Gecenin karanlığında, rüzgârın yankısız uğultusuna eşlik eden bir hıçkırık duyulurdu. Ay ışığı, terk edilmiş bir ruhun üzerine düşerken, sokak lambalarının solgun ışıkları altında yapayalnız bir adam duruyordu. Kalbi, bir zamanlar sıcaklık ve sevgiyle dolup taşan o boşluğun acımasız soğukluğuyla sarılmıştı.
Sevdanın ilk günlerinde, gökyüzü onun için masmavi, bulutlar pamuk gibi yumuşaktı. O ve sevgilisi, ellerini birbirine kenetlemiş, hayatın nehrinde akıp giden iki yapraktan farksızdılar. Zamanın çarkları dönerken, her anı bir hatıra yapraklarıyla ördüler. Ancak hayatın acımasız eli, nehrin akışını değiştirdi. Bir gün, sevgilisi ellerini çekip gitti; ve o an nehir durdu.
“Sen gittin,” dedi adam içinden, gözlerinden akan yaşlarla boğuşarak, “ama rüzgârın getirdiği her nefeste adın yankılanıyor. Kalbimin kırıkları, her gece yıldızlara haykırıyor, ama ne bir cevap var ne de bir umut ışığı.”
Her sabah, sevgilisinin ardından bıraktığı boşluğu doldurmaya çalıştı. Kitaplara sığındı, müziklere sarıldı, fakat her notada, her kelimede onun yüzü belirdi. Zaman geçtikçe, bir şey fark etti: Sevmek, yalnızca birlikte gülmekten ibaret değildi. Sevmek, terk edilince bile o kişiyi içinden söküp atamamak demekti. Kalp, terk edilenin bile olsa, sevdiğini unutmazdı.
Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz
Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telâş
Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel,
düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam!