BGG 041 Çağımızın Pir Sultanı Mahzuni de ...

Fevzi Günenç
551

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

BGG 041 Çağımızın Pir Sultanı Mahzuni de geldi geçti (Benim Güzel Gazianteplilerim)

Ah n’olaydı, n’olaydı! ... Yolum Ankara’ya varaydı! .. Cenaze töreninin yapıldığı Cemevine koşaydım. Çiçeklere gömülü tabutuna ben de eğileydim. Oradaki herkes gibi ben de yüzünü, gözünü, alnını öpebileydim o güzel insanın, Aşık Muhzuni Şerif’in...
Mahzuni’yle ilgili anılarıma geçmeden önce kısa yaşam öyküsünden söz etmek istiyorum onun.
Ardı arkası kesşlmeyen Orta asya göçlerinden biri de 1800'lü yılların ortasın da gerçekleşir. Göçü Anadolu’ya sürükleyen Mahzuni Şerif'in büyük dedesi Seyyid Mehmet'tir. Elbistan’ın Hasan Köyünde konaklanılır. Seyyid Mehmed'in ölümünden sonra aile iki kola ayrılmış; bir kol, o dönemde Elbistan'a bağlı olan Berçenek'e yerleşerek Alevi inancını sürdürmüştür.
Şerif, Berçenek Köyü'nde dünyaya geldi. 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydoldu. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledildi. Okul komutanının çabası ile yeniden okula dönen Aşık Mahzuni, 6 ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan atılınca yeniden köyüne döndü. 1964 yılında ilk plağı ile müzik piyasasına girdi.
Bir süre Gaziantep'te ikamet ettikten sonra Ankara'ya taşındı. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Derneği Genel Başkanlığı'ni yürüten Aşık Mahzuni Şerif, Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığı, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği ve Ozan-Der Onur Kurulu Başkanlığı'nı da yaptı.
Aşık Mahzuni Şerif’le aramızda kurulan dostluğun buruk bir anısı var. Bir gün Gazeteden çıkmış, Suburcu Caddesine yönelmiştim. Nakıp Ali’nin boş duran Asri Sinemasının “pavyon”a dönüştürülmüş olduğunu görmüş, şaşırmıştım.
Beni şaşırtan o köhne yerin pavyona dönüştürülmüş olması değildi. Kapıdaki afişti. Afişe Mahzuni’nin resmi vardı. Resmin altında adı yazılıydı. Onun da altında da bir not:
“Eser Pavyon Aşık Mahzuni Şerif’i müşterilerine iftiharla sunar…”
Şaşkın bakakalmıştım. Afişteki bu Âşık Mahzuni Şerif benim Aşık Mahzuni Şerif’im’ miydi? Hani şu halkın bağrından kopan ezgileri, sazının tellerinden süzerek yüreklerimize tatlı bir acıyla hançer gibi saplayan Aşık Mahzuni Şerif miydi?
Sordum, soruşturdum. Atatürk Bulvarında, Osman Nacaroğlu mağazasının üstündeki “Bulvar Otel”de kaldığını öğrendim. İşimi gücümü bırakıp otele gittim.
Bakın, bu “işimi gücümü bırakıp” sözü çok önemlidir benim için. Çünkü ekonomik açıdan çok zor koşullar altında günlük bir gazeteyi ayakta tutma savaşı veriyordum. O nedenle de her saniyemi değerlendirmek zorundaydım. Ama söz konusu olan Mahzuni’yse, artık bırakın saniyeleri, yılların önemi kalmazdı benim için.
Otel odasından içeriye adımımı atar atmaz ürperdim. Her yer talan içindeydi. Aman Tanrım, bu ne kendini bırakmışlıktı böyle! ..
Onu anlıyordum. Sorunlu günler geçiriyordu. Hiçbir sorunla ölçülemezdi onun karşılaştıkları ama Mahzuni gibi bir yiğit altında kalamazdı böyle bir yıkıntının.
“Bu sen değilsin..” dedim inlercesine. Bu benim Mahzuni’m olamaz…
Elimde değildi. Kendimi tatamadım. Ağlamaya başladım.
Kendini de dayanamadı, ağladı.
Sarıldık birbirimize.
“Senin ne işin var burada Mahzuni Şerif! ? ” dedim. Toparlar gibi oldu kendini. Kaşlarını çattı. Hani o kaş çatmalar da nasıl yakışır kendisine. “Amerika hain hain! ” diye kaç çatarak çağırışı geldi gözlerimin önüne.
“Sen kimsin! ” diye sordu. “Bu memleket sizin mi yalnız. Gaziantep benim de Gaziantep’im…”
“Gaziantep’i kastetmiyorum! ” dedim. “Pavyonda ne işin var senin! ”
Derin bir iç çekti.
“Bu geceden başlayarak pavyonda söylemiyorsun! ” dedim.
Sanki babasıydım. Sanki ağabeyiydim.
“Ne yapıyorum peki? ..” diye sordu alaycı tavrını saklamaya çalışarak. “Bedava vermiyorlar şişeleri...”
Şişelere gerek duymayacağını söyledim. Yaşamına eş dostla birlikte yeniden bir çeki düzen verebilirdik.
İşe, benim Kurtuluş Gazetesinde köşe yazıları yazarak başladı.
Onu kendisini sevenlerle, kendisine hayran olanlarla, kendisine aşık olanlarla tanıştırdım. Birlikte gittiğimiz İlksen Öğretmenler Sendikasında kendini evindeymiş gibi hissettiğini anlamak güç değildi artık.
İlksen’ci arkadaşlar bir dizi konserler organize etti Mahzuni için. Gaziantep’teki konseri Nakıp Ali’nin Alleben kıyısındaki yazlık sinemasında yapıldı. Bu iki bin kişilik yazlığa biletli beş bin kişinin yanı sıra çevre köylerden, ilçelerden, illerden arabalarıyla hatta at üstünde gelenler olmuştu.
Hiç unutamam, sinemanın duvarları salkım saçak izleyenlerle dolmuştu. Çevredeki ağaçlar yine öyle... Duvarların ötesinde atlarının üstünden konseri izleyenler de vardı konseri.
Mahzuni’m Şerif’im coştu o gece. Bir kez daha dirildi. Bir daha Pavyonlarda türkü söyleme gereğini duymadı.
Gaziantep’te evlendi, uzun süre kaldı kentimizde. Bir gece onun Kavaklık’taki evinde konuk olduk ailece. Eşim, çocuklarımla gitmiştik. Öğretmen olan eşiyle birlikte yaşıyordu. Bize olağanüstü konukseverlik gösterdiler. Manzuni saz çaldı, türkü söyledi. Birlikte dem çektik. Sonra o sema yaptı, biz izledik. Sonra dayanamadık, biz de katıldık omun samahına.
Sonra yıllarca görüşemedik. Başkentte yaşıyordu artık. Bir radyoevi kurmuştu. Onunla oyalanıyordu.
12 Eylül ihtilali beni de savurdu kentimden. Ben de Ankara’ya düştüm. Hür Vatan gazetesinde çalışmaya başladım. Sendikacı arkadaşlar geliyordu ziyaretime zaman zaman. Ozanlar Derneğinin başkanı en sık gelenlerdendi.
Bir gün konu Mahzuni’den açıldı.
“Telefon edeyim mi? Görüşmek ister misin? ”
İstemez miydim? Telefonu açtı arkadaşım. Bir iki hal hatır sormadan sonra, “Bak onursal başkanım…” dedi ona. “Telefona birini vereceğim. Bakalım sesinden tanıyabilecek misin? ”
Bana uzatılan almacı aldım. Sadece “Alo..” dedim. Özge bir söz çıkmadı ağzımdan.
“Babam, Fevzi’m, sen misin! ” diye coşkulandı Mahzuni’m!
Ne kulaktı bu!
Nasıl tanıyabilmişti iki hecelik bir “a-lo” sesimden beni!
Eee, Mahzuni Şafrifti o. Bu kulak, bu beyin olmasaydı Aşık Mahzuni Şerif olabilir miydi o?
Bu ülke, Nazım’dan sonra en büyük ozanını da yitirdi. Yalnızca benim değil, 70 milyon insanın da sevgilisi olan bir canı acİmasızca aldı elimizden doğa.
Yeryüzüne yoksulların dostu olarak indirilmiş bilge bir melekti Aşık Mahzuni Şerif. Bunu anlayabilmek için onun yüzlerce türküsünden sadece bir ikisini dinlemek yeterliydi.
Ey Gaziantep. Senden işte böyle büyük bir insan da geldi, geçti... Gururlanabilirsin gururlanabildiğin kadar!


Yüzlercesi türkü deryasına karışmış binlerce şiirin yazarı, “Çağın Pir Sultanı” diye nitelenen büyük ozan Mahzuni’yi 2002 yılında, gün 16 Mayıstan 17 Mayısa dönerken, ne yazık ki uğrunda onca çile çektiği yurdundan uzakta, Almanya’nın Köln kentinde yitirdik.
Neyse ki Mahzuni Baba bu kez “zorunlu bir sürgün” nedeniyle değil, ziyaret ve sevenleriyle buluşmak amacıyla gurbet eldeydi.. Mahzuni Şerif, “Dolunaya Tül Düştü” adlı kitabının önsözünde, “1939 yılında Afşin’e bağlı Berçenek köyünde doğduğumu söyler büyüklerim” derken, Süleyman Zaman’ın kaleme aldığı 'Mahzuni Şerif Yaşamı / Dünya Görüşü / Şiirleri' adlı kitapta:
“Babamın, anamın dediği doğruysa 1943 yılının ocak 3'ünde Afşin'e bağlı Berçenek köyünde doğmuşum” diyordu. Aslolan doğum tarihi değildi tabii ki. “Köyde ilkokul yokmuş o zamanlar. Yaşım, öğrenim çağına geldiğinde babamın isteği üzerine ben de Lütfi efendinin medresesinde hafız kursuna devam etmek üzere Alembey köyüne gittim, geldim... (..) Arapçayı o zaman öğrendim. Şimdi Arapça yazıp okuyabiliyorum.”
Derken, dokuz yaşında başladığı şiir yazma serüveninin ilerleyen yıllarında kaleme aldığı “Ey Arapça okuyanlar, Allah Türkçe bilmiyor mu” şeklindeki dizelerinin de diğerleri gibi boşa söylenmemiş sözler olduğunu belirtiyordu:
'Hey Arapça okuyanlar Allah Türkçe bilmiyor mu? cümlesi hukuken yasak olmadığı halde, 70'li yıllarda ‘Solcu Aşık Mahzuni Şerif’ namıyla dolaştığımdan, Savcı; “Allah Türkçe bilmiyor mu demekle, Allah'ı dil, dudak, kafa sahibi ediyor. Bu bir insan oluyor. İnsan olunca tabii maddeci görüşe göre Tanrıyı insan yaratır. Mahzuni bunu yaymak istiyor.” dedi. Ben de savunmamda, Tanrı kaadirdir, avukatlık ise mazlumun hakkını savunan bir kurumdur. Burada Tanrı müvekkil, Savcı ise avukat durumunda. Yani Tanrı, kendi hakkını kullanmıyor, avukata devrediyor’ dedim ve ekledim: ‘Tamam adalette bir nizam vardır, yüzleştirme olayı. Getirin Tanrı'yı benden şikayetçiyse, ben de hakkıma razıyım’ dedim, o zaman da, aklımın yerinde olup olmadığına dair rapor istediler.”
Bu arada, Afşin’de, Elbistan’da resmi kıyafetle dolaşan astsubay hazırlık okulu öğrencisi gençleri görüp askerliğe merak salan genç Şerif, Mersin Astsubay Hazırlık Okulu’nun yolunu tutuyordu. 1956 yılında girdiği Mersin Astsubay Hazırlama Okulunu 1959'da iftiharla bitiren Mahzuni Şerif’in bir sonraki durağı, Ankara Ordonat Tekniker Okulu idi:
“Bu okul aynı zamanda benim yargılandığım okuldur. İşin daha ilginç yanı, bugün yargılandığım salon benim sınıfımdı. Burada çok kısa süren bir eğitim-öğretimden sonra Sivas’a gönderildim.”
27 Mayıs 1960 askeri darbesinde bir grup gençle birlikte Dışkapı bölgesinde görev de alan Mahzuni’ye, aynı okulda Atatürk ödülü veriliyordu:
“O günün hatırası olarak günün Ordonat Daire Başkanı Reşat Ülgenalp’in imzaladığı ve gözlerimi öperek verdiği kitabı hâlâ saklarım. 27 Mayıs’ın verdiği ruhla olacak askerliği daha da sevmeye başladım.”
“Sazı 1955-56 yıllarında askerî okuldayken öğrenmeye başlamıştım. Şiirler yazmağa, türküler söylemeye başladım. Yıllar yılları kovaladı. Sazımla baş başa kaldım. Ankara' da oturuyordum. Saz çalarak, şiir yazarak kendimi yetiştirmeye çalışıyordum.
Kuruluş aşaması ve ilk yıllarında Türkiye İşçi Partisi ile yakın ilişkide bulunan Mahzuni, horlanan, sıkıntılar yaşayan halk ozanlarının ilk örgütlenmesi olan Âşıklar Derneği’nin kuruluşunda da ön saflarda yer alıyordu. Örgütlenen ozanlar, Fikret Otyam ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın desteğiyle bir dizi konser veriyorlardı:
Mahzuni, uzaktan akrabası olan Elbistanlı Fatma’yı görür, beğenir. Onunla evlenmek ister. Ancak Fatma’nın ailesi, çocukları olan ve bir türlü başı dertten kurtulmayan Mahzuni’ye kızlarını vermek istemez.
Sonunda zorluklar aşılır ve evlenirler. Yıl 1971'dir:
“Mahzuni Fadimem sensizlik beter
Boş ocakta kuru hayaller tüter
Dünyada dert yiyip içerim yeter
Ekmeği aşını neyleyim sensiz”
12 Mart 1971 darbesi sonucunda Süleyman Demirel hükümeti devrilir ve yerine Nihat Erim hükümeti kurulur. Solcu avı başlamış, zindanlar dolmakta, darağaçları kurulmaktadır.. O yıllarda Mahzuni’nin:
“Köşkün sarayın yıkılsın/Erim erim eriyesin/Umudun suya dökülsün Erim erim eriyesin/Sürüm sürüm sürünesin…
Suyun denize dökülsün/Gözlerin yansın çürüsün/Seni yılan çayan yesin/ Erim erim eriyesin/Çölden çöle sürünesin…
Musa isen Turi Sinan/Haktan gelmiş idi inan/Yesin seni yılan çayan/Erim erim eriyesin/Çölden çöle sürünesin”, şeklindeki sözleriyle bestelediği türküsü dilden dile dolaşıyor, sonuçta Mahzuni, “Başbakan’a hakaret” suçuyla kendisini yargıç karşısında buluyordu:
“Türküden yargılanırken, Mahkeme Başkanı, plâğın çalınmasını istedi. Bütün heyet, gazeteciler ve dinleyiciler herkes orda. Plâğı koydular. Hakim, yargılamayı unutmuş, kalemi almış eline tempo tutuyor! Ben de güldüm tabii bu duruma. Gülünce hakim beni azarladı, savcı da ona katıldı. 'Bak, mahkemeyle alay ediyor, gülüyor' dedi. Siz olsanız nasıl gülmezsiniz?
Sonra, Başbakan Nihat Erim'in ifadesi geldi. 'Bir halk ozanı, Başbakan'ı sevmek mecburiyetinde değildir.' gibi bir ifade de bulunuyordu. Erim şikâyetçi olsaydı 4 yıl yerdim. Olmadığı için 10 buçuk ay yattım.”
Baskılar, doğal olarak tepkileri de beraberinde getiriyordu. Mahzuni’nin eleştiri ve isyan kokan türküleri dilden dile dolaşıyor, pop ve rock sanatçıları onun eserlerini okumak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ersen ve Dadaşlar, Edip Akbayram, Cem Karaca ve Selda bu isimlerden sadece bir kaçıydı..
12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte üçüncü askeri müdahaleyi yaşayan Mahzuni, artık olgunluk dönemindeydi. Eserlerinde yine yergi ve sorgulama ön plândaydı ama, sloganlar azalmış, Alevi inancının derin hoşgörüsü iyiden iyiye hissedilmeye başlamıştı:
“Geçmişteki ozanları, yaşayan ozanları bir bir inceledim. Kendime yol gösterici, eylem kılavuzu olarak seçtiğim Pir Sultan ışığım oldu. Ses olarak da etkilendiğim Davut Sulari' dir. Toprak çocuğuyuz, toprağa karşı büyük bir özlemimiz vardır.
Bunu da en iyi dile getiren Veysel Baba idi. Belirli bir derecede onun da etkisinde kaldım. Sulari' den etkilendiğim sese, Aşık Veysel mülayimliğini kattım. Düşün felsefemi de yukarda belirttiğim gibi Pir Sultandan aldım...
Şunu anladım: O güne kadar halk ozanlığı sürekli olarak istismar edilmişti. Halk şiiri geleneği gül, bülbül, çiçek, edebiyatı ile uyutma perhizi olarak kullanılmıştı.
İlk amacım bugüne kadar gelen bu kalıpları kırıp, yıkmak oldu. Olaylardan ve halk yaşamından aldığım gerçekleri konu olarak işledim... Ve bugüne kadar böyle geldik....”
O günlere gelindiğinde Mahzuni çoktan “Çağın Pir Sultanı” olarak anılmaya başlamıştı..
1972 yılında Sivrialan köyünde Âşık Veysel’i ziyaretinde yaşananlar hâlâ belleklerdedir. Veysel'e Mahzuni'nin geldiğini söylerler.
Mahzuni içeri girince Veysel Baba ayağa kalkar. Yanındakiler şaşırırlar, çünkü Aşık o tarihe kadar kimseyi ayakta karşılamamıştır. Veysel’e neden Mahzuni'yi ayakta karşıladığını sorarlar. Yanıt son derece ilginçtir: “Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir.”
Mahzuni, okuyup yazan, araştıran, doğaçlamadan çok üzerinde düşündüğü, kimi zaman kılı kırk yardığı şiir ve türküleriyle ön plana çıkan çağdaş bir ozandı... O, iki yıldan beri, Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi yakınlarındaki Çilehane’de, ebedi mekânında yatıyor. Ancak, şiirleriyle, türküleriyle, görüşleriyle çağına ışık tutmaya devam ediyor.
“Çağdaş bir halk ozanının özelliğinde yatan en belirgin vasıflarından birisi, önce dünyalı olduğuna inanmak ve dünya halklarının tümüne saygıyla bakmaktır. Buradan yola çıkarak, dünya halklarının tümünden parçalar bulunan ülkemdeki yığınlara da aynı sevgi ve sadakatle yaklaşmayı yeğlerim. Türkiye’mde yaşayan Türk, Arap, Kürt, Laz, Ermeni, Yahudi, Hıristiyan, Alevi, Sünni, Çepni, Kıpti, Budist, Brahmanist, Şamanist, dinli, dinsiz, ateist kim varsa onlara kendi varlığımın birer parçası olduğu gözüyle baktığımı önemle işaret etmek istiyorum.”
“Silah ve kavga, çağımızın çözümü değildir. Çoluk çocuğumuzu başımıza toplayıp, oturup akıllıca düşünelim. Bu kadar insanın kanı mübah olamaz. Hiçbir İslam ve Hıristiyan ülkesi, bu kadar insan yavrusunun telef olmasına göz yummamalıdır. Bu korkunç cinayetlerin, katliamların sonu gelsin ne olur? ”
Gelin önce bir can olalım sonra da bütün canlar bir olalım ki kötülükleri birlikte yenelim. Sana selam ey güzel düşünen. Sana selam ülkesini ve ülkedeki bütün insanları sevebilen, sana selam ey Türk, ey Kürt, ey Alevi, ey Sünni arkadaş. Beni unutma, sizleri çok seviyorum...”
“Doğdum, yaşadım, sonra da çekip gitmiyorum. Sadece değişiyorum, başka şeyler olacağım. Çünkü bütün eşya ve canlılarda kuruluş bir terkipledir. Yarın toz toprak olan vücudum, daha başka yarınlarda yeniden işe yarayabilir.Bütün maddeler gibi...”
Onun hakkında ne kadar uzun yazarsanız yazın Aşık Mahzuni Şerif, bir iki yazıyla anlatılamayacak kadar büyük ozandı.
Toprağı bol, ışığı bizlere saldığı ışıklardan daha gür olsun.

Fevzi Günenç
Kayıt Tarihi : 28.6.2009 13:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Fevzi Günenç