66
Kağıt delisi Ökkeş ammiden Burak’a, beş kuşak Beşlioğlu
Küçücük bir çocuktum. Çevreciliğin ne olduğunu bilmiyordum daha ama yediğim şekerin kağıdını da yere atmazdım. Böyle öğretmişlerdi bana. Kâğıtların atılacağı yerler çöp kutularıydı.
Mahallemizde bir Ökkeş dayı vardı o zamanlar. Yerlerden kağıt topladığı için “Kâğıt delisi Ökkeş Beşli” derlerdi adına.
Gaziantep’imizin Ökkeş’i bol maşallah. Antep harbi gazisi kumandanlarından dedem Bahri Günenç beyin de ön adı Ökkeş’tir. Babamın üvey dayısı Ökkeş. Bir de taşçı Ökkeş var. Oğlu milletvekili olduydu sonraları. Koyuncu deli Ökkeş’imizi de unutmayalım…
Şair Ülkü Tamer’ün türkü düzdüğü de bir Ökkeş’tir.
“Ağa oğlu paşa oğlu/Önünde evinin yolu/Dilinde güneşin balı/Döşünde çiçeğin gülü// Ağaç sende kurt bendedir…/Temmuz sende Mart bendedir/Yetmiş iki sırt bendedir/Her sırtta gurbetin çulu…//Senin elin para tutmuş/Benim elim kara tutmuş/Var içinde dar’a tutmuş/Ocağımı, Tanrı kulu…//Boyna urgan oldu kuşak/Küle kesti yorgan döşek/Yoksa dövüş mü dövüşek/N'olacak Ökkes'in hali? ”
Ökkeşiye diye bir dağ vardır bizim yörede. Oğlu olmayanlar o dağa gider adak adarlar. Söylenceye göre Ökkeşiye’ye adak adayıp da oğul kazanmayan olmamış bugüne kadar.
Benim sözünü edeceğim adem de bir Ökkeştir. Torununun torununu tanıdığım bir Ökkeş… Adı Ökkeş değil beşinci kuşak torunun. Burak…
Burak’la Manioğlu yokuşundaki apartmanlardan birinin önünde tanışmıştım. Geçiyordum… Birkaç çocuğun tartıştığını görünce durmuştum. Çocuklardan ikisi apartmanın basamaklarına oturmuştu. Ellerindeki süslü poşetten aldıkları ay çiçeğini çitleyip duruyorlardı.
Çocuklar çitledikleri çekirdek kabuğunu kaldırıma tükürüyorlardı. Kendilerinden daha ufak yaşta birisi ise karşılarına dikilmişti. Kaşlarını çatmış, onlara çıkışıyordu.
“Çekirdeklerin kabuğunu yere atmayın arkadaşlar! ”
“Nereye atalım ya? ”
“Avucunuzda biriktirin, sonra bir çöp kutusuna atarsınız.”
“Git işine! ”
Kapıştı kapışacaklardı. Aralarına girmiştim.
O yaştayken benzer bir olay benim de başıma gelmişti. Fıstık yılıydı. Fıstığın “ben” zamanıydı. Al al olmuştu dış kabukları canım fıstıkların… Kırallar gibi tezgâhlara kurulmuşlardı. Alıp da yemeyenin ya aklı yoktu ya parası…
Benden kabaca bir çocuk, fıstık yiyordu. Yediği fıstıkların kabuklarını sokağa atıyordu. Karşısına dikilmiştim. Yaptığının doğru olmadığını söylemiştim. “Git işine” demişti o da bana. İşime gitmemiştim. Diklenmiştim. İşimin bu olduğunu söylemiştim. Aramıza giren de olmamıştı. Kapışmıştık.
O gün eve ağzım burnum dağılmış olarak gidecektim ama yine de yüzümde güller açıyordu. Çünkü fıstığın kabuklarını yere atmamayı kabullendirmiştim o çocuğa sonunda.
Manioğlu Köprüsü yakınındaki apartmanın önünde ay çiçeğinin kabuğunu yere attırmayan çocuğa sormuştum.
“Adın ne senin delikanlı? ”
“Emre. Emre Beşlioğlu…”
“Kimim oğlusun? ”
“Öğretmen Mehmet Beşlioğlu’nun…”
Gülümsediğimi görüce sordu.
“Babamı tanıyor musun amca? ”
Ah, sadece babasını tanısaydım.
“Tanıyorum…” dedim. “Baban Mehmet Beşlioğlu’nu da, deden Zeynel Abidin Beşlioğlu’nu da, dedenin babası Şıhlı, onun babası Ökkeş Beşlioğlu’nu da tanıyorum.”
“Bu kadarını belki kendisi de bilmiyordu. Ağzı açık kaldı güzelimin. Emre nereden bilsindi ki, yüz yıllık duvar aşırı komşuyduk biz onun atalarıyla.
Yazımı Emre’nin büyük dedesinin dedesinden başlayarak sürdüreceğim şimdi.
Yıl 1943’tü belki. Bir yıl sonraydı belki de…
Beş yaşındaki çocukların oynaması için nereye kadar gitmesine izin verebilirdi ki anneler. Biz de sokağımızın karşısındaki Kırkayak bahçesine gider kaz ayağı toplardık. Kazayağı dediğimiz ağaç yapraklarının büyükçe damarından oluşmuş kalemimsi şeylerdi. Onlarla atıp vurmaca oynardık.
Adına o zamanlar Demiryol denilen kara parke taşlarla döşenmiş olan Atatürk Bulvarından Başkarakol’a kadar gidebilme iznimiz vardı bir de.
Bizi Kırkayak’tan daha öteye çeken “Sıpancak”tı. O zamanlar çocuk bahçesi nerede? .. Köprünün beton ayakları üzerinde kayardık. Sıypancağımızdı orası bizim.
Sıypancağa doğru giderken yerden kâğıt toplayan biri dikkatimi çekmişti. Ökkeş ammiydi bu. “Kağıt delisi” diyenler de vardı. Delilik damgası yemesinin nedeni, yerlerden kağıt toplamasıydı. Hiç bir işe yaramayan kağıt parçalarını toplayıp da ne yapacaktı bu emmi? Delilik işte…
Hayır, muhakkak bir nedeni olmalıydı. Benim çocuk mantığım kabullenmiyordu o genel görüşü. “Deli ammi”nin kendisine sormaya karar vermiştim.
“Deli misin sen! Sana bir şey yapar…” diye bu sevdandan vaz geçirmeye çalışmıştı arkadaşlarım. Dinlememiştim onları. İyice yaklaşmıştım kâğıt delisinin yanına.
“Niçin topluyorsun bunları ammi? ”
Yüzüme dikkatle uzun uzun bakmıştı. Gülümsemişti sonra.
“Caddeler oradan oraya uçuşan kağıtlarlla mı güzel, kağıtsız mı? ” diye sormuştu.
“Kâğıtsız…” demiştim.
“Ben de caddeleri bu muzırlardan arıtmaya çalışıyorum.”
“Ne yapacaksın onları toplayıp? ”
“Hiç, götürüp bir çöpe atacağım.”
“Senin onları toprağa gömen bir deli olduğunu söylüyorlar.”
“Doğru diyorlar. Topladığı kağıtları toprağa gömen bir deliyim ben.”
“Niçin yapıyorsun bunu? ”
“Kağıtlar toprağın altında çürür, gübre olur. Gübre de bitkilere daha fazla can verir. İşi gücü olmayan insanlar, can sıkıntısından bunalmamak için bir şeyler yapmalı. Ben de bunu iş edindim kendime.”
Tam böyle olmamıştı konuşmamız belki ama buna benzer şeyler söylemişti bana kâğıt delisi Ökkeş amca. Karar vermiştim. Ben de kağıt delisi olacaktım.
Ökkeş amcanın oğlu Şıhlı dayıdır. Şıhlı dayının hanımının adı Fatma bacıydı. Bir kızları vardı, yaşıtım. Şükran. Oyun oynardık küçükken onunla.
Babam Gazete Genel Bayiliği yaptığında bizimle birlikte çalışmıştı Şıhlı dayı. İade paketlerine ne kıral düğüm atardı… Kıral düğüm atmayı bana da öğretmişti Şıhlı dayı.
Orta öğrenime geç kaldığım için “yaşı geçmiş” diye beni okula almamışlardı. Yaşımı küçülttürmek için mahkemeye başvurmam gerekmişti. Tanığımın biri Şıhlı dayıydı.
“Ömrümde ilk kez yalan söyleyip, yalancı tanıklık yapacağım…” demişti Şıhlı dayı. “Bunun günah olduğunu biliyorum ama bir çocuğun okuyabilmesi için böyle bir günaha girmeye değer.”
Şıhlı dayının oğlu Zeynel Abidin Beşlioğlu’ydu. Benden birkaç yaş büyüktü. Abi derdim o yüzden kendisine. Ne güzel bir insandı o da babası, dedeleri gibi. Fazladan yüzünden gülüşler eksik olmazdı onun hiç.
Zeynel Abidin abi tenekecilik yapardı.Tenekeden yapılan yoyo gibi, huni gibi, para gallesi gibi gereçlerin parçalarını birbirine tuturmak için lehim yapışının seyrine doyamazdım.
Uzun yıllar ayrı kaldım Beşlioğlu ailesi bireylerinden. Bir zaman sonra karşıma ilk çıkan dördüncü kuşaktan Edebiyat Öğretmeni Mehmet Beşlioğlu oldu.
Onun Mehmet mi yoksa Zaynel Abidin mi olduğunu anlamakta doğrusu biraz zorluk çektim. Sadece bedenleri, yüzleri benzemiyordu baba ile oğlun birbirine. Yüzlerindeki gülücükler de bire bir aynıydı.
Mehmet, fazladan bir de kültürle donatmıştı kendisini. Onunla gurur duydum. Böyle bir edebiyat öğretmeninin öğrencisi olmak isterdim doğrusu.
Bütün aileyi yeniden anımsayıp bu yazıyı kazanmamı Mehmet Beşlioğlu’nun küçük oğlu Emre sağladı. Ne iyi etmiştim de o gün yürüyerek çıkmaya karar vermiştim Manioğlu Köprüsü yokuşunu…
Söz açılmışken biraz daha söz etmek isterim gül yüzlü Zeynel Abidin abiden. Daha son Ermeniler Gaziantep’ten göçmeden önce çocukluğunda Ermeni Martin’in yanında çıraklık yapmış küçük Abidin. Su tesisatçısıymış Martin usta.
Ermeniler Türk çıraklara kolay kolay sanat belletmezlermiş ama bu Martin usta belletmiş. Antep’ten göçerken de dükkânını araç gereçleriyle birlikte Zeynel Abidin abiye bırakmış. Böylece kentin biricik küçük su ustası olmuş bizimki.
Bir süre sonra su tesisatçıları çoğalmış. Bu işten artık ekmek yenmeyeceğini düşünen Zeynel Abidin Beşlioğlu, başka bir iş aramış kendine. İlerden beri ilgisini çekermiş lehimcilik. Bu işi öğrenmiş. Tenekelerden araç gereçler yapmaya başlamış.
Hani çocuklar vardır, kabına sığamazlar… Hiper aktif deriz biz onlara… Zeynel usta da işinde hiper aktif. Kabına sığamıyor. Yeni bir şeyler yapmak istiyor durmadan. Düşünüp duruyor “Yeni bir şey yapsam…” diye. “Ne yapsam na yapsam? ...”
Bir gün Suburcu Caddesinde, Maarif kahvesinin önünden geçiyormuş. Kahvenin duvarı dibine dizili ayakkabı boyacıları görüyor. Her birinin önünde bir portakal sandığı. Bunların üstünde boyuyorlar müşterilerinin ayakkabılarını.
“Buldum! ”
Bağırmıyor Arşimet gibi ama kafasında şimşekler çakmış, içini ışıklar doldurmuştur Zeynel Abidin Beşlioğlu’nun. Lüks boyacı sandıkları yapacaktır.
Sanki boyacılığı kendisi yapacakmış gibi, bütün müşterilerinin “aferin”ini almak çabacında. Gider kentin en usta bildiği marangozunu bulur. Komşumuz, Velo’nun oğlu Mustafa Özbağcıdır bu. Ustanın Veliç İplik Fabrikası Caddesindeki dükkânının önüne geldiğinde doğru adreste olduğunu anlar. Dükkânın önünde göa alıcı ceviz oyma çeyiz sandıkları vardır.
Zeynel abi ne istediğini anlalatmakta güçlük çeker marangoz ustasına. Çünkü istediği şeyin bir örneği görülmemiştir dünyada. Birlikte çalışır, uğraşır, kanatsız bir kuş yaparlar.
Mustafa usta güler bu kanatsız kuşa bakıp. Ne işe yarayacağını anlayamaz. Ama o yaptığı işin parasını almaya bakar.
Abidin usta kanatsız kuşunu alıp tenekeci dükkânına götürür. O kuşa altın sarısı tenekelerden öyle bir elbise diker ki, görenlerin dişi kitlenir.
İşte karşısında kunduracılar için yapılmış hayalindeki muhteşem boyacı sandığı durmaktadır. Eserine hayranlıkla bakar. Sandığın iki yanında olimpiyat kürsülerinde olduğu gibi kat kat yükselen şişe yerleri vardır.
Gider züccaciyeci züccaciyeci dolaşır. Sonunda Eski İş Bankası Caddesinde bulur aradığını. Bu şişeler “ayakkabı boyası konsun” diye yapılmamıştır ama içine boya koyarsan kıyamet kopmaz ya… Şimdi sıra o şişelere de elbise dikmeye gelmiştir. Her birine yine altın sarısı tenekelerden şortlar giydirir Zeynel Abidin usta.
Artık tek iş bu şaheseri pazarlamaya kalmıştır. Alır sandığını Maarif’e götürür. Oradaki boyacılara gösterir. Boyacılar dudak büker. “Ne gerek var ki ayakkabı boyamak için böyle cicili bicili sandığa? ” derler.
Zeynel usta onlara “kadın kısmına sıfat gerek” olduğunu anlatmaya çalışır. “Makyajı olan kadın, bütün kadınlardan güzeldir,” der. Anlatamaz.
Sandığı omuzlayıp düş kırıklığı içinde yeniden dükkânına götürecekken bir çift gözle karşılaşır gözleri. Boyacı Kilisli Adnan Ravullu’nun gözleridir bu gözler. Boyacı Adnan, sandığına hayran hayran bakmakta, iç çekmektedir.
“Beğendim mi? ” diye sorar ona. Beğenmek de söz mü? Aşık olmuştur boyacı Adnan bu sandığa. Öyleyse alsın… Almak ister ama onu alacak para nerde Ravullu’da?
“Parası önemli değil. Al bunu kullan. Kazanırsan yavaş yavaş ödersin.” İşte bu olur! Sandık Boyacı Adnan’da kalacaktır. Adnan Ravullu kurumla geçer sandığın gerisine. O ne? Ayakkabısını boyatmak isteyen herkes gelip onun önünde duruyor. Esnaftan ayakkabı boyatmaya niyeti olmayanlar bile sıraya giriyor.
Zaynel Abidin ustanın sandığı tutmuştur. İlk başta dudak kıvıran bütün boyacılar “Bana da yap, bana da yap…” diye sipariş verirler sandık ustasına. Bir süre sonra Maarif Kahvesinin önündeki manzara değişecektir. Pırıl pırıl sandıklarda boyanmaktadır artık ayakkabılar.
Belediye Başkanı Necmi Bayram, çarşıyı dolaşırken bu manzarayı görür. “Aferin ulan! ” der. “Ne güzel yapmışsınız burayı! Kimdir bu sandıkların ustası? ”
Kalealtındaki küçücük dükkanında konuklar koskoca Belediye başkanını Zeynel Abidin usta.
Kısa bir süre sonra şöhreti il sınırlarını da ülke sınırlarını da aşacaktır. Turistler boya sandığından bir tane alıp evlerinin dekorasyonuna katmaktadır. Avrupa’da, Amerika’da bunları gören başka yabancılar Türkiye’nin Gaziantep şehrindeki Zeynel Abidin Beşli’ye “Bize de bir boya sandığı…” diyerek sipariş mektupları yollayacaktır.
Zeynel Abidin Beşli sadece modern araç gereçler üretmez. Her biri her yönüyle tıpkı kendisine benzeyen, birbirinden güzel beş de evlat dünyaya getirir.
Bunların büyüklerinin adı Mehmet Beşlioğlu’dur. Sonrakiler Abdülkadir, Ömer Adil, Nevin Yazbahar ve Ali Beşlioğludur. Hemen hemen hepsiyle de tanıştım. Hepsi de biribirinin kopyası. Hepsi de altın yürekli, güleç yüzlü insanlar.
Son sözüm arkadaşım Mehmet Beşlioğlu’nun oğullarına:
Arkadaşımın büyük oğlu Emre 1967 doğumlu. Bu yıl 32’sine girdi. Daha evlenmemiş. Ayıp da etmiş. Bir an önce evlenip de dünya gailesinin altına girseydi, oğlan uşak sahibi olsaydı, ben de onlarla da tanışsaydım, şu dar-ı dünyada bir ailenin 6 kuşağını da tanıyan bir yazar olarak öğünseydim ne olurdu?
Haydi Emre, elini tez tut, evlen artık. Zaman daralıyor. Senin pencerenden bakmıyorum hayata, kendi penceremden bakıyorum ben.
Kayıt Tarihi : 30.6.2009 07:49:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!