Suburcu Caddesindeki küçücük dükkânından tanıdığım Leblebici Kamil daha ilk günlerde zeki birisi izlenimini verdi bana. Son gördüğümde ise kendisinden deli olarak söz ediliyordu.
Sadece askerliğini yapmak için uzaklaşmıştı Gaziantep’ten Leblebici Kâmil. İki yıllık Doğubeyazıt jandarmalığından sonra yeniden Gaziantep… Ağabeyi ona bir babalık yapacak, o güne de kendisinin çalıştırdığı leblebici dükkanını Kâmil’e devredecekti.
Onları tanıyanlar, ağabeyin bu işi annelerinin zoruyla yaptığını söylerdi. Ne için olursa olsun. Sonuç ağabey ağabeyliğini yapmıştı ya…
Kuzeye bakan dükkânını her sabah erkenden açardı Leblebici. Önce dükkanının önünü bir güzel süpürürdü. Sonra sadece kendisinin sığdığı ekmek tekmesine girer, ayakta iyi bir temizliğe girişirdi. Bütün şeker, leblebi, çekirdek kavanozlarının tozlarını alırdı.
Bu işleri bitirince sandalyesine otururdu. Elini dükkanının önünü kapatan camekanların altına uzatır, oradan “Yıldız Mecmuası”nın sakladığı bir sayısını çıkartırdı. Derginin son sayfasını açar, oradaki kendi resmine büyük keyifler duyarak bakardı.
Bunun ardından, yine aynı yerden bu kez bloknotunu çıkartır, yazmaya başlardı.
Leblebici Kâmil’in dükkânı bizim gazeteci-kitapçı dükkanımızın karşısında, İstanbul Garajının koltuğunun altındaydı. Leblebici dükkanı ile İstanbul garajı arasında bir sandalyelik boşluk vardır. İstanbul Garajının çağırıkçısı Muharrem Abi sabahtan akşama kadar:
“İstanbul’a İstanbul’a! ” diye bağırırdı. Yorulunca gelir o boşluktaki hasır iskemlesine otururdu. Nedense konuşmazlardı hiç Muharrem abi ile Leblebici Kâmil.
Kâmil çok meşgul olurdu her zaman da belki de onun için selam bile vermezdi ona Muharrem abi. Ne olur ne olmaz, bakarsın selamına karşılık alamazdı.
Kamil’in meşguliyeti, masa gibi kullandığı camekanın üstünde, çizgisiz dosya kağıtlarına durmadan bir şeyler karalamaktı. Bunların ne olduğunu merak ederdi ama gururuna yedirip de soramazdı Muharrem abi. Ne olur ne olmaz. Bakarsın yanıt alamazdı.
Karaladığı şeyler önemliydi aslında Leblebici Kâmil’in. Film hikayeleriydi onlar. Bazen senaryo da olurdu yazdıkları.
Sıradan film senaryoları yazardı Leblebici Kâmil. İstanbul’da yaşıyor olsaydı, yazdıkları filme alınırdı belki de... Ne var ki o Gaziantep’te doğmuş, bu kentin sokaklarında büyümüştü. Uzak bir düşler ülkesiydi kendisi için İstanbul.
Onun canını sıkan şey, Yeşilçam stüdyolarına gönderdiği bu senaryoların çalınıp başkalarının adıyla filme alınışı oluyordu. Tek avuntusu başkalarının adıyla da olsa değerlendirilişiydi bunların. Demek ki yazdıkları enpüften şeyler değildi.
Sonunda senaryolarını koruma altına alman yolun buldu Kâmil. Yazdıkça onları notere onaylattırıyordu. Ne var ki, o günden sonra sanki Yeşiçam rejisöreri işi anlamışlar gibi, onun yazdıklalarını çalmamaya başladılar.
Kamil’in ne yazdığını merak eden sadece İstanbul Garajının çağırıkçısı değildi. Bizim dükkânın önündeki bir sandalyeye oturarak saatler boyunca kitap okuyan Kör Reşit de merak ederdi onun ne yazdığını.
Bir gözü görmediği için kör diyorlardı Raşit’e. O asla umursamazdı bunu. Neden umursasındı ki? Yaşar Kemal’in de bir gözü yoktu. Ama tek gözle o ciltler boyu kitaplar yazabiliyordu.
Bir gün muhakkak kendisi da yapacaktı bunu. O zaman kendisine de Kör Reşit mi derlerdi. Hayır, Reşit ismi yakışmıyordu bir yazara. Adını güzelleştirmeliydi. Raşit daha güzeldi. Ya soyadı? Özgen… Özgen de neydi öyle? Kadın adı gibi.
Soyadını da Özge yaptı Reşit. Özge başka, farklı demekti. Önüne de bir “öz” yerleştirdi. İşte şimdi olmuştu: Raşit Özözge… Artık ünlü bir yazar mı olurdu yoksa ünlü bir sinema yıldızı mı, ikisine de yakışırdı bu ad.
Raşit bu adla soyadı kullanarak Yıldız Macmuasının Film yıldızı yarışmasına da katıldı. Doğrusunu isterseniz bunu da Leblebiciden esinlenerek yapmıştı. Onun mecmuada fotoğrafı çıkabilirdi de kendisininki çıkmaz mıydı? Nitekim çıkmıştı da. Hem de fotoğrafın altında onun iyi bir artist olacağını kanıtlayan refereansları vardı:
“At binmeyi, kılıç kullanmayı, kement atmayı iyi bilir. Çok kitap okumuş, kültürel birikim sahibi olmuştur. Okumayı yazmayı sever…”
Bunlar da bire bir kopyasıydı Leblebicinin Yıldızda çıkan fotoğraf altı yazısının.
Ayrımında değil miydi sanki bunun Leblebici? Bal gibi ayırımındaydı ama o hoşgörülü biriydi.
Ne diyordum… Leblebici Kamil’in ne yazdığını o da çok merak etmişti ilk başta. Raşit alıngan değildi Muharrem abi gibi. Sorusuna yanıt alamazsa alamasındı. Kıyamet kopmazdı ya. Ama almıştı yanıtını. Hem de ayrıntılı olarak.
Usta bir yazar babacanığıyla anlatmıştı ne yaptığını ona Leblebici. Snopsislerinin çalındığını, eserlerinin başkalarının adıyla filme alındığını eklemeyi de ihmal etmemişti bu ara. Ama kaygısızdı artık. Yazdıklarını çalsınlardı da alsınlardı boylarının ölçüsünü. Onları notere onaylattırıyordu artık.
Raşit’in içine bir ateştir düşer. Bir leblebici film senaryoları yazar da ben yazamaz mıyım? O günden sonra artık okurken göremez oldum Raşit ağabeyi. Yazıyordu artık. Hep yazıyordu… Kamil’le aralarındaki tek fark öbürü çizgisiz kağıda yazıyordu, kendisi çizgili kağıda…
İtiraf etmek gerekirse kendisinin yazısı leblebicininki kadar güzel değildi. Ancak bu da önemli sayılmazdı. Önemli olan yazının güzelliği miydi sanki? Önemli olan yazılan konunun güzel olmasıydı.
O günden sonra iyi iki arkadaş oldu Kör Raşit’le Ledblebici Kâmil. Yazdıklarını birbirine okuyup görüş alış verişinde bulunuyorlardı. Bu alış verişler de genellikle. “Mükemmel, harika! Eline, yüreğine sağlık. Devam et…” şeklinde oluyordu.
Bu dostluğu, bu ateşin yazı alıverişini kıskandı Gökçe Tanrı. Onların başına bir iş açtı ki, işlere benzemez. Belediyeye karar aldırdı. O çevredeki dükkânlara yıkım kararı çıkarttırdı. Bu yöreye büyük bir Belediye Pasajı yapılacaktı.
Dükkân sahiplerine mağduriyetlerini karşılasın diye bir miktar tazminat ödenecekti. İsteyene yeni yapılacak olan pasajdan dükkan da verilebilecekti.
Kamil parayı alıp cebe atmakla yetindi. Yeni bir dükkan falan istemiyordu. Kendi kendisini emekliye ayırıyordu.
Hikâyemizin bir kahramanı daha var. Kedi Tekkanat. Onun hayatımıza nasıl girdiğin anlatmadan geçmek olmaz.
Dükkânların yıkım işlemine başlanacağı gündü. Herkes tasını tarağını toplamakla meşguldü. Kamil işin çözümünü bulmuştu. Dükkandaki leblebi, çekirdek gibi bütün çerezleri kavanozlarıyla birlikte karşıdaki Şarapçı Behram’a devretmişti.
Bunlara karşılık ondan para istemiyordu. Ödeşinceye kadar gelip gidip tek tek kadehleriyle şarap içecekti.
Kâmil boş dükkânında oturmuş, gözlerini bir noktaya dişmiş, hülyalara bırakmıştı kendini. O sırada bir ses duydu.
“Miyavvv…”
Bu ses düşlerinden kopardı kendisini. Sesin geldiği yere baktı. Dükkânın önünde iki avuç içine sığacak kadar küçük bir kedi yavrusu duruyordu. İstanbul Garajında dünyaya gözlerini açan yavru, Kâmil’e bakıyordu.
“Bizim de evimizi başımıza yıkıyorlar usta…” diyordu sanki. “Bizim de başımızın çaresine bakmamız gerekiyor. Ama ben daha o kadar küçüğüm ki… Bir kedi yavrusu başının çaresine nasıl bakabilir, bilmiyorum.”
“Ne demek istiyorsun yani? ” diye sordu ona Leblebici. “Seni evlatlık mı alayım? ”
“Yap bi kıyak be abi…
Nereden de öğrenmişti kerata böyle argo konuşmayı? Öğrenir öğrenirdi abi. Neresinden baksan bir sokak kedisiydi zibidi.
Kâmil’in kanı kaynıyor bu küçük kediye. “Gel, pisi pisi...” deyiveriyor. Sanki sadece anlamsız bir “Pisi pisi” dememiş de, “Benim kedim olur musun? ” diye sormuştu ona Leblebici. Kedicik de bu soruya “evet” yanıtını verircesine, önce tezgâhına sonra kucağına atlayıvermişti onun.
Böyle başlamıştı serencamı Leblebici Kâmil ile kızı Tekkanat kedinin. Elbette ki Tekkanat değildi önceleri adı yavrunun. Simsiyah tüylerine bakarak Arap koymuştu ilkin adını Leblebici. Yavru kedi için sorun değildi bu. Ne diye çağırırlarsa çağırsınlardı kendisini. Midesine indirecek bir şeyler versinlerdi de…
Doymak için her gün başının çaresine bakmak zorunda değildi artık Arap yavru. Kendisini biberonla besleyen bir sahibi vardı şimdi. Ancak öyle bir sahipti ki bu, yavru kedi için biberona konacak süt nereden alınır, bunun tasasına düşmüyordu. “Biz ne sütü içiyorsak sen de o sütten içeceksin,” diyerek biberonun içine şarabı dolduruyordu.
İlk zamanlarda şarabı hiç sevmedi Arap. Ama zamanla alıştı.
“Ver bi bardak bize, bir biberon da Arap’a Behram amcası…” diyecektir bir gün Kâmil. Şarapçı Behram çok sinirlenecek:
“Nereden amcası oluyormuşum bir kedinin! ” diye çıkışacaktır.
Gülecektir tezgâha yaslanmış şarap içen öbür müşteriler bu çıkışa.
Kamil de dert etmeyecektir bunu.
“İyi canım amcası olmazsan olma. Onun bir babası var. Bu yeter kendisine…”
Bunları söyleyip kediciğinin kulağına gömer dudaklarını:
“Hanimiş de kedilerin ecesi… Kimin kızıymış bu kedilerin Arap yumması… Ne de güzel kara kulakları varmış kızımın. “Yarın pazara varırım. Kalağına küpe alırım…” diye bir de türkü turturur bu ara Kamil. Sevmeyi sürdürür yavruyu.
“Yerim ben senin o minicik kara kulaklarını kız, yerim! ” derken ölçüyü fazla kaçıracak, “hırt diye bir ses duyacaktır o anda.
Dişlerinin arasında kanlı, kara tüylü bir şey vardır şimdi Kamlil’in. Arap’ın bir kulağıdır bu.
Kâmil yaptığı şeyin dehşetiyle çıldıracak gibi olur.
“Ne yaptım ben, ne yaptım, ne yaptım! ..”
Oysa Arap hiç oralı değildir. Sarhoş kafayla kulağının koptuğunun ayırımına bile varmamıştır.
O günden sonra Leblebici omzundan indirmez kediciği. Giderek büyür, pampal bir kedi olur ama hep Leblebicinin omuzudur onun yeri.
Adı da arap değildir artık kedinin. Tekkanat’tır.
İçimden gelerek “Toprağı bol olsun” diyebildiğim insanlardandır Tekkanat’ın babası Suburculu Sevgili Leblebici-Senarist Deli Kâmil.
Kayıt Tarihi : 29.6.2009 02:48:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!