BGG 035 Öğretmen Mustafa Tatar’ın bir öğüdü kulağıma küpe oldu yıllarca (Benim Güzel Gazianteplilerim)
11 yaşımdan 18 yaşıma kadar çırağı oldum babamın. Hem geceleri, hem de gündüzleri… Anlatacağım olay çıraklığımın ilk yıllarında oldu. On bir yaşlarımdayken yani…
Suburcu’daki gazeteci kitapçı dükkânımızda oturuyorum. Vakit öğlen üzeriydi. Fazla gelip giden yoktu. Mevsimlerden yaz. Havalar sıcak. Ağaçlar yapraklarını, kuşlar kanatlarını kıpırdatamıyorlar örneği...
Bense elime aldığım bir kitabı okuyorum. Pekkos Bill... Böyle kitaplar uyanık tutabilir ancak insanı bu havada. En meraklı yerindeyim. Kızılderililer Bill’in sevgilisi Küçük Sü’yu kaçırmış...
Bir amca geliyor.
“Baban yok mu Fevzi? ..” diye soruyor.
Yanıt vermek kimin umurunda şimdi. Aklım küçük Sü’de. Neredesin Pekkos Bill! Yetiş! .
“Cık...” deyivermişim amcaya kitabımdan başımı bile kaldırmadan.
Bu amca verdiğim yanıta bir kızıyor, bir kızıyor!
“Cık ne demek Fevzi! ” diye azarlıyor beni. Babamın arkadaşı ya, adımı biliyor. “Cık” cahil insanların kullandığı bir sözcüktür…” diye sürdürüyor sözünü.
“Sen cahil bir insan mısın? Bak, burada kitaplar, dergiler, gazeteler arasında bilimle iç içe yaşıyorsun… Senin vermen gereken doğru yanıt: ‘Babam yok efendim, nerede olduğunu bilmiyorum. Ya da babam şurada efendim, burada… Çağırayım mı? ..’ olmalıydı.”
Kitabın en meraklı yerinde olmam önemini yitirdi bir anda. Ne güzel bir ders vermişti bu amca bana! Ayrıca cahilliği de yakıştıramamıştı bu küçük çocuğa.
İçin için gururlanırken, bana iyiden güzelden yana yeni bir şey öğrettiği için özür dilercesine ona bakıyordum. Kusurumu düzelttim hemen.
“Babam buralarda değil efendim. Bir saate kadar döneceğini söylemişti giderken...”
“Ha şöyle, aslanım benim! ” diye saçımı okşamıştı amca.
Öğretmendi. Müfettiş miydi yoksa? Aradan 50 yıldan fazla bir zaman geçince sağlıklı olarak anımsayamıyorsunuz her şeyi. Cumhuriyet Gazetesi okurdu. Bunu unutmadım. Adı Mustafa Tatar’dı. Uzun yıllar “Güneş” bilmiştim soyadını.
Sonradan Türkmen olduğunu öğrenmiştim. Daha bir sıcak gelmişti bana bu amca. Bilirsiniz, Türkmenler birbirlerine yoğun yakınlık duyarlar. Hatta akraba olsunlar olmasınlar, “amcaoğlu” diye seslenirler birbirlerine.
Mustafa Öğretmen bana bir sözcük öğreterek benim de öğretmenim olmuştu.
O günden sonra da yaşamım boyunca, ağzımdan çıkmadı “Cık” sözcüğü bir daha.
Bir defasında “cık”lı bir fıkra anlatmışlardı.
“Kezbaaan! Kız Kezbaaaan! Sarı ineği gördün müüüü” diye bağırıyordu bozkırda bir ana. Defalarca seslenmesine karşın yanıt gelmiyordu altı yedi yaşlarındaki kızı Kezban’dan.
Ana buna fena bozuluyor. Burnundan soluyarak Kezban’ın yanına geliyor. Kezban bir çalının gölgesinde kız yaman işlerle meşgul o an. Bez bebeğinin altını değiştiriyor.
“Kız bi saattir sarı ineği gördün mü diye bağırıyom sana, duymuyon mu! ”
“Duyuyom ana…”
“E, ne demeye cevap vermiyon? ”
“Veriyom ya..”
“Nasıl veriyon? ”
“Cık deeyyom sana…”
Bu fıkra dinleyen herkesi güldürüyordu. Benimse yüzüm kızarıyordu pancar gibi. Gülemiyordum.
Sonraları öğrendim. Harallı’ydı Mustafa Öğretmen. Haral Suriye sınırında bir Türkmen köyü. Türkmenler Oğuz Türklerindendir. Güneşler bir Türkmen boyudur. Bizim de soyadımız Günenç. Güneşlerle akrabayız. Türkmenliğimle, Oğuzluluğumla hep gurur duymuşumdur. Oysa 'at hırsızı' diye aşağılarlar Türkmenler'i. Güzel bir at gördü mü, ona sahip olabilmek uğruna canlarını verirmiş atalarım.
Aziz Nesin’den mi okumuştum acaba? Aklımda kaldığı kadarıyla, dinleyin bir Türkmen’in at hırsızlığını.
Türkmenoğlu uzun yoldan gelmiş. Yorgun düşmüş. Bulduğu bir çınar ağacının altındaki pınardan kana kana su içmiş. Sonra sırtını ağaca yaslayıp dinlenmeye başlamış. Tam uyuklayacak, öteden tozu dumana katarak kendine doğru gelen bir atlı görür.
Yüreği heyecanla dolar Türkmenoğlu’nun.
Atlı gelir gelir, yanında durur. Attan inen adam selam verip pınardan su içer. Bir iki laflamak için yanına geldiğinde, Türkmenoğlu’nun gözlerini korkudan iri iri açmış olarak ata baktığını görür.
“Ne oldu arkadaş, neden korktun böyle? ” diye sorar.
“Bu üstüne binip geldiğin şey nedir? ” diye sorar Türkmenoğlu.
Süvari karşısındakinin cahilliğine güler.
“Attır o, der. “At görmedin mi hiç şimdiye kadar? ”
Başını iki yana sallayıp geri geri gider Türkmenoğlu.
“Korkma arkadaş, korkma! Adam yemez atlar…” diye karşısındakini yatıştırmaya çalışır atlı, bir yandan kahkahalarla gülerek.
“Nasıl kokmam der Türkmenoğlu. Dev gibi bir şey bu. Bir tekme savursa öldürür adamı. Sen ne cesur birisin ki, üstüne binebiliyorsun bu devin.”
“Amma abarttın arkadaş,” der atlı. Ata herkes binebilir. Sen bile binebilirsin. Gel, dene istersen. Korkma, bin üstüne. Hiç bir şey yapmadığını göreceksin.”
Israra güya dayanamayan Türkmenoğlu güya korka korka biner atın üstüne. Biner binmez de karnını topuklar hayvanın.
At şaha kalkıp ok gibi ileri fırlar. Biraz sonra da gözden kaybolurlar.
Atlı kalakalır orada…
Türkmenlerin bu tür at meraklarını nerdeyse doğal görmüşümdür hep. Türkmen kanı taşımamdan olsa gerek. Kim bilir, böyle bir fırsat benim de elime geçse, o atı ele geçirmek için belki ben de bir feraset kurardım…
Şimdiye kadar hiç atım olmadı benim ama hep olsun istemişimdim yaşamım boyunca. Babamın kır bir atı olmuştu. Ona biner özel idare adına köylere tahsildarlık yapmaya giderdi.
Sarıt Mezrasında yaşayan dayılarımın da atları vardı. Çok küçükken ata bindirir kente getirirlerdi beni terkilerinde. Küçük Kızılhisar’da mola verirdik. Pırarbaşında soğuk su içerdik. Su kabağına pınardan buz gibi su doldururdu dayılarım.
Suriye sınırı boylarındaki akrabalarımı görmek, tanımak için oradaki köylere gitmeyi kurmuşumdur hep. Ama bir türlü gidememişimdir. Sonra onlardan Gaziantep’e gelenleri tanımışımdır. Örneğin Gaziantep Milletvekilliği yapan Mustafa Güneş’i tanımışımdır. Erkek Sanat Enstitüsünde birlikte okuduğumuz sonraları Edirne’de Gümrük Müdürlüğü yapan bir İsmail Güneş’i tanımışımdır.
Az önce bana bir edep dersi verdiğini anlattığım öğretmen Mustafa Tatar’ı tanımışımdır. Sonradan müfettiş olan bu Tatar öğretmeni yeniden göremedim bir daha.
Ah, keşke görebilseydim de ödeyebilseydim öğretisinin karşılığını. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” örneği…
Kayıt Tarihi : 27.6.2009 23:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!