasıl kapatırım şimdi gözümü,
doğru ya, o korkularda gitmişti çoktan,
neyi dert edebilirdim ki ben daha,
artık neyden korkabilirdim,
yolu yarılamamıştım, yolun sonuna gelmiştim ben zaten,
neyin bitmesinden korkabilirdim,
tabi ya, neyin başlayacağını bilmediğimdendi korkum,
belki de başlayacağını bilemememdendi,
ama unutmalıydım bir müddet,
dere yatağını, buğday tarlalarını, öfkeli kalabalığı, sokak başlarını, korkuları, tanrıları ve de şeytanları,
terk etmeliydim sonsuza dek,
o aşkla ve hırsla yazan çocuğu,
hayaletimi, cellatımı, delirdiğim kısmımı,
bir çevrim tamamlandı üstadım, ve evet yine döndüm başa, ben başardım,
ancak bu dumanlı dünya beni özlemeyecekti,
üzgünüm üstadım, sen ben gibi, ben sen gibi,
öyle sürdü ve tamamlandı bu çevrim,
bizle sona ermesini isterdim,
mümkün değil diyor senden kopup bana gelen vaşak,
ama ben o vaşağı gönderdim yanımdan,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

uyuyabilirsem böyle uyuyacağım,
uyanmak benim tercihim,
gözümü açtığımda ilk seni göreceksem,
uyumaya hevesle gideceğim,
öyle ağır ama sadakatle,
kuvvetle bağır arkamdan belki dönerim geriye,
ama kulaklarım sağır, böyleyken nasıl duyabilirim seni,
fısıldayarak çağır,
o zaman kalabilirim burada, ama buradan biraz uzaktaki burada,
21 adımdayım, 21 gram ağırlığındayım,
dün olsaydım bir eksiktim, yarın olsaydım bir fazlaydım,
bu gün tamamıyla tam haldeyim, seninle iken tamamıma erdim,
vaadediyor aşkın yaşam dolu kısmını zihnimin oyunu olan kadın,
ya ben gerçeklikten koptum, ya da zihnimin oyunu sandığım aslında gerçeğin ta kendisi, bilemedim,
şimdi zihnimin son oyunu olan bu kadın da gidiyor,
gerçekliğime uğramak için,
bir daha dönmemek üzere,
bir daha ölmemek üzere.

Soner Akyol
Kayıt Tarihi : 17.2.2022 10:26:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


hayatın bana 3 aylık süreçte önüme çıkardığı güzellikleri, çirkinlikleri, acıyı, mutluluğu, soruları ve sorunları günü gününe yazdığım amiyane bir şiir.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Soner Akyol