Böyle erkenden yitireceğimizi bilseydim, tanışmazdım seninle Dilaver Uyanık. Bizi zamansız acılara boğup gideceğini bilseydim, “sevindim” demezdim sana, tanıştığmız gün…
Onunla ilk kez Gaziantep Şehir Tiyatrosunda karşılaşmıştık. Karşımda sanki Antony Quin’in gençliği gülümsüyordu. Tiyatro Müdürü Cahit Saraç tanıştırdı bizi.
“Sanatçı arkadaşım Dilaver Uyanık…Gazeteci arkadaşım Fevzi Günenç.”
“Memnun oldum.”
“Sevindim.”
Onunla kısa bir süre sonra onca içli dışlı olabileceğimiz aklımdan geçmezdi. Ama oldu. Sevecen bir insandı. Çalışkandı. Yetenekliydi. Tiyatro için ölüyordu. Cahit harcamadı kendisini. En iyi rolleri verdi ona. O da üstesinden geldi aldığı rollerin hepsinin.
Malatya doğumluydu ama hep bir Gaziantepli gibi yaşadı. Gaziantepli olduğunu göğsünü gere gere söylerdi her yerde.
Bizim kente gelmeden önce Diyarbakır Radyosunda aktif görevler üstlenmişti. Başarılıydı. Her meyvalı ağaç gibi onu da taşlamışlardı. Küçük kent psikozu…
Sanki bu dünya yetmez sana da, bana da… İlla ki ikimizden birimiz yaşamamalıyız…
Ülkü Tamer’in bir esprisi vardı.
“Beni yalnız sen anladın…”
Sen de yanlış anladın…”
Dilaver’i hiç kimse anlayamadı. En yakınları bile. Oysa öyle geçimsiz biri de değildi. Dedim ya sevecendi. Özveriliydi dahası. Karşısındakilerin yararını kendi yararından üstün tutardı.
Dünya kadar büyük, uzay kadar geniş düşleri vardı. Her düşün gerçekleşmesi ne yazık ki sadece çabayla, özveriyle sağlanamıyordu. Ekonomik güç de gerekiyordu. Ne yazık ki bir sanatçının ekonomik gücü ya da güçsüzlüğü, düşlerinin yanındas olamıyordu hiçbir zaman.
Bir yandan tiyatroda çalışırken bir de büro açmıştı Gaziantep’de yaşadığı yıllarda. Keyvanbey’in alt katındaydı yeri. Fotoğraf makineleri filan vardı vitrininde. Buradan nasıl bir ek kazanç sağlayacaktı anlayamamıştım.
Anladığım sadece şuydu: Bir sanatçının para kazanmak için hayata geçirdiği düşleri de hobilerini tatmin içindi hep aslında.
Doğal olarak Keyvanbeydeki büronun hiç getirisi olmadı ona. Götürüsü? Oldu doğal. Her ay dükkân kirası ödemek zorundaydı en azından.
Cahit Saraç’ın değerini bilemedi Gaziantep. Küstürülerek tiyatro müdürlüğünden uzaklaşması sağlandı. Onunla birlikte Dilaver de daha durmadı kentimizde.
Başka birisi olsaydı Saraç’tan boşalan makama gözlerini dikerdi. O yapmadı. Yapamazdı. Kişiliği uygun değildi böyle bir şeyi yapmaya. Oysa çok da ihtiyacı vardı.
Cahit Başkente göçtü. Altın yere düşmeyle pas tutar mı? Tutmaz. Cahit’i de hemen kaptı Devlet Tiyatrosu. Ne zamandır gözleri vardı zaten onda. Saraç'ı Altındağ Tiyatrosuna müdür yaptılar.
Ama Cahidin de dünyası Altındağ kadar küçük değildi. O da çok daha büyük şeyler yapmak istiyordu. O nedenle bir süre sonra tiyatro müdürlüğünden ayrıldı, TRT’de seslendirme yönetmenliği yapmaya başladı.
Artık o en iyi filmlerin seslendirilmesi için güvenle aranan isimdi. Artık o tüm iyi seslendirmecilerin birlikte çalışmak istedikleri “Cahit baba”ydı.
Çok geçmeden Dilaver de katıldı bu kervana. O da Cahit Saraç’ın seslendirme sanatçılarından biri oldu. Ne var ki, Dilaver’in gözü sinemadaydı. Sinemanın yüreği ise İstanbul’da atıyordu.
Cahit onu İstanbul TRT’ye gönderdi. “Orada hem seslendirme yaparsın, hem çevre edinirsin.” diye…
Öyle yaptı Dilaver. Kısa zamanda sevdirdi kendini TV çevrelerinde de, beyaz perde çevrelerinde de. Sevenleri, ufak tefek rollerde görmeye başladı onu sık sık.
İkinci kez İstanbul’da yaşamaya başladığım 1980’li yılların sonlarında, aradım onu. TRT’de buldum. Bir yitiğini bulmuş gibi sevindi.
Sonra yollarımız ayrıldı. Ben basın, yayıncılık dünyasına daldım balıklama, o beyazcama…
Bir süre görüşemedik. Bir gece yarısı sonrasıydı. Sohhavadis’te Gece Müdürüydüm. Servis beni Beşiktaş iskelesine bırakırdı her gece. Ben oradan motora binip karşıya geçerdim. Ümraniye’de oturuyordum o yıllarda.
Baktım Dilaver’im, bir oturgaca yerleşmiş, başı ellerinin arasında… Düşünüyor mu? Dertler açmazından nasıl kurtulacağının hesabını mı yapıyor? Yoksa çok mu sarhoş? ..
“Bir şaka yapayım şuna” dedim. Gidip omzuna dokundum. “Ücretler lütfen…” dedim. Başını kaldırmadan “verdim” dedi. “Vermedin diye ısrar ettim. “Verdim, vermedin” tartışması sürdü. Öfkeyle başını kaldırıp baktı.
“Aaa sen misin ulan! Fevzi! ” diye ayağı fırladı. Boynuma sarıldı. Yıkılmaması için tuttum onu. Oturduk. Elimi bırakmadı karşıya geçinceye dek. Ayılmıştı. Anlatıp duruyordu keyifle…
Bir taksiye atladık. Altunuzade’de oturuyordu. Yolumun üstüydü. Kendisini bırakıp Ümraniye’ye geçecektim. Ama bırakmadı beni. İndik. Evindeydik. Kimse yoktu.
“Yenge nerede, çocuklar? ..” diye sordum,. İç çekti. “Yoklar, bir süre de olmayacaklar…” dedi. “Belki de uzun süre olmayacaklar. Üstelemedim. O da kapattı konuyu.
“Ayıldım be Fevzi seni görünce…” dedi. “Oysa ne çok içmiştim. Tekrar sarhoş olmak istiyorum…”
Bunu söyleyip evin içinde içki aramaya başladı. Uzandığı her dolaptan boş, yarısı içilmiş, açılmamış 70’lik şişeleri çıkıyordu. Hemencik kuruldu çilingir sofrası.
Mezeye bakmaksızın içmeye başladık. Unutmuştum evi. Dilaver gibi çok sevdiği bir dostunu bulunca kim düşünür evi!
O geceden sonra uzun yıllar görüşemedik bir daha. Her birimiz kendi hengamemizin rüzgârına kapılmıştık. Oysa söz vermiştik birbirimize. Sık sık arayacaktı o beni. Sık sık arayacaktım ben de kendisini.
Dilaver Uyanık’ı kimi dizilerde 2. adam rollerinde görmeye başlamıştım artık. Geç kalmıştı sinema için, birinci adam olma konusunda.
Aradan yıllar geçti. Birbirimizi göremedik yıllar yılı. Yeniden Gaziantep’te buluşmak varmış meğer. Tiyatrocu, edebiyat öğretmeni, Liselerarası Tiyatro Şenliğinin, daha bir çok şeyin mimarı girişimci arkadaşım Hüseyin Akkaya buluşturdu bizi. Nizipliler Derneği Lokalinde demlendik bir gece.
Zerda’nın babasıydı o artık. Nerdeyse ulaşmıştı sanatının hedeflediği doruğuna. Ama mutlu görünmüyordu. Dalıp dalıp gidiyordu. O menhus hastalığının ayırımında mıydı?
Aile sorunları sürüp gidiyor muydu? Bilmediğim başka sorunları mı vardı? ... Kapalı kutuydu Dilaver Uyanık. Hiç kimseyi dertlendirmek istemezdi kendi dertlerini anlatarak.
Bir yaz daha geçti onsuz. Sık sık uçakla Gaziantep’e gelip Zerda ekibine katılıyordu. Biz de sanki kendisiyle buluşmuş gibi diziden izliyorduk onu sevinerek.
Son günlerde bir tuhaflaşmıştı dizideki görüntüsü. Kaşları kirpikleri seyrelmeye başlamıştı. Ne oluyordu! Rol gereği miydi bu?
Daha sorumun yanıtını alamadan, Cahit Saraç’ın kardeşi Uğur kederli karşıladı beni bir sabah.
“Başın sağolsun! ” dedi.
“Niye? ..” dedim içim titreyerek. Dilaver’in kara haberini vereceği aklımdan geçmiyordu.
“Radyo dinlemiyor musun? Televizyon izlemiyor musun? ”
“Dünden beri çok yoğunum… Açmadım ne onu ne bunu.”
“Zerda’nın babası yok artık.”
“Ne! ”
“Dilaver’i yitirdik.”
“Hayır! ”
“Kansermiş. İstanbul’da, evinin yakınındaki Karacahmet’te toprağa vermiş Zerda ekibindeki arkadaşları onu.
Sağ yanım çöktü sanki. O gün ne yapacağımı, ne edeceğimi bilemedim. Hüseyin Akkaya’nın Dersahesinde buldum kendimi.
Her zamanki gibi coşkuyla karşıladı beni Hüseyin. Neden sonra ayrımsadı durgunluğumu.
“Ne oldu? Bir şey mi var? ” diye sordu.
“Sanki bilmiyorsun, Dilaver…” diye başladım söze. Kesti sözümü.
“Öldü mü! ”
Çığlık gibiydi sesi.
“Duymadın mı? ” diye sordum.
Doluktu gözleri.
“Duymadım… Duymak istemiyordum. Sık sık telefonlaşırdık. Son günlerde içimden gelmedi aramak. Sanki acı gerçeği öğrenirim korkusuyla aramıyordum onu.”
Ama gerçeklerden kaçılmıyor. Dilaver Uyanık yoktu artık.
Ne olurdu yani Dilaver Uyanık, göçüp gitmeseydin de böyle erken, oturup demlenseydik sık sık. Demlenirken söyleşseydik uzun uzun. Ansaydık geçmişteki güzel günleri…
Bir tek senin fazlalığınla mı bozulacaktı sanki dünyanın dengesi!
Kayıt Tarihi : 28.6.2009 23:06:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!