BGG 053 Büyüse de hep çocuk kalan tüm Gazianteplilerin “güzel amca”sıydı Arif Güzel (Benim Güzel Gazianteplilerim)
053
Büyüse de hep çocuk kalan tüm Gazianteplilerin “güzel amca”sıydı Arif Güzel
Hayat Bilgisi Dergilerimiz Arif Güzel’dendi. Bayıla bayıla okuyup bilgiler edindiğimiz Hayat Bilgisi dergilerimiz...
Doğan Kardeş, Çocuk Haftası, Kızılmaske, Nat Pinkerton dergileri; hatta Ülkü Tamer adındaki Dayıahametağa İlkokulu ikinci sınıf öğrencisi yaşıtım bir çocuğun çıkardığı minik Yavru Dili gazetesi bile ondan alınabilirdi.
“Türkiye Yayınları”nın her biri yirmi beş kuruşa satılan bin bir bilgi kitapları serisini de Arif Güzel”den tamamlardık.
Kalem açkısının en sağlamı, etiketin en ucuzu, elişi kağıdının en canlı renklileri ondaydı.
Hokka aramıştım bir gün sabahtan akşama dek, kırtasiyeci kırtasiyeci dolaşıp. Hiç bir yerde bulamamıştım da sonra aklıma gelmişti Arif amcada olabileceği.
“Vay kafasız vay! ” diye ayıplamıştım kendimi. “Arif Güzel amcaya sordun mu? ”
Sormamıştım.
Bunun üzerine koşarak o zamanlar yazlık Maarif kahvesinin sırasında olan köşedeki küçük dükkânına gitmiştim onun.
Her zamanki gibi ayakta, başı önünde bir şeyler yapıyordu. Bu bir şeyler genellikle ya yeni gelen bir kitap paketini açmak ya da satılmamış dergileri iade etmek için paketlemek olurdu.
İçeriye girdim. Başını kaldırıp sorması için bekledim. Pakete son düğümü attıktan sonra başını kaldırdı. Sordu. Ne istiyordum? Söyledim. Mürekkep hokkası var mıydı? Vardı. Sevindim. Parasını verip aldım.
İçine konduğunda mürekkebi dökmeyen bir hokkaydı aldığım. Sanki dünyanın en büyük hazinesine sahiptim artık. Bundan sonra şişedeki mürekkebim, dökülmeyecek, çantamdaki ders kitaplarımı, defterlerimi boyayıp berbat edemeyecekti artık.
Öğretmenim beni azarlamayacak, annem kulağımı çekmeyecekti.
Babam hiç bir şeyime karşı çıkmazdı zaten...
Her zaman başı önünde, işleriyle meşgul fazlaca konuşmayan biriydi Arif amcamız. Gerektiği zaman sadece bir kaç sözcük kullanarak yanıtlardı sorularımızı. Gözlüğünün altından bakarak... Sanki sözcükleri de tasarruf ederek kullanırdı. Onu konuşturmak, gülümsettirmek başlı başına bir işti. Ben bunu başarabilmiştim.
Sekiz yaşında, ilkokul ikideydim.
Günlerden cumartesiydi. O yıllarda cumartesi günleri de öğretim yapılıyordu. O gün cebimdeki harçlığımı kullanmamıştım. Ne Hayyo’dan müşebbek tatlı almıştım, ne de Kâhkeci Kadir’den susamlı çıtır simit…
Eve Arif amcanın dükkânına uğrayarak gidebilirdim. Harçlığımla bir kitap alabilirdim belki.
Gazi Mustafa Kemal İlkokulunda okuyordum. Eyüpoğlu camisi ile Kozanlı mahallesi arasındaki Kastelbaşı çıkmazındaydı okulum.
29 Güler Altınok’un evi okulumuzun karşısındaydı. 32 Nuri Kekeç’in evi ise okulun duvarına bitişikti. Okula başlama saatinde çalınan zil sesi bunların evinden duyulurdu. Kıskanırdım onları, evleri bunca yakında olduğu için.
Ayla Alevli’nin evi bir iki yüz adım kadar daha ötedeydi. Kutay’ınki de o kadardı ancak. Onların evinden duyulmazdı galiba zilin sesi. Bu yüzden bu iki küçük güzel kızı kıskanmazdım.
Okuldan evimize “iki elimin parmakları kadar yüz adım”da giderdim. Arif amcaya uğrarsam yolum dört kere yüz adım daha uzardı. Bir kitap alabilmek de, o kadarcık fazla yol yürüdüğüne değerdi doğrusu.
Adımlarımı saya saya on dakika sonra Maarifteydim. Kitap satıldığını bildiğim bu dükkandan içeriye her zamanki gibi sevinçle girmiştim.
“Kolay okunan bir kitap var mı Arif Amca? diye sormuştum ona. Kaşlarını çatıp uzun süre bakmıştı yüzüme.
“Kitabın kolay okunanı, zor okunanı olur mu? ” diye sormuştu.
“Olur ya...” diye gülmüştüm. “Kimi kitapları su gibi okuyorum, kimileri içimi karartıyor.” O da gülmüştü. Çok az gülerdi Arif amca.
“Demek bu yaşta gürül gürül okuyabiliyorsun kitapları, ha? ”
“Hepsini değil? ..” diye boynumu bükmüştüm.
“Yani okuyabildiklerin var, değil mi? ”
“Var… Kolay okunan kitapları su gibi okuyorum.”
“Al sana kolay okunan bir kitap öyleyse? ..” diyerek “Banabak” adlı bir öykü kitabını vermişti.
Sözün burasında şunu açıklamalıyım: Eğer bugün çocuk edebiyatında bir yere gelmişsem, bunda okuduğum o ilk çocuk kitabı olan “Banabak”ın beni sarıp sarmalamasının da payı olmuştur.
“Avucumdaki tüm paramı uzatmıştım Arif amcaya.
“Bu kadarı yeter mi acaba? diye sormuştum çekinceyle.
Gülmüştü yine. O güldükçe içimde güller açıyordu. Kimseye gülmezdi Arif Amca. Bana gülüyordu ikidir.
“Para istemez...” demişti.
“Niçin! ” diye sormuştum şaşkınlıkla.
“Bu benim sana armağanım olsun...”
Armağanın ne olduğunu o gün o gün ondan öğrenmiştim.
“Ama niçin bana kitap armağan ediyorsunuz Arif amca? ” diye sormuştum. Kitabı geri alır korkusuyla göğsüme bastırmıştım bir yandan da.
“Çünkü sen, bu kadar küçük olduğun halde okumayı seviyorsun. Onun için de kitabı armağan olarak almak hakkın! ”
Büyük bir sevinçle, artık adımlarımı saymayı unutarak koşa koşa eve gelmiştim. Ev ödevlerimi Pazara ertelemiştim. “Banabak”ı okumaya başlamıştım. Kitap beni öylesine sarmıştı ki, yemekte bile elimden bırakmamıştım.
Bir yandan kitabı okuyor, bir yandan ağlıyormuşum. Buna şaşmış annem.
“Niye ağlıyorsun, bir şey mi oldu? ” diye sormuştu mercimekli aşımızı yediğimiz o yer sofrasında, kaygıyla.
“Ağlıyor muyum? Ben mi? ” diye yüzüne bakmıştım şaşkın şaşkın. O zaman duyumsamıştım sıcaklığını göz yaşlarımın. Evet, ağlıyordum…
Aslında üzüntü değildi beni ağlatan. Sevinç gözyaşlarıydı çocuk yanaklarıma süzülen. Çünkü sahipsiz köpek Banabak’ın bir sahibi vardı artık. Benim yaşlarımda bir çocuktu o sahip. Köpeği tavan arasında beslemesine izin vermişti annesi onun.
Kitabı pazartesi günü okul çıkışında geri götürmüştüm.
“Ne o, beğenmedin mi Banabak’ı? ” diye sormuştu Arif Amca.
“Beğendim” demiştim. “Hem de çok beğendim.”
“Öyleyse niçin geri getirdin? ”
“Biraz da başka çocuklar ağlasın...” demiştim.
Yine gülmüştü. Kulağıma doğru eğilmişti.
“Söz aramızda,” diye fısıldamıştı. “Bunu kimse duymasın. Kocaman adam olduğum halde bunu okuduğumda ben de ağlamıştım...”
Şiir yazmayı Gülizar Atçı abladan öğrenmiştim ya… Yazdığım mini mini bütün şiirler okulun duvar gazetesine konuyordu ya artık… Yüreklenmiştim. Bu kez uzunca bir şiir yazmıştım. Konusu neydi anımsayamıyorum. Bunu şiirden anlayan birine göstermeliydim.
Bu biri Arif Güzel amcadan özgesi olamazdı. Çünkü içinde şiirler olan dergiler, kitaplar satıyordu Arif Amca. Hem okuyor hem satıyordu onları. Bir kağıda özenerek yazıp götürmüştüm ona bu yazdığımı.
“Sonra okurum,” filan dememişti. Kaşlarını kimi zaman çatarak, kimi zaman kaldırarak, kimi zaman de gülümseyerek baştan sonuna kadar okumuştu eserimi(!) hemen. Beğendiğini söylemişti sonra da.
“Doğan Kardeş Dergisi’ne gönder,” bunu demişti.
“Basarlar mı ki? ” diye sormuştum.
“Belli mi olur? Bakarsın basarlar…” diye yüreklendirmişti beni.
“Ben çocuğum ama…”
“Olsun…”
Göndermiştim. Gönderdiğimin haftasında çıkan ilk sayıda, hem de baş sayfada yayımlanmıştı şiirim. Selma Emiroğlu ablamızın kapağını yaptığı, arka sayfasında Karakedi Çetesini öyküleyip çizdiği Doğan Kardeş’in bu sayısında benim de bir şiirim vardı şimdi.
Nasıl mutlu olmuştum, nasıl! .. Bu mutluluğu Arif Amca’ya borçluydum.
Gaziantep’te de büyüyordu çocuklar. Genç oluyorlardı. Ama gençlerin de Arif amcası oluyordu o.
İlk gençlik yıllarımda en çok sevdiğim şiir kitabını onun vitrininde görüp aşık olmuştum. Öylesine bir albenisi vardı ki Oktay Rıfat’ın “Karga ile Tilki” adlı kitabının...
Kitabın adının bile öylesine etkisinde kalmışım ki, aradan yıllar geçecek, “kargalı tilkili” bir çok radyo çocuk oyunu yazacaktım. Bunların hepsi de Ankara Radyosunda seslendirilecekti.
Çocuklar büyüyünce aşık oluyorlar bir karşı cinse. Aşık oldukları kıza şiirler yazıyorlar. Ben de öyle yapmıştım. Bir dolu aşk şiiri yazmıştım sevgilime. Sevgilim diyorsam bunu sadece ben biliyorum.
Şiirlerimi kitaplaştırarak ona ulaştırmaya karar veriyorum. Müthiş bir ilanı aşk olacaktı aklımca bu.
Düşündüğümü gerçekleştirdim. Adını “Ben Seni Çok Seviyorum” koyduğum bir şiir kitabım vardı artık. Yıl ya 1950 ya da 60 olacak…
Yayımladığım o ilk şiir kitabımın da Arif Amca’yla ilintili bir anısı var. Kayacık’ta Yanan Sinema Sokağı yokuşunun başındaydı sevdiğim kızın evi. Her gün öğretmen okulundan çıkar, Arif amcanın dükkânının önünden geçerek giderdi evine.
Eline tutuşturmaya, ya da evlerinin kapısının altından atmaya cesaret edememiştim kitabımı. Arif amcanın vitrinine koyarsam gelip geçerken görüp okuyacağı umuduna kapılmıştım. On tanesini ona götürmüştüm.
“Bu ne! ” diye şeşkınlık içinde sormuştu güzel amca. Şiir kitabı bastırdığını söylemiştim.
“Size getirdim bunları,” demiştim. “Bir tanesini vitrine koyarsınız her halde.”
“İyi de, ben artık şiir kitabı satmıyorum Fevzi” demişti. Dükkân dar. Çok kalabalık oluyor. Zaten şiir kitapları de satılmıyor...”
Gözlerim doluksamıştı demek. “Ne oldu? ” dercesine yüzüme bakmış bakmıştı...
“Ama, senin kitabına gelince iş değişir...” diye çevirmişti sonra sözünü. Anlamıştı beni... Kitaplarımı alıp rafa değil tezgâhın üstüne, göz önüne bir yere koymuştu. Bir tanesini de vitrine yerleştirmişti.
Aramızda bir giz olarak kaldı bu sevdam. Ama sevgilimin kim olduğunu ne o sordu bana, ne de ben söyledim bunu ona.
Sevdiğim kız o kitabı aldı mı? Kendisi için yazdığım şiirlerimi okudu mu? .. Bilmiyorum. Aşık olduğunuz kızlar bile unutuluyor da eğer sevdiğiniz bir Arif amcanız varsa, işte bu unutulmuyor.
Tüm çocukların, büyüse de hep çocuk kalan gençlerin, erişkin Gazianteplilerin güzel amcasıydı Arif Güzel amca.
Anılarımın içinden hâlâ gülümseyip durur bana.
Melekler gülümsesinler şimdi de ona.
Kayıt Tarihi : 22.6.2009 18:42:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!