“ Hani bir kavak ağacı vardır. Günün en durgun anlarında bile kıpırdar durur yaprakları. İşte Türk Folklörü, kavak yaprakları ile ana yüreği arasında bir ilişki kurmuş. Ve - ana yüreği - demiş kavak yapraklarına.”....
Yıl 1994, aylardan ekim.........Kızımı okuması için çok uzaklara gönderecektim. Liseyi bitiren kızım, üniversite eğitimi için Trabzon’a gidecekti. O gün yavrum gurbete çıkıyordu. Ondan nasıl ayrılacaktım? Üzerine titrediğim kızım yaban ellere gidecekti. Aylarca onu göremeyecektim. Yalnız birkaç gün izne geldiği zamanlarda hasret giderebilecektim. Yüreğimin ortasında sanki bir ateş yanıyordu. Harareti durdukça yükselen bir ateş.
Kızımın hazırladığı bavullar bir kenarda duruyordu. Onları gördükçe içim sızlıyordu. Ancak, rahat görünmeliydim kızıma karşı. Onu üzmemeliydim. Silkindim, toparlandım. Yalancı bir gülümseme kondurdum yüzüme. Sanki kızım birkaç günlüğüne bir yere gidiyormuş gibi davrandım. Peki ya içim? İçim de böyle miydi? Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Sıkıştırılmış bir yay gibiydim. Ya da gerili bir ok. Her an boşalabilir, hıçkırarak ağlayabilirdim. Ancak, sabretmem gerekiyordu. Anne olmanın omuzlarıma yüklediği sorumluluk gereği, ağlamaya hakkım yoktu. Olamazdı. Eğer ağlarsam kızımı daha da üzecektim. Allah’tan sabır diledim. Kızımı uğurlayıncaya kadar sabır. Sonrası kolaydı. Sonrasını kızım görmeyecekti, bilmeyecekti nasılsa.
Bir tek gözyaşı dökmeden kızımı uğurladım. O da rahat görünüyordu. Üzüntüsünü belli etmemesi gerektiğini bilecek kadar büyümüştü demek ki. Babası onu yerleştirip geri dönecekti. Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktım. Kızım giderken, evin neşesini, mutluluğunu, her şeyini beraberinde alıp da gitmişti. Acaba onun tekrar eve döndüğünü görebilecek miydim? Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu.
İşte kızım gitmişti. İçimde kocaman bir boşluk vardı. Kızımın doldurduğu bir boşluk. Koca evde tek başıma kalmıştım. Kızımın kahvaltıda kullandığı tabak, çatal masanın üzerinde duruyordu. Onları atıp, kırmak geldi içimden.
Acaba kızım ne hissediyordu? Ona iyice sarılamamıştım bile ayrılırken. Ağlamaktan korkmuştum. Artık şimdi ağlayabilirdim.....Hayır! Ağlamamalıydım. Kızım ya bir eşyasını unuttuysa, ya onu almak için geri dönerse, ya beni ağlarken görürse.....Biraz daha sabrettim. Gözyaşlarımı içime akıttım.
Sonra onun bebekliğini düşündüm. Onsekiz yıl öncesini. Bir zamanlar küçük bir yavrum vardı. Karlı, soğuk bir şubat akşamında dünyaya getirmiştim onu. Doğum evimizde, ebe yardımıyla gerçekleşmişti. Çok kan kaybetmiştim. Doğumdan birkaç saat sonra doktor gelmişti eve....Böyle ilkel, sağlıksız bir ortamda gelmişti dünyaya. Aman Tanrım! Ne kadar küçüktü! Bu küçük yavruya nasıl annelik edecektim, bunu nasıl başaracaktım! Kendimi anneliğe hazır hissetmiyordum. Çok genç yaşta evlenmiş, o nedenle erken anne olmuştum. Yaşıtlarımın çoğu evlenmemişti daha. Acaba anneliğin yükünü kaldırabilecek miydim? Annemin bana verdiklerini çocuğuma verebilecek miydim? Bu soruları sorup duruyordum kendime.
Kucağıma almaya korkuyordum ilk günlerde. Her an incinebilecek kadar narindi. Bir kuş yavrusu gibiydi. Onu emziriyordum, kucağımda uyutuyordum. Ancak yirmi gün meme verebilmiştim ona. Ne yaptıysam, direnmişti emmemek için. O küçücük haliyle bana âdeta kafa tutmuş, meme emmemek için, ağzını sıkı sıkı kapatmıştı her seferinde. Anne sütünü reddetmişti. Onu nasıl besleyecektim? İçimden bir şeyler eriyordu. Kızım aç kalacak sanıyordum meme emmeyince.
Geceleri ağladığında, uykudan uyanıp onu avutmaktan hiç yerinmedim. O uyuduğu zaman, uyanmasın diye evin içinde gezinmeye bile korkuyordum. Başka zaman hiç ses çıkarmayan döşeme tahtaları, kızım uyurken gıcırdıyordu. Kapıların çıkardığı gıcırtıları, ancak o uykudayken farkediyordum. Onu ninnilerle, -biraz büyüyünce de -masallarla uyutuyordum. Gece uyanıp, onun nefesini dinliyordum. Çocuğuma kötü bir şey olacak diye ödüm patlıyordu.
Ben bunları gerçekten yaşamış mıydım? Yoksa bir rüya mı görmüştüm? Dünki o küçük yavru ne zaman büyümüş, ne çabuk yuvadan uçmuştu. Daha dünün o küçük bebeği büyümüş, yaşamını yalnız sürdürmek üzere uzaklara yollanmıştı. “ Yalan dünya ” diyorlardı ya, ne kadar doğruydu. Yaşananlar sanki koskoca bir yalandı. Ayrılık ise su götürmez bir gerçek.
Ayaklarımı sürüyerek odasına girdim. Dolabını açtım. Rafların büyük bir kısmı boşalmıştı. Gardroptaki askıların da çoğu boştu. Hem kendisi, hem eşyaları yoktu. Evde büyük bir boşluk, büyük bir sessizlik vardı. Tıpkı susuz bir değirmen gibi. Müzik setinde, kızımın severek dinlediği şarkılar susmuştu. Sanki gümbür gümbür çalan davullar birdenbire susmuştu.
Kızım, küçük varlığıyla meğer evi nasıl dolduruyormuş. O gidince, evden sanki onlarca kişi gitmişti. Konuşmalar, gülmeler bitmişti. Daha da kötüsü, yaşam belirtileri azalmıştı....Ağladım ağladım....İçim ezilinceye, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar ağladım. İşte şimdi biraz rahatlamıştım.
Kızımın odasından çıktım. Kapıyı kapattım. Kapıdaki “ Benim Odam ” yazısına baktım. Ve; “ Kapıyı vurun ” yazısının altındaki tabanca resmine. Odası buradaydı ama kendisi yoktu. Onunla birlikte geçirdiğimiz günleri, yılları düşündüm. O yılların güzelliğini, mutluluğunu nasıl farkedememiştim şimdiye kadar! Güzellikler, mutluluklar, hep elden uçup gidince farkediliyordu. İşim ile evim arasında koşturup dururken, o yorgunluk arasında anne olmanın tadını bile çıkaramamıştım. Bunu şimdi farkedebiliyordum.Onunla birlikte geçirdiğimiz onsekiz yılın güzelliğini şimdi daha iyi anlıyordum. Hem bir anne, hem bir ev kadını hem de çalışan bir kadın olarak omuzlarımdaki yük öyle fazlaydı ki. Her yerde, her durumda birileri benden birşeyler bekliyordu. Kadın olmak zordu. Yoğun geçen bu günler arasında acaba kızımı ihmal etmiş miydim? Hem işimde, hem evimde üzerine düşeni yapmak için, gereken her şeyi yerine getirmiştim. Daha doğrusu getirmeye çalışmıştım. Ama, herkes gibi benim de bu konuda hatalarım, eksiklerim olmuştu muhakkak.
Kızımla birlikte geçirdiğimiz yılları düşünüyor, akıp giden zamana kahrediyordum. O yılları geri getirebilmek mümkün olsaydı keşke. Göz açıp yumuncaya kadar geçen onsekiz yıla hayıflandım. Kızımı kucağıma aldığımda hissettiğim onun vücudunun sıcaklığını, yeniden duymak istiyordum. Tüm bunlar çok geride kalmıştı. Zaman ne kadar acımasızdı.Her şeyi, herkesi nasıl da harcıyordu.
Birkaç hafta kızımın odasına hiç girmedim. Oda kapısının önünden geçerken kızımı odasında ders çalışıyor ya da uyuyor diye hayal ettim. Alışkın olduğum flüt sesini duymak istedim. Derinden ve çok uzaklardan belli belirsiz bir flüt çalınıyor gibiydi. Onun sevdiği yemekleri yapmaya ve yemeye ne içim el verdi, ne de hatıralar. Sofraya bir tabak eksik koymak, bana öyle dokundu ki. Hatta çoğu kez, yılların verdiği alışkanlıkla sanki kızım varmış gibi ona da tabak koyuyordum. İçimde, anlatılması imkânsız bir boşluk vardı. O boşluğu dolduracak bir şey bulamıyordum....
Sonra anneliğin güzel yanlarını düşündüm. Annelik güzel ve onurlu bir duyguydu. Elbette ki bu güzelliğin bir bedeli olacaktı. İşte, anneliğin bedelini bu şekilde ödüyordum. Fakat bu bedel bu kadar ağır mı olmalıydı? Bu bedelin altında ezilir gibi hissediyordum kendimi. Kaldırması zor bir yüktü bu bedel. Her şeye rağmen anne olduğum için çok mutluydum. Birisinin insana “anne” demesi kulağa çok hoş geliyordu. Ama bu kelimeyi aylarca duymayacaktım.
Hayat ne yazık ki böyleydi işte. Üzüntüler, mutluluklar, güzellikler, çirkinlikler içiçe girmişti. Payına düşene katlanmak gerekiyordu. Şimdi benim payıma ayrılık ve bu ayrılığa katlanmak düşmüştü. O halde, buna katlanacaktım.Ve hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
Küçük bir çocukken annemden ayrılmak bana çok acı vermişti. Oysa, bir annenin yavrusundan ayrılmasının daha büyük acı verdiğini, ancak anne olunca anlamıştım.
1994 /Mudurnu
Kâmuran EsenKayıt Tarihi : 7.5.2004 17:22:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sevgiler....
Sevgi ve saygılar...
Anneler herşeye,en iyiye layıklar...
TÜM YORUMLAR (8)