BGG 069 Gittiğin yer daha mı şen olacak yani şimdi seninle Celaleddin'im Arpacığoğlu (Benim Güzel Gazianteplilerim)
Biz Akyol Mahallesi Sadık Çavuş Sokağı 18 numarada oturuyorduk. Celaleddinler ise aynı sokakta 2 numaralı evde otururlardı.
Günlük gazete çıkarttığım yıllarda babam buradaki evimizin at katını matbaa olarak kullanmamı önermişti. Bense “Kentin merkezinden bunca uzakta matbaa mı olur baba,” diye onun önerisini geri çevirmiştim.
Şu günlerde Sadık Çavuş sokağı kentin merkezi olmuş, iş yerleriyle dolmuş. İki tane de gazete matbaası var. Ama ne bizim bıraktığımız ev duruyor yerinde, ne de Celaleddin’lerin yaşadığı konak...
Yaşımız kaçtı? .. 17-18 filan... Celaleddin’in ne hoş bir arkadaş olduğunun ayırımında olamadım uzun süre. Karşılaştığımız zamanlarda birbirimize selam bile vermezdik.
Evleri gökemli bir evdi. Eski bir konaktı. Zamanın defterdarı otururmuş orada. Atatürk Bulvarına açılan alt katının askeri garnizon olduğunu düş gibi anımsarım.
O ayrı okulda okuyordu, ben ayrı okula okuyordum. Sonra okullarımız birleşti. İkimiz de Gaziantep lisesini birinci sınıfına gidiyorduk. Hiç unutmuyorum. Okulda karşı karşıya geldik bir gün nasılsa.
Gülümsedim ona. Gülümsedi o da. Ama ne gülümseyiş! Gözbebeklerine kadar gülüyordu.
“Merhaba...” dedim çekine çekine.
“Merhaba dedi o da. Böylece başladı arkadaşlığımız. Ortak yanlarımızı keşfetmemiz uzun zamanımızı almadı.
O hayata boş veren bir yapıdaydı. Ben yaşamı önemsiyordum ama dünya nimetleri umurumda değildi. Ben edebiyata, yazına tutkundum, o resme tutkundu. Ortak yanımız sanatta da birleşiyordu.
Konuşuğu dinlenen biriydi. Lafının arasına sık sık fıkralar sıkıştırır, güldürürdü beni. Ben de fıkracıgillerdendim. Böylece bir fıkra alış verişidir başladı aramızda.
Onun yabancı dili fransızcaydı. Ek dersi resimdi. Benim yabancı dilim İngilizceydi, ek dersim Almancaydı. Bu nedenlerle aynı sınıfta okumuyorduk. Ayrı ayrı sınıflardaki derslerimize giriyorduk.
Teneffüs zili çalıyordu, ikimiz de sanki sevgililerimize koşar gibi birbirimize koşuyorduk. Buluşur buluşmaz da birbirimize fıkralar anlatmaya başlıyorduk.
“Deli mi nedir bunlar” gibisinden bakardı bize özge öğrenciler, kahkahalarımıza bakarak... Artık sabahları birlikte gider olduk okula. Onun evi okula gidiş yoluna yani Şimdi Atatürk Bulvarı dediğimiz, o zamanki adıyla demiryoluna daha yakındı. O yüzden her gün ben onu evinden alıyordum. Cıvıldaşarak ağır ağır adımlıyorduk üç beş yüz metrelik yolumuzu.
Okul çıkışlarında da birbirimizden ayrılmazdık. Mahalleye birlikte gelirdik ama oturup ders çalışmazdık. Bostanarası’nda, Alleben’de gezmeyi seçerdik.
O gelecekte yapacağı tabloları için ölü doğayı incelerdi. Ben yazılarımda betimlemeler yapabileceğim ayrıntıları ezberlerdim.
Derken arkadaşlarımızın sayısı arttı. Şiire tutkun bir Ömer Bilge’miz oldu. Müziğe tutkun bir Mehmet Eroğlu’muz oldu.
Dördümüz Kristal Kahvesi’nde buluşurduk. Oyun merakımız yoktu. Hepimiz de birbirimize geleceğe dair düşlerimizi anlatırdık uzun uzun.
Bir seferinde söz vermiştik. Celalettin iyi bir ressam, Ömer iyi bir şair, Mehmet iyi bir müzisyen olacaktı. Ben de iyi bir yazar olamaya kararlıydım.
Ben yazar oldum ama iiyi bir azar olabildim mi bilmiyorum.
Ömer şair oldu ama umduğu büyük ünü yakalayamadı. Bir şiir kitabı yayınlandı. Oldukça övgüler aldı şiirleri. Bu kadar az değildi ama beklentisi. O da halı fabrikatörlüğüyle avundu.
Mehmet, yıllarca akordiyon çalmaktan öteye götürmedi müziğini.
Celaleddin’se iyi bir akademisyen ressam oldu. Çok ünlü olmasa da iyi bir ressam olma ustalığını elde ettiğini gördüm.
Eskiden Alleben’de, Zerdalılılık’ta, Bostanarası’nda, Kırkayak’ta dolaşır doğa fotoğrafları çekerdik.
Sonraları biraz daha uzun adımlar attık. Nenim kitaplarım yayınlanıyordu. O sergiler açıyordu. Ben kitaplarımı imzalardım ona. O resimlerini gösterirdi bana.
Çok sevdiğinden değil, sırf geçimini sağlayabilmek için “vitray”a ağırlık veriyordu son zamanlarda. “Mına boyayım böyle ressamlığın! ” diyordu her zamanki küfürbazlığıyla. “Varsıl ero çocuklarının banyolarında daha zevkli sevişebilmelerini sağlayabilmek için camlarını süsleyip duruyorum işte! ”
İlkin Eyüpoğlu’ndaki eski vali evini kiralamıştı. Sonraları Suburcu’ndaki Alevli İşhanının üst katı olmuştu atölyesi.
Gaziantep’e her gelişimde onu aramadan edemezdim. Her seferinde bira içerken bulurdum kendisini. Saatı önemli değildi içkiye başlamanın.
Benim evliliklerimin de kendisininki gibi yürümediğini öğreninice küfürü basmıştı. Dilinden şiir gibi küfür akardı zaten.
“İkimizin de ne sanatta, ne evlilikte açık oldu bahtı...” diye konuşmuştu bir seferinde. Anlatmıştı evlilikte uğradığı düş kırıklığınını. Ama üzgün değilmiş gibi görünmeye çalışmıştı yine de. Sallamıştı küfürü mutluluğa... Sanki kırılan evliliği değildi de kurşun kaleminin ucuydu.
Sanırım sonradan yeniden evlenmişti. Bu kez mutlu muydu. Bilemedim.
Geçtiğimiz yıl Gaziantep’e geldiğimde yine ilk aradığım dostlarımın başında gelenlerden oldu. Bu kez bulamadım onu. İçim buruk indim Alevli işhanının merdivenlerinden. Kapısının asma kilidi tozlanmış atölyesini arkada bırakarak.
Bir başka yere tanışmış olacağını umarak avundum. Ayrıntılı bilgi veren de olmadı komşularından. Ne öldü diyen oldu. Ne yaşıyor diyen çıktı.
Kırık dökük ayrıldım oradan. Ortak dostlarımız kalmamıştı. Tanıdığını umduğum bir kaç kişiden öğrenmeye çalıştım akibetini, öğrenemedim. Fazlaca üstüne de gitmedim öğrenmemin.
Acı gerçekle yüzleşmemek için öğrenmek istemiyordum belki de. Uzun boylu soruşturmadım o yüzden.
Vefalı dostlar varmış demek ki Gaziantep’te. Umutsuzca internete girdim. Adını yazdım ressam dostumun. A! Daha ilk adımda çıktı karşıma. Gerçi direkt Celaleddin’den söz etmiyordu mimar yazar Doğan Özdinç ama anılarında ona da ver vardı. Hem de çılgınlık tanmlamasıyla…
“…Gaziantep Lisesi karşısındaki ikizler apartmanı, Gaziantep’ in ilk ikiz binasıdır. Dönemin önemli “süslü konut” yapılarından olan bu yapının, yan balkon duvarlarını süsleyen Ressam Celalettin Arpacıoğlu da bu dönemin çılgın sanatçılardan birisiydi. (…)
Başpınarda, Celalettin de bizimle beraberdi, ağaç ürünleri fabrikası Mosan Mobilyada. O dönemin Başpınarını anlatabilmek de bir romandır. Beslen Makarna, Düzbağ Sunta, Berk Cıvata, Mosan Mobilya, v.s.
Birde Adam gibi adamlardan, Celalettin’i, öğlen yemeği arası yapılan voleybol turnuvalarını, hiç unutamam…“
Artık gurbetin kahrını çekmeye dayanamayacağımı anlayıp, bu kez bir daha ayrılmamak düşüncesiyle Gaziantep’ime bu son dönüşümde onu yine aradım. Bu kez daha çok kimseden sordum soruşturdum. Onunla bir daha asla karşılaşamayacağımı anlamanın üzüntüsü içinde kaldım.
Keşke şu anda yine çıkabilse karşıma, hiç bir zaman ciddiye alamadığı öfkesiyle, gülerek küfretse aklına gelen her şeye... Yazık, dolu dolu bir beyin daha göçmüştü sonsuza.
Ne hoş bir arkadaştın sen Celaleddin! Çok erken gittin be! .. Çok mu şen olacak yani gittiğin yer şimdi seninle? ..
Toprağın bol ola...
Kayıt Tarihi : 30.6.2009 01:43:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!