Babamın en özden arkadaşlarından biriydi Nihat Tolonay. Kardeş gibiydiler. Gençliklerinde birlikte az ceviz kırmamışlardı…
Felek onları birbirinden ayırmıştı ama sonunda. Biri Gaziantep’te kalmış, öbürünü taa İstanbul’lara savurmuştu hayat rüzgârı. Ama yine de birbirlerine en az o gençlik yıllarındaki kadar bağlı kaldılar yaşamları boyunca ikisi de.
Ailece Gaziantep’e geldikleri her yaz tatilinde, Nihat amcam, ablası Fesiha öğretmenlerde kalmazdı da bizi seçerdi. Bu da bize gurur verirdi elbette.
Nihat amcayı cimri sanırdı tanıyanlar. Oysa cimri değil tutumluydu, akıllıydı. Örneğin bir jiletle yirmi kez tıraş olmak mümkünken, o neden bir ikincisine para versindi ki? ..
Nasıl başarırdı bunu? Çocuk yaşımın merakıyla tıraş boyunca izlerdim kendisini. Eski jiletini çıkartır, bunun iki yüzünü bir cama ya da aynaya süre süre perdahlardı. Jilet de böylece ilk günkü gibi keskin hale gelirdi. Usturalar da öyle keskinleştirilmiyor muydu?
Bir örnek daha: Nihat amcam hamallığı sevmezdi. Hediye vermeyi de severdi ayrıca Gaziantep’e, Kilis’e gelirken. Eşine, dostuna kutu kutu dağıtmak için şekerlemeler hazırlardı. Hacı Bekir damgasını taşımalıydı onun getirdiği şekerler. Yoksa İstanbul anmalığı olduğu nerde kalacak? .
Küçük bir hile yapardı bu ara. İstanbul’dan gelirken boş Hacı Bekir Şekerlemeleri kutusu getirirdi. Bunların içine Gaziantep’ten aldığı lokumları, badem şekerlerini, türlü şekerlemeleri yerleştirirdi.
Bu konuda gerekçesi şuydu: “Hamallık edip bir ton şekeri İstanbul’dan buraya kadar taşımaya ne gerek var? Hacı Bekir’in adı çıkmış. Benim Gaziantep’imin en kötü şekerlemesi bile onunkinden kat kat üstündür…” Haksız da değildi galiba…
Armağanın götürüldüğü evde şekerleme kutusu açılırdı. Ev sahibi, getirene de ikram ederdi bunlardan.
Babam şekerlemelerden birini tadarken, gözünün kuyruğuyla Nihat amcama bakarak ona gizlice takılırdı:
“Yahu, bu Hacı Bekir’in şekerlemeleri de amma tatlı oluyor ha! ..”
Nihat amca sırrını faaş edecek korkusuyla babama almaz almaz bakarken ev sahibi, sahiden öyle…” diye söze girerdi. “Şu lokumların yumuşaklığına bakın, şu badem şekerlerinin lezzetine bakın… İnsanın ikram edeceğine hepsini kendisinin yiyesi geliyor…”
Daha da abartanlar olurdu:
“Nihat bey de bu İstanbul şekerlerini getirmese, arada bir adamın kalkıp Hacı Bekir yemek için İstanbul’a gidesi geliyor…”
Eve döndüğümüzde Nihat amca:
“Yine yaptın zevzekliğini Necip! ” diye sitem eder, babamsa kahkahadan kırılırken, adamların Hacı Bekir sandığı Gaziantep şekerlemelerini övüp durduğu sözleri yinelerdi.
İstanbul köylerinde öğretmenlik yaptığım yıllarda hafta tatillerinde kendilerine gitmezsem çok kızardı bana.
Üç seçenek hakkım olmasına karşın, atanma istemimde yalnızca iki şıkkı kullanmıştım: önce İstanbul’u, sonra Gaziantep’i. Çıka çıka şansıma İstanbul çıkmasın mı?
Yıl 1961… O zamanlar daha telefonda çağ atlamamıştık. “Alo, Adana, çık aradan! ” dönemiydi. Öğretmenlik atamam İstanbul’a çıkmıştı. Nereye gidecek olsam annemle babamın gözü de ardım sıra gelirdi ama İstanbul olunca kaygıları kalmazdı. Çünkü orada Nihat Tolonay ve ailesi vardı.
Babam benimle ilgili durumu güç bela anlatabildi telefonda Nihat amcaya. “Onun da gönder gelsin oğlanı. Doğruca Kilis Palas’a gelsin. Ben orada beklerim kendisini. Gecikirse eve giderim. Otelin katibi getirir kendisini eve…”
Babam rahattı artık. Çayırağası’na atlayıp yola çıkabilirdim.
İstanbul’a iki gün sonra gece yarısı ulaşabildim. Beni beklemekten yorulup evine gitmiş Nihat amca. Kâtipten gelişimi telefonla kendisine bildirmemi istemiş.
Öyle yaptı Kâtip, gelişimi bildirdi ona telefonla.
“Al getir…” diyordu Nihat amcam. Ama o saatte bütün aileyi rahatsız etmek istemiyordum.
Bunu söyledim telefonu alıp. “Peki, sen bilirsin…” dedi. “Öyleyse bu gece otelde yat, sabah erken eve gelirsin birlikte kahvaltı yaparız, banyonu yaparsın…”
Gece yarısı aileyi rahat etmek istemeyişime memnun olmuş gibiydi amcam. Çünkü Özgen yengeden fena çekinirdi. Bakarsın benim yüzümden ters bir söz söylerdi ona, kendisiyle birlikte ben de incinirdim.
Evet, tatlı cadıydı Özgen yenge. Dominant bir kadındı. Evde sadece onun dediği dedikti. Nihat amca bir dediğini ikilettirmezdi. Ama neden yalan söyleyeyim, istanbul’da öğretmenlik yapıp her hafta sonunu kendilerinde geçirdiğim iki yıl boyunca bana bir kezcik olsun kaş eğmedi.
O gece Kilis Palas’ta kaldım. Eminönü’nde Ebussuut Caddesindeki bu otel, Kilisli, Gaziantepli, Urfalı, hatta Diyarbakırlı kamyon şoförleriyle dolup taşardı.
O zamanlar. henüz Boğaz köprüleri yoktu. Kamyonlar Anadolu yakasına feribotla geçirilirdi. Arabalı Vapurlar pek revaçtaydı. Bir kamyonun karşıya geçebilmesi kimi zaman 24 saatten fazla zaman alırdı. O yüzden sıraları gelinceye dek otellerde konaklardı şoförler de.
Ertesi gün beni Nihat amcanın kendisi götürdü eve. Benim gelmemi beklemeye tahammül edememiş, çıkıp kendisi gelmiş. Özgen yenge de, iki kızı da beni bir sıcak karşılardı, bir sıcak karşıladı, unutamam.
Sultanahmet’te Küçük Ayasofya Sokağı 32 numaralı evde otururlardı. Şirin, kullanışlı bir evdi. 1980’in sonlarıyla 1990’ın başlarında Babıali’de çalıştığım yıllarda ben de Sultanahmetli olmuştum.
Eskiden Cezaevi olarak kullanılan, restore edilerek beş yıldızlı otele dönüştürülen “Dört Mevsim”in, karşısındaki bir evde.otururdum. Çevreyi dolaşırdım sık sık.
Hiç gerekmediği halde Küçük Ayasofya Caddesini arşınlardım. Kapısının önünden geçerdim 32 numaralı evin. Özlemle sanki o güzel insanlar hala orada yaşıyorlarmış gibi, birinden birini görebilirmişim gibi pencerelere bakardım durmadan.
Hafta Sonlarında sinemaya ya da tiyatroya gönderirdi anneleriyle babaları iki kızı benimle. Bir kolumda dünya güzeli Esmer, öbür kolumda güzellikte ondan geri kalmayan Besime…
Sultanahmet Camiinin karşısındaki son duraktan kalkan otobüsler doğruca Taksim’e giderlerdi. Atlardık otobüse gülüşerek. Mutluluğuma paha biçemezdim. Nihat amcayla Özgen yengenin bana duydukları güvenle gururlanırdım.
Gaziantep’te İstanbul’a gelirken, yol boyunca hayaller kurmuştum. Dünyanın en güzel kentinde yaşayacaktım. Tiyatro oyuncusu olamamıştım ama iyi bir tiyatro izleyicisi olabilecektim. Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip atamamın Çatalca’ya çıktığını öğrenince bile düşlerim un ufak olmamıştı. Çatalca’nın İstanbul’a 70 kilometre uzakta olduğunu nereden bilebilirdim…
Asıl sürpriz beni orada bekleyecekti. Çatalca Milli Eğitim Memurluğundan, okulumun Hisaberbeyli köyünde olduğunu anlıyordum.
Hayalci ben, hala umutluydum. İstanbul köyler kentiydi. Kadıköy, Bakırköy, İçerenköy, Dışerenköy, dahası… Belki bu Hisarbeyli de böyle bir köydü.
Değilmiş. En ücra, en yoksul Anadolu köylerinden farklı bir köy değilmiş meğer benim görev yapacağım Hisarbeyli köyüm de.
Köylere giden otobüs içinden bile geçmiyormuş. Bir yol kıyısında bırakılmıştım eşyalarımla. Eşyalarımı orada Tanrı’ya emanet edip yürüyerek tırmanmıştım tepenin başındaki köye.
Bütün bunları ayrıntısıyla anlatışımın nedeni var. Benim güç bela erişebildiğim bu köye, kalbinden rahatsız olmasına rağmen, o yaşlı, sayrı haliyle Nihat amca da gelmişti bir süre sonra beni ziyarete. Onun için…
Artık ne kamyon taşıyan arabalı vapurlar var, ne ne Kilispalas, ne de Nihat Tolonay amcam… Biliyorum orada, İstanbul’un bir köşesinde yaşıyor geride bıraktığı güzel insanlar. Onları arayıp bulmadığım, bulup hal hatırlarını sormadığım için çok mahcubum.
Ne iyi bir insandın sen Nihat amca! Bir devdin benim gözümde. Hep öyle kaldın… Keşke yaşamını yitirmeden önce, bir kez görebilseydim seni, o maviş gözlerini…
Adı Abdullah’tı. Benim çocukluk yıllarımda, Nihat amcagiller daha Kilis’te ya da Gaziantep’te yaşıyorlarken Abdullah adında genç bir delikanlı çalışırdı evlerinde. İşe pazardan öte beri alıp gelmekti. Evin kahyası, hatta evladı gibi bir şeydi…
Tolonay ailesi İstanbul’a göçtü, Abdullah onlarla gitmedi. Sanırım burada ev bark sahibi oldu. Onun hâlâ yaşadığını bilmiyordum. Öğrenince çok sevindim. Karşılaşmak, söyleşmek isterdim kendisiyle.
Adım gibi biliyorum artık. Şimdi o emektar Abdullah, bu yazıyı bulup önce kendisi okuyacak. Sonra da doğruca Nihat Tolonay amcamın yeğeni, Fesiha öğretmenin kızı Esin’e götürecek. Tıpkı Fesiha öğretmenimle ilgili yazımı görünce yaptığı gibi…
“Bak Esin, bu sefer de dayıngili yazmış küçük Fevzi” diyecek. Evet, elbette ki halen küçük Fevzi’yim onun gözünde. Görüşmeyeli atmış yıl oldu. O zamanlar kendisi yumuşak başlı, güler yüzlü bir delikanlıydı, bense küçük bir çocuktum.
Teşekkürler can Abdullah! Kandilli bir selam yolluyorum sana! Ne kadar kadirbilir bir insanmışsın sen meğer!
Bende her zaman “Mavi gözlü bir dev” olarak kalan Nihat Tolonay amcamı ölmeden bir kez daha görebilmeyi dünyalara değişmezdim doğrusu.
Toprağın bol, ışığın gür olsun Nihat amca.
Kayıt Tarihi : 27.6.2009 23:16:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Fevzi Günenç](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/06/27/bgg-034-mavi-gozlu-bir-devdi-nihat-tolonay-benim-guzel-gazianteplilerim.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!