“Nakıp Ali” deyince Ülkü Tamer’i anmamak olmaz. “Ülkü” deyince de Gaziantep’te akla önce Nakıp Ali geliverir. İkisi arasında baba oğul ilişkisinden öte bir bağlılık vardır da onun için.
Bu ilişkilerden bir ikisine değinmek istiyorum ama bu değiniyi izninizle erbabına bırakalım. Ülkü Tamer’e...
“12 yaşındaydım. İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbul’a göndermişti beni. Yaz tatillerinde, yarıyıl tatillerinde gidiyordum Antep’e. 1949 Ocağında yarıyıl tatili için Antep’teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul’a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali’nin sinemasına.
‘İki film birden’ izledik. Sinemadan çıkarken Nakıp Ali beni gördü. Nasıl, beğendin mi filmleri? ’ diye sordu. ‘Beğendim ama gelecek program daha güzel. Onu kaçıracağım’ dedim. ‘Niye? ’ dedi Nakıp Ali. “Önümüzdeki hafta oynatacağız.’ ‘Ben yarın İstanbul’a gidiyorum” dedim. ‘Talihine küs’ dedi Nakıp Ali.
Ertesi gün dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım, bir adam. ‘Nakıp Ali seni istiyor’ dedi. Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. ‘Gel otur’ dedi. Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi, 12 yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.”
“Yaş 13-14. İstanbul’da Beyoğlu’na çıkınca sinemaların kapıları üstündeki fenerlere (özel olarak yapılmış kocaman, renkli afişlere) nasıl da hayran hayran bakardım. Antep sinemalarının üstünde de büyük afiş tahtaları vardı ama o tahtalara aynı afişten bir kaç tane yan yana çakılırdı.
Yaz tatilinde Nakıp Ali’ye ‘Neden sen de kapının üstüne kocaman afiş asmıyorsun? ’ diye sordum. ‘Kime yaptırayım? ’ dedi. ‘Ben yaparım’ diye cevap verdim.
Kapı üstündeki afiş tahtasının ölçülerini aldım. Evimizin avlusunda kâğıtları yan yana yapıştırdım. Toprak boyayla sarı bir zemin çektim. Lacivert harflerle filmin adını yazdım. Kuruduktan sonra afişimi katlayıp sinemaya götürdüm.
Nakıp Ali, makinist, gişeci, tam hatırlayamıyorum ama sanırım bir de komşu kahveci, bu ‘baş yapıt’ı ilk gören olma onuruna erişmek üzere koşup geldiler.
Afişi açıp yere yaymamla birlikte her yanımı soğuk ter bastı. Çocuğum daha, nereden bileyim... Toprak boyaya tutsun diye tutkal katılırmış. Benim afişteki boya toz olup akmış. Sarılar lacivertlere, lacivertler kırmızılara karışmış.
Nakıp Ali bir afişe baktı, bir bana. ‘Eline sağlık’ dedi. Sonra adamlarına döndü. ‘Asın şunu! ’ Benim fener kapının üstünde bir hafta asılı kaldı.”.......
Ülkü Tamer’in anılarını aktarırken, sıra hac filmine gelince burada bir saptama yapmak istiyorum.
Antep Harbi’nde dedem Ökkeş Bahri Günenç’le silah arkadaşıydılar ama Babam Necip Bahriy’le de iyi arkadaştı Nakıp Ali. İkisini sık sık Suburcu’daki bizim küçük büfemizin önünde dikilmiş ayak üstü söyleşirken çok görmüşümdür.
Bu söyleşilerinden biri ilgimi çekmiş olmalıydı ki kulak kesilmiştim. On, on iki yaşlarındaydım o zamanlar. Nakıp Ali:
“Bir film getirttim ki Necip, Gaziantep’te bomba gibi patlayacak…” diyordu.
“Nasıl bir şey bu? ” sorusunun yanıtını ise coşkuyla veriyordu.
“Hac filmi! . Hem konulu, hem manzaralı. Filmi seyrederken sanki haca gitmiş gibi oluyorsun…”
Babamın cin fikirleri vardır.
“Bu filmin reklamını iyi yapmalısın öyleyse Ali Ağa…” Babamın cinlik önereceğini sezmişti, gözlerine bakıyordu.
“Nasıl? ”
“Senin filmlerin reklamını yapan tabelacın Topal Ali var ya…”
“He…”
“O söyle bağıracak. Bu filmi bir defa seyreden yarım hacı, iki defa seyreden tam hacı olacak…”
Nakıp Ali amcamız işi daha da abartmış, babamın “bir gören yarım hacı” önerisini “üç kez gören yarım hacı, yedi kez gören tam hacı olur”a dönüştürmüş.
Söz yine Ülkü Tamer’in:
“Nakıp Ali bir ara bir hac filmi getirtti. Cami hocalarını toplayıp ziyafet çekti, sonra da özel olarak filmi oynattı onlara.
Ertesi gün artık nereden kaynaklandıysa, bir rivayet yayıldı kente, ‘Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır.’ Film kapalı gişe girdi gösterime. Haftalarca oynadı. Arada bir yaşlı kadınlar geliyordu Nakıp Ali’nin yanına. ‘Evladım ben iki kere gördüm. Üçüncüsüne param kalmadı. Sevabına... Bari yarım hacı olayım.’ ‘Gir bacım’ diyordu Nakıp Ali. ‘İstersem dört kere daha gel. Para mara istemez.’ Dinine bağlı bir adamdı. Ama yobaz değildi. Saza gider, rakısını içer, eğlenmesini bilirdi...”
........
“Sadece Nakıp Ali’de değil, bütün sinemalarda sık sık cereyan kesilir, film kopardı. Hadi iki kere neyse...
Üçüncü kerede seyirciler ‘Nakıp Ali’yi geçti! ’ diye bağırırlardı. Neredeyse her sinemada olurdu bu. 1950’lerin sonlarında İstanbul’da Atlas Sineması’nda film seyrediyordum. Her nasılsa film koptu. İçimden tam ‘Nakıp Ali’yi geçti’ diyordum ki, salonun çeşitli yerlerinden sesler yükseldi: ‘Nakıp Ali’yi geçti! ’
Suburcu’dan Beyoğlu’na uzanan bir felsefeydi Nakıp Ali. Antep ağzıyla ‘Sinine (mezarına) nur yağa...”
Olay Gazetesinin köşe yazarlarından Sevgili Necdet Özaltan, aradı beni. İlk gençlik yıllarımdan beri dostumdur Necdet. “Benim Gazianteplilerim”i ilgiyle izliyormuş Ankara’da.
“Nakıp Ali’ye ne zaman sıra gelecek acaba? ” diye düşünürmüş. Bildiği güzel şeyler varmış onunla ilgili. Bir ara bana anlatacakmış Gaziantep’e geldiğinde. Umarım tez gelir de, bu dizi yazımı kitaplaştırmadan eklerim anlatacaklarını Nakıp Ali’yle ilgili yazıma.
Özaltan, sözünü ettiği anılardan birini hemen söylemeden edemedi, telefonda aktardı.
Nakıp Ali sinemacılık yapmadan önce gazino ve tiyatro çalıştırırmış. Bu kadarını pek çoğumuz duymuşuzdur. Ama onun tiyatroda oyuncu olarak oynadığını duymamıştım. Nasıl sevindim bu gerçeği öğrenince. O, duyarlı bir insan, duyarlı bir yurttaş kişiliğinin yanı sıra kendisinde sanatçı bir ruh olduğunu da davranışlarıyla hissettiriyordu zaten.
Sadece Necdet Özaltan’dan değil, Abdülkadir Plan’dan, Mustafa Bakkaloğlu’ndan belki Hayri Balta’dan da çok öğreneceklerim var Nakıp Ali’yle ilgili.
Plan’la Bakkaloğlu, sanırım bir de benim sevgili düşün ustam Hayri Balta onun sinemasının gişesinde bilet satmıştı.
Ben Nakıp Ali’yi ne zaman tanıdım?
Sinemaya gittiğimde film kopunca seyircilerin “Nakıp Ali’yi geçti! ” diye bağırışlarından değil.
Nakıp Ali filmleri renkli göstermek istediği için makinist odasının pencesine renkli camlar tutarmış. Bunu da “Sizler için bin bir fedakarlığa katlanarak Amerikadan getirmiş olduğumuz renkli filmleri seyrettiniz” dedikten sonra mikrofonu kapatmayı unutup okkalı bir kahkaha atarak keyifle makiniste. “Amma yutturduk ha...” şeklindeki tevatürlerden de değil.
Çok yakın dostum, sınıf arkadaşım olan, toprağı bol olası dünya iyisi Cengiz’in babası olduğu için de değil.
Anımsayamıyorum ama o hayatımın hemen hemen her döneminde vardı.
İlk tanıdığımda sanırım sekiz on yaşlarındaydım. Terketmiş olduğu Asri Sineması bizim dükkânın bitişiğiydi. Anahtarı bizdeydi boş sinemanın. Sık sık bu sinemanın içinde kudururduk yaşıtım arkadaşlarla posta saatini beklerken.
“Posta saati de ne? ” mi diyorsunuz? Açıklamalıyım:
Babam Gazeteler Genel Bayisiydi o sıralar. Pek çok gezgin gazete satıcımız vardı. Benim gibi çocuktu çoğu da...
Gazeteler elli metre ilerimizdeki PTT’ye gelirdi. Tren yoluyla İstanbul’dan gelen postadır sözünü ettiğimiz.
Trenin kaç saat tehirli olduğu hiç bir zaman belli olmadığından, uzun zamanımız olurdu bu beklemelerde. Zamanımızı ya Ömeriye Camiinin avlusunda ya da Nakıp Ali’nin boş sinemasında oyun oynayarak değerlendirirdik.
Bir gün Nakıp Ali tarafından basıldık çığlıklar atarak oyun oynarken, onun eski sınemasında. Çocukları oraya benim aldığımı bilen babam çok mahcup olmuş, belki de hayatında ilk kez bana bağırmıştı.
Nakıp Ali onu hemen susturmuş. “Ne bağırıyn yeerif. Bırak oynasın uşaklar. Oynayacak yer mi kaldı ki çocuklara memlekette..” gibi sözler etmişti.
Ülkü Tamer kadar özel bir seyircisi olmasam da zaman zaman Nakıp sinemasının seyircisi oldum ben de.
Örneğin annemi sinemaya götürmüştüm ve “Beyaz Mendil”i izlemiştik onunla birlikte. Ne çok gözyaşı dökmüştü annem o gün!
Sonraki günlerde hatta yıllarda bile “Beyaz Mendil” filminin acıklı türkülerini dilinden düşürmedi annem. “Trene bindim de tren sallandı, zalım doktor ciğerimi elledi... Anama söyleyin anam ağlasın, anamdan gayrısı yalan ağlasın.”
Adım adım izlemişimdir onun sinemalarını. İlk Sineması Kayacıktaki Yanan sinemadır. O sinemanın tarihi benim doğumumdan da öncelere dayandığı için, bunu bir bilenden aktaracağım.
İkinci sineması bizim dükkânın bitişiğindeki mülkiyeti İncioğlu ailesine ait olan Asri Sinema’dır. Burayı terketmesinin nedeni, Mehmet Paşa Camiinin bitişiğinde yeni yaptırdığı mülkiyeti kendisine ait olan sinemasına taşınmasıydı.
Zamana göre oldukça modern sayılan bu sinemanın üstü Nakıp Oteli’ydI. Bu oteli de bir kaç arkadaşımla orada yatan Türkçe Öğretmenimiz Abbas Yolcu’yu ziyaretimiz vesiylesiyle görmüştüm.
En eski yazlık sineması, Halkevinin arka bahçesinde miydi? Son yıllara dek Belkıs Düğün Salonu olarak kullanılan eski Dumlupınar Sinemasının yazlığının tam karşısındaydi bu yazlık Nakıp Ali Sineması Kulağı çınlasın, matabaacı bir Sait abimiz vardı. Sanırım yaşıyordur da şimdi Anakaradadır. O sinemada bir Jerry Lewis filmi izlemiştik birlikte. Ne çok gülmüştük ama!
Bu ayrıntıyı şunun için veriyorum. En son filmleri İstanbul’la yarışırcasına aynı günlerde Gaziantep’te vizyona sokmanın da Ustasıydı Nakıp Ali.
Halkevi Bahçesinden Çocuk Yuvasının karşısına taşındı Yazlık Nakıp Sineması. Düğünler yapılır oldu sonraları o sinemada.
Sonraları Alleben’in kıyısında daha geniş bir alana taşıdı yazlığını Nakıp Ali. Mahzuni Şerif o dillere destan konserini onun bu sinemasında vermişti.
Bu sinemanın duvarlarının ötesinden izlemişti, yer bulamadığı için içeriye giremeyen köylüler, atlarının üstünde. Bu arada çevredeki dut ağaçları da salkım saça insan kaynamaktaydı.
Babamın gazete bayisinin bitişiğinde girişi vardı Nakıp Ali’nın ilk yazlık sinemasının. Alttaki “Kışlık Asri Sinema” ile o sırada bulunan bütün dükkanların üstüydü yazlık sinema.
Ben Ülkü Tamer gibi yaman bir sinema kurdu olmadığım için Asri Sinemada izlediğim kovboy filmlerinin ve oyuncularının adını anımsayamam tek tek. Anımsayabildiğim tek şey, her gece izlemek için can attığım ama dükkânı kapatıp izemeyi bir türlü göze alamadığım Lüküs Hayat ‘tı.
Filmin gösterimden kaldırılacağı sonuncu gün, babamdan papara yemeyi göze alarak dükkânı erkenden kapattım. “Yazlık Asri Sinema”nın sayısı 50’yi aşan tahta merdivenlerini bir solukta tırmandım. Sıralardan birine kurulup Hazım Körmükçü ile öbürlerini cennete düşmüşüm gibi çok büyük tadlar alarak izledim.
50’li yılların başıydı. O sıralarda on ikinci yaşımı doldurmuş olmalıydım. “Asri Sinema”nın demin sözünü ettiğim o terkedilmiş kışlığı yıllar sonra Eser Pavyon olarak çalışacaktı. Büyük Halk Ozanımız Âşık Mahzuni Şerif burada saz çalacak, türkü söyleyecekti.
O sıralarda bana büyük acı veren bu işe, büyük yüreklilik göstererek “dur” demeyi başarmıştım. Evet, Mahzuni’yi pavyondan koparıp almıştım.
Nakıp Ali’yi anlatanlar hep onun olgunluk döneminden söz ederler. Oysa bu güzel insanın gençlik ve çocukluk yılları da çok renkliymiş.
“Gaziantep’in Ünlü Simaları” adlı yapıtında Nakıp Ali’yi bakın nasıl tanımlıyor Şıh Mehmet Sakioğlu:
“Nakıp Ali 190 santimlik uzun ve cüsseli boyu ile 90 kilo ağırlığında al al yanan kırmızı,. pembe tenli, gözleri biraz kanlı, çok güzel giyinen zeki, esprili, Gaziantep halkını çok iyi tanıyan, çok kuvvetli bir zekaya sahip olan beldeden 100 yaşına kadar olan herkesi tanıyan ve onlarla hemen diyalog kurabilen, Antep Harbi’nin başından sonuna kadar cepheden cepheye koşarak (savaşa) iştirak etmiş, Bombacı Mücahit Nakıp diye çağrılan Gaziantep’in katıksız bir hemşerisidir.”
“Nakıp Ali Gaziantep’i çok sevdiği gibi Gaziantep’in lehçesini de iyi kullanabilen, ona has deyimini, çok güzel kullanan, Antepli’nin anlayabileceği dilde konuşan daima yenilik düşünen, son derece iyi yürekli yiğit ve yakışıklı bir Gaziantepli’ydi.”
Nakıp Ali’yi severim. Ona yakıştırılmış pek çok öykü var. Namık Kemal’e, Nasrettin Hoca’ya yakıştırıldığı gibi yapılmış yakıştırmalardır bunlar diye düşünürüm. Ona yakıştırılan olumsuz öykülere de inanmam.
Nakıp Ali’yle ilgili ilginç anıları var hayali geniş Gazianteplinin. Örneğin onun bir zamanlar yaman bir Cingöz Recai olduğu iddia edilir. Zenginden alır, yoksula dağıtırmış. Onun için “Düz duvara bile tırmanabilirdi” derler.
Nasıl yapardı bunu peki? Bir çekici ile iki koca çivisi varmış. Bu çivilerden birini duvara çakar, bir ayağını oraya basar, sonra ikinci çiviyi çakarmış. Alttaki çiviyi çıkartır, bu kez üçüncü çiviyi çıkararak bir adım daha yükselirmiş. Akıl alacak uydurmalar değil bunlar…
Güya bir gün de eşeğiyle işinden Kavaklık’taki bağ evine gitmekteymiş. O zamanlar Kavaklık yolu ıssız. Ansızın karşısına maskeli biri çıkmış. Elinde kocaman bir bıçak varmış. Nakıp Ali hırsızdan, bıçaktan korkacak adam mı? İşin sonu nereye varacak merak etmiş. Eşkıyaya aman vermiş.
Maskeli “Çıkart keseni! ” diye bağırmış.
Nakıp Ali kesesini çıkartıp uzatmış.
“İn eşekten! ” demiş eşkıya.
Nakıp Ali eşekten inmiş.
“Şimdi ardına bakmadan yürü git…”
Nakıp Ali onun bu dediğini de yapmış, evine gidip yatağına girerek yatmış, uyumuş.
Ertesi sabah kalkıp doğruca bir eve gitmiş, kapıyı çalmış. Kapıyı açan adama bir yumruk sallayıp onu yere yıkmış. Bir de bağırmış:
“Ulan eşkıya eşkıyayı soyar mı eşşoğlueş! .. Biz kaç kişiyiz ulan! Biz birbirimizi bilmez miyiz? Seni sesinden tanıyacağımı düşünemedin mi hayvan! ”
Kesesi ile eşeğini alıp evine dönmüş…
Elbette ki doğru değil bunlar. Anlatılanlar onu ne kadar yiğitlese, zeki gösterse de doğru değil… O, yaşamının her bölümünde yaratıcı olmuş, alnının terini sıyırarak helalinden kazanmıştır çoluk çocuğunun nafakasını…
Nakıp Ali’yi daha iyi tanıyabilmek için isterseniz gelin oldukça gerilere gidelim:
Nakıp sözcüğü Naip’ten geliyor. Ali’nin dedeleri naiplik yaparlarmış demek ki zamanında Gaziantep’te. Padişah vekili yani… Kentimizde Naip adını Nakip adını taşıyan pek çok tarihi yapı kalmıştır dünden bugüne.
1899 yılında dünyaya gelir bu güzel insan. Doğum tarihinin netliğini kendisinin yarenlikçiliğine borçluyuz. Yirminci yüzyıla bir kala dünyaya gelişini hep:
“Ben “On dokuzuncu Yüzyıl adamıyım ağam! Sizlerden bir yüz yıl daha yaşlıyım! ” diye şakayla da olsa böbürlenmesinden anlarız.
Onun doğduğu yıllarda Şehreküstü semti var mıydı? Sanırım yoktu ama şimdi Şehreküstü’ye bağlı olan Kepenek Mahalesi vardı. İşte bu mahalledeki bir evde dünyaya geldi Nakıp Ali.
Onun doğduğu ev şimdilerde Yoksullara yemek veren bir “Hayratevi” olarak kullanılıyor.
Antep Harbi başlayınca Merkezi Heyetiye Başkanı Özdemir Beye gider genç Ali.
“Savaşacağım, bana görev verin, ölmeye geldim! ” der.
“Tamam sana görev verelim ama silahın var mı? ” diye sorar ona Özdemir Bey.
Silahı yoktur ama “Bulurum…” der Ali.
Silah bulmasına gerek kalmayacak, onu bombacı yapacaktır Özdemir bey. Kısa bir öğreti aldıktan sonra bu konuda ne yaman bir bombacı olduğunu kanıtlayacaktır Nakıpların oğlu. Savaşın sonuna kadar da çok Fransız'ın canını yakacaktır.
Savaştan gazi olarak çıkan Genç Ali, kentin kurtuluşuna sadece bireysel olarak bombacılıkla katkıda bulunmamıştır. O, çete olarak da savunmalarda cepheden cepheye koşmuştur.
Düşmanla vuruştuğu cephelerden biri de Samsak tepe’dir. Bu cephenin ele geçirilmesi gerekiyordu. O amaçla muazzam donanımlı düşman kuvvetlerine karışı bir avuç çeteyle mücadele verenlerin arasındaydı.
O geceyi Adil Dai’nin Gaziantep Radyosu Müdürlüğü.yaptığı sıralarda radyodan nakletmiştir Nakıp Ali. Biz de Dai’nin anılarından yararlanarak size iletmeye çalışacağız.
“Baskın basanındır” düşüncesiyle yola çıkan bir avuç kahraman, gecenin bir vaktinde taarruza geçer.
Ellerde tüfekler, o zamanlar mezarlık olan tepenin eteklerinden, kayaların, mezar taşlarının ardına sine sine tepeye doğru usul usul yaklaşılır.
Daha 100 metre kadar çıkılmış çıkılmamıştır ki, her yer gündüze dönmüş gibi aydınlanır. Gavur onları ayrımsamış aydınlatma fişekleri atmaya başlamıştır.
Bunu makineli tüfek ateşi, top ateşleri izler. Bizim taraftan “Ah anam yandım, vuruldum! ” nidaları yükselmeye başlamıştır. Çetelerin moali iyice zayıflar. İşte tam o sırada ortaya bir kadın çıkar. Köşgerin kızı Hapa Bacıdır bu:
“Vurun gardaşlarım, vurun! Vurun aslanlarım vurun! Kafirin kurşunu adama geçmez! ” diye bağırmaktadır.
Çetelerin önüne düşen bu kadın büyük moral verir onlara. Hepsi de gerçekten aslan kesilir. Ölüm artık hiç bir şey değildir. “Allah Allah naralarıyla kendilerini öne öne atarlar. Nakıp’ın Ali, öne atılanlarında başında görülecektir elbette.
İşte bu imanla kurtulmuştur Gaziantep kenti. Kimi yazarlara ya da yazmazlara bakıyorum da pek hafifsiyorlar “gazilik” unvanımızı. Antep diyerek geçiştiriyorlar kentimizin adını. Çok içleniyorum buna.
O konudaki ilk dersimi de Nakıp Ali’den almıştım.
Onun Suburcu’daki Asri sinemasının böğründe küçük bir büfemiz vardı. On yaşlarındaydım. Beni orada bırakır bir şerlere giderdi kimi zaman babam. Büfemizden sinemaya bakan bir delik açılmıştı.
Bir insan başı büyüklüğündeki bu delikten sigara, kibrit satardım sinemanın içindeki müşterilerine. Çoğu zaman da belki onuncu, yirminci kez bıkıp usanmadan ayrı filimin bölümlerini izlerdim o delikten.
Filmin oynatılmadığı ikinizi zamanlarında gezintiye çıkardı Nakıp Ali. Babamı bulursa, büfenin önüne attığımız tahta sandalyeye oturur bir şeyler anlatırdı.
Densiz miydim ne? Küçücük yaşıma, bir karış boyuma bakmadan haneklerine karışırdım.
“Nakıp ammi Atatürk, Antep’e geldiğinde onu sen de gördün mü? Babam görmüş de…”
“Gördüm ulan döyyüs, gördüm…” demişti, sevecenlikle saçlarımı okşayarak. “Hemi de o da benim saçlarımı okşamıştı, şimdi benim seninkini okşadığım kimi…”
“Çocuk muydun sen de o zaman? ”
“Yok eşşek kırığı kadar adamdım. Yarın sen de büyüyüp eşşek kırığı kadar adam olacaksın ama istemem eşşek kalmanı. Bak ne güzel dilimiz var. Şu kısacık konuşmamızda içine ettin dilimizin. Gerçi biz büyükler hep ederiz ya, sizler etmeyin bari büyüyünce.”
Suçlu suçlu yüzüne bakmıştım.
O sürdürmüştü sözünü. İlk dil dersimi vermişti.
“Madde bir: Bana ammi dedin. Ammi değil, amca demelisin. Madde iki: Şehrimizin adından bahsederken sakın ha bir daha Antep demeyesin. Yoksa benim sinemaya girmeyi bir daha rüyanda görürsün.
“Ne diyeyim ya? ”
“Gaziantep diyeceksin. Atatürk savaş kazandığımız için, bu şehri düşmandan kurtardığımız için adımızı Gaziantep yaptı.”
Başımı sallamıştım.
Bir daha da Antep dememeye özen gösterdim o gün bugündür Gaziantep’imin adını kullanırken.
Nakıp Ali Savaştan sonra kendine iş arar. İnco Hüseyin ona bir öneride bulunur: “Gel sana şu Yüzükçü Hanını kiralayalım, orada otelcilik yap Ali! ” der.
“Otelcilik nedir ağa? ”
“Hancılık canım hancılık… Hancılığın kibar adı otelcilik şimdi. Gavurlar hep böyle söyler…”
Nakıp Ali Yüzükçü Hanını kiralar. Hancılığa başlar. Hanının üstüne de “OTEL” diye yazdırır. Herkes bu otel yazısına bakar bakar güler. Ama o gülmez.
“Otel” sözcüğü hiç aklından çıkmaz. Gavurlar hancılığa otelcilik diyorlarsa, kim bilir ne biçimdir onların hanları… Gavurda daha bizim Antep’e gelmemiş nice işler vardır otelcilik gibi kim bilir! Para da şimdiye kadar görülmemiş yapılmamış olanı yapmakla kazanılır…”
Bu düşünce onu seyyah yapar. Görülmemişi, yapılmamışı örnek almak, yapmak için sık sık gezilere çıkar. Çukurova’ya Adana’ya kadar uzanmak yeterli gelmez ona. Ankara’da bile aradığını bulamaz. Gözü İstanbul’dadır.
İstanbul daha ilk gidişinde büyüler onu.Özellikle de Pera semti. Beyoğlu… Oradaki gazinolar, eğlence yerleri, sinemalar… İstanbul’da eğlenirken hep iç çeker ve aht eder. “Ben de bunların benzerlerini Antep’te açmazsam bana da Nakıp’ın Ali demesinler! ”
Sözünün eridir. Kafasına koyduğunu yapan biridir. Daha gazinosu bile yokken hemen girişimde bulunur ve bazı sanatçılarla söz üzerine anlaşma bile yapar.
Bunlar arasında zamanın çok ünlü ses sanatçısı Hamiyet Yüceses de vardır.
Gaziantep’e gelince, gazino yapmak için yana yana yer arar. Arar tarar ama tam istediği gibi bir yer bulamaz. Gerçi istediğinden de âlâ bir yeri gözüne kestirmiştir ama orayı kendisine vereceklerinden umudu yoktur.
“Verenin biri yüzü kara, vermeyenin iki” diyerek tüm cesaretini toplayıp zamanın zenginlerinden Dayı Aahmet Ağa’ya gider. Dayı Ahmet Ağa’nın Şimdiki İstasyon Caddesinde, Sanayi Odası birasının hemen altında genişte bir bahçesi vardır. Bu bahçe Türkocağı Bahçesi olarak kullanılmakta ama pek fazla müşteri yüzü görmemektedir.
Yerin sahibi olan Dayı Ahmet Ağa Nakıp Ali’yi şaşırtır.Genç Ali ağaya projesini anlatır. Onun ne yapmak istediğini hemen anlayan Dayı Ahmet Ağa, verdim gitti! ” der.
Kulaklarına inanamaz Nakıp Ali.
“Şimdi burayı bana kiraya mı verdin ağa?
“Verdim.”
“Ama ben daha kira mira konuşmadık. Sana hiç para mara da vermedim.”
“Sanırım varın yoğun Uzun Çarşıdaki otelin. Orayı satacaksın ama oradan aldığın parayla hayalindeki işi mi kuracaksın, bana kira mı vereceksin? Kirayı sene sonunda alırız, dert etme.”
Eline sarılır, öpmeye davranır onun Nakıp Ali ama elini öptürmez Dayı Ahmet Ağa.
“Şşşt! ” der. “Atatürk duymasın. El öpmeyi yasakladı ha! ” Gülüşürler.
Kolları sıvar Nakıp Ali.
Sözünü ettiğim yeri çocukluğumda ben Dayı Ahmet Ağa İlkokulu olarak anımsıyorum. Yaz aylarında bomboş olurdu bahçe.
Bahçede kocaman bir yüzme havuzu vardı. Bu yemyeşil bahçeye, kocamaaan havuza içim sevinçle dolarak bakardım Saklambaç oynamaya geldiğimiz Ömeriye Camisinin sarıklı mezar taşları bulunan küçük mezarlığından.
Demek ki okul olmadan önce Nakıp Alinin ilk gazinosuymuş burası… İçinde kıraathanesi, restoranı, sazı bulunan bir eğlence sitesi sanki.
Türkocağı Gazinosu artık İstanbul’da da bilinen bir mekândı. İstanbul Gazinolarında çalışanlar, yaz mevsimi gelip de işler kesatlaşmaya başlayınca, postu turneye atarlardı.
Sanırım turne fikri de ilk kez Gaziantep’le, dolayısıyla Nakıp Ali’nin çalıştırdığı Türkocağı bahçesiyle başladı. Çünkü İstanbullu sanatçıların turne için Gaziantep’ten özge gidebilecekleri bir kent daha yoktu.
Nakıp Ali, neden Ayrıldı Türk Ocağı bahçesinden bilemiyorum. Sanırım devlet buranın ilkokul olarak kullanılmasına karar vermişti. Kentimin en iyi ilkokulu oldu orada açılan Dayı Ahmet Ağa İlkokulu. Sevgili Ülkü Tamer şairimiz de ilk öğrenimini bu seçkin okulda yapmıştı.
Sonraları ilkokulun bir bölümü Körler Okulu’na verildi. Körler Okulu için Yeşilova’da yeni bir bina yapılınca da iş hanına dönüştürüldü bütün yapı.
Nakıp Ali, Türkocağı bahçesini bıraktı ama gazinoculuğu bırakmadı. O bıraksaydı da gazinoculuk bırakamazdı artık kendisini zaten. Zaman zaman kente davetsiz gruplar geliyor ve kendiliklerinden Nakıp Ali’nin konuğu oluyorlardı.
Bu kez Fındıklı Bahçe’yi kiraladı Nakıp Ali. Yaşım nedeniyle Fındıklı Bahçe’nin doğal halini anımsayamıyorum. Suburcu’daki Belediye Pasajının üstü olduğunu biliyorum ama.
Buranın adının fındıklı bahçe olması çok düşündürmüştür beni. Demek ki kentimin iklimi sadece fıstık değil, fındık yetiştirmeye de elverişliydi ki, adı fındıklı olan biri bahçesi vardı.
Fındıklı Toros Otobüsleri firmasının adı da bu düşünceyi onaylıyor. Ama niçin hiç kimse fındığı tarım açısından önemsemedi bilemem.
O bahçeyi bir süre saz olarak işletmiş Nakıp Ali. Sazın ön bölümünde sıra sıra dükkânlar olduğunu anımsarım. Çocukluk yıllarımda, yangın geçirdikten sonra harabeye dönmüş olan bu dükkânların duvar deliklerine oyun kartlarımızı saklardık arkadaşlarla.
Sonraki yıllarda Gül Sazı oldu burası. Kâmil Ağa diye biri işletiyordu. Nakıp Ali’ye özenmiş olmalıydı Kâmil ağa. Ama istediği verimi alamadı o. Herkes Nakıp Ali değildi ki…
Sazdan istediği verimi alamayınca düğün salonuna dönüştürdü bir bölümünü buranın Kâmil ağa. Bir bölümünü de kiraya verdi. Kiraya verdiği konutlardan birinin kiracısı da bizdik.
Biz dediğim benim gibi yeni kartlaşmaya başlamış biri kaç çocuk… Tiyatro heveslisiydik. Orada provalarımızı yapacaktık.
Fındıklı Bahçe’den sonra Maarif bahçesini kiraladı Nakıp Ali.
Artık Gaziantep’in en nezih eğlence yeri Maarif Sazıdır. Gündüzleri kıraathane olarak çalışan burası geceleri saz olarak işlev kazanırdı.
Nakıp Ali’nin Maarif sazı da Türkocağı Gazinosu kadar ünlüdür İstanbul’da.
Kendisinin sazına sanatçı getirtmek için İstanbul’a gitmesine gerek yoktur artık. Bir tek selamı, istediği sanatçının ayağına gelmesine yetecektir. Bizler görmüş olmasak bile büyüklerimiz anlatırlar, Nakıp Ali’nin sazında Hamiyet Yüceses başta olmak üzere devrin en ünlü ses sanatçıları, uzun boylu çalışmıştır. Bunlar arasında Safiye Ayla, Müzeyen Senar vb de vardır.
Sanatçıların arasında özellikle yeri ayrıdır Hamiyet Yüceses’in Nakıp Ali için. İkisinin sevgili olarak yaşadıkları da söylenir ama buna kesinlik kazandıracak bir belgeye rastlayamadım.
Hamiyet Yüceses için İstanbul’da söylenen bir tevatür vardır. Derler ki, “Hamiyet, Taksim’de ‘Her yer karanlık’ı çektiğinde, sesi Beşiktaş’tan duyulur.”
Buna benzer söylenceler kentimizde de oluşmuştur. Derler ki… “Hamiyet Maariften her yer karanlık” çektiğinde sesi Almacı Bazarından duyulur.”
Babası çok uzun yıllar Nakıp Ali Sinemalarının büfeciliğini yapan Necdet Malayanlatıyor:
“Babam Şükrü Malay… Nakıp Ali’nin sadece büfecisi değil, aynı zamanda vekil-i-has’ı idi. Ali bey hiç kimseye emanet etmediği şeylerini ona emanet ederdi. Örneğin sinemanın, otelin, bilet-para kasalarının, anahtarları hep onda olurdu.
İki arkadaş değil, iki sırdaş, iki kardeştir onlar. Bir gün istenmeyen bir olay olur… Şükrü amcanın küçük oğlunun bir kaç arkadaşı büfeye ziyarete gelmiştir.
Bir araya gelen arkadaşlar delikanlılık, gençlik cahallığı içinde, çevredekileri rahatsız ettiklerinin ayırımında olmaksızın bağıra bağıra konuşmakta, şakalaşmaktadır.
Aksi gibi o gün sinemada önemli bir gala yapılmaktadır. En önde, protokol sırasında vali, ağır ceza reisi, savcı, belediye başkanı gibi önemli konuklar vardır.
Gençlerin gürültüsü bunların yanına kadar ulaşmakta, protokoldakileri rahatsız etmektedir. Bunu gören Nakıp Ali çok fena sinirlenir. Öfke içinde, o uzun bacaklarıyla koşar adım büfeye gelir. Gürültünün müsebbibi saydığı Büfeci Şükrü’nün küçük oğluna okkalı bir tokat atar.
Artık çocuk mu çok tezcanlıdır, yoksa Nakıp Ali’nin şamarı mı ağırdır, delikanlı kendini yerde bulur. Bayılmıştır. Nasılsa durumdan haberdar olur baba. O da koşarak gelir. Can tatlıdır, ciğer kıymetlidir.
Oğlunu o halde görünce cini tepesine çıkar. O anda Nakıp Ali’yi öldürebilir bile… Ama kendini tutar. Yavrusunu kucaklayıp hastaneye yetiştirir.
Dostluk, kardeşlik “camdan kalp”tir. Kırılmayıgörsün… Şükrü Malay’ın Nakıp Ali’ye olan bütün sevgisi tuzla buz olmuştur. Biriyle Nakıp Ali’ye ait bütün anahtarları gönderir.
Nakıp Ali anahtarları almaz geri gönderir. Ama ŞükrüMalay da almaz. Anahtarlar bir kaç kez gidip geldikten sonra Nakıp Ali’de kalır. Anahtarla birlikte bir de mesaj gelmiştir sinemacıya: “Ölürsem benim cenazeme de gelmesin.”
Malaylar büfelerini çarçabuk boşaltıp oradan uzaklaşırlar. “Bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır” derler. Olayı duyan Saray sinemasının sahibi Şükrü ağayı çağırır, kendi sinemasının büfesini ona verir. Artık Malaylar’ın büfesi Saray Sineması Büfesidir.
Aradan zaman geçer, Şükrü Malay rahatsızlanır. Dönüşü olmayan uzun yolculuğa çıkacağını hisseder. Çocuklarını başına toplar. Onlara son öğütlerini verir,
Söz arasında Necdet’e:
“Oğlum, bugün ben vefat edersem, göreceksin Saray sineması kapılarını bir günlüğüne olsun kapatır. Git bak bakalım Nakıp Ali ne yapmış? Zannederim onun kapısı ardına kadar açık olacaktır.”
Koca Şükrü Malay gözlerini yaşama yumar.
Nakıp Ali cenazeye gelmez ama cenaze evine kamyonla meyve gönderir.
Necdet, Saray sinemasına gider ki ne görsün? Sinema açıktır. İçerden film öncesi çalınan şarkı türkü sesleri geliyor.
Genç adamın özü döğmez o gün büfeyi açmaya. Çıkar gider. Ayakları onu Nakıp Ali’nin sinemasına götürür.
Bir de bakar ki Sinemanın kapısı kapalı: Kapıya biri kağıt asılmış. Kağıtta “Cenaze dolayısıyla üç gün kapalıdır” yazılı.
Demek ki Nakıp Ali’yi bunca yıllık tuz-ekmeklerinde, birlikteliklerinde yeterince tanıyamamıştı Şükrü usta. O yüzden de bu kez yanılmıştı. Keşke yanıldığını görseydi…
Necdet Malay sorar:
Nakıp Ali ise kapının önüne sandalyesini atmış, büyük kederler içinde kara kara düşünmekte.
“Ali ammi ölen kim”
“Gardaşım öldü Gara…” Hep Gara diye seslenir Nakıp Ali Necdet Malay’a.
“Gardaşın kim Ali ammi? ”
“Senin baban benim gardaşım değil mi nalet! ”
Necdet gözyaşlarını tutamaz, sarılır ellerine, o uzun kıllı parmaklı elleri öper… İkisi de ağlaşır.
O her zaman iyinin güzelin doğrunun yanında olmuş, sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgememiş biri olarak ortaya çıkmıştır. O yüzden büyüktür benzersizdir. O yüzden yzımın başlığında da söylediğim gibi insanlıkta hiç kimse onu şimdiyle dek geçemedi, bundan sonra da geçebileceğini sanmıyorum.
Daima hiç kimsenin yapamadığı, yapmaya yüreklilik gösteremediği işlerin bayraktarı olmuş, ele aldığı her işin de üstesinden gelmeyi başarmış yenilikçi biridir o.
O, ne yapmışsa hep hoş gelmiştir Gaziantepli’ye. İşte bu hoşluklardan kimilerini yine onun can Ülküsü, sevgili şair yazar Tamer’imiz “Alleben Anıları”nda şöyle anlatmakta:
“Nakıp Ali çocukluğumda yine Belediye’ye başvurdu. Bilet fiyatlarını 25 kuruştan 35 kuruşa çıkartmak için. Belediye’den yanıt geldi. ‘Sinemana kalorifer yaptırırsan, kotukları marokenle kaplattırırsan, olur.’
Nakıp Ali Belediye’yi bastı o gün. ‘Ulan, pazarda biber kendine kalorifer mi taktırdı da 8 kuruştan 10 kuruşa çıktı? Patlıcan kendini marokenle mi kaplattı da 12 kuruştan 20 kuruşa çıktı? ’
Nakıp Ali’siz bir Antep yine Antep olurdu herhalde ama bir başka Antep olurdu.”
Ülkü işin sonunu anlatmamış. O yıllarda yeni bir parti iktidardaydı. Partizanlık yapılıyordu. Nakıp Ali iktidar partisinden yana değildi. O yıllarda sevgili enflasyonumuzla yeni tanışmaya başlamıştık. Çünkü Amerikan yardımı(!) sayesinde Sam amcayla da içli dışlı olmuştuk artık. “İncirlik mi? Buyurun, emrinizde…” der olmuştuk. Bağımlılığa katlanamayan gençler, aklı başında düşünürlerimiz, yazarlarımız seslerini yükseltmeye, deliklere tıkılmaya başlamıştı… Dolarla da tanışmıştık böylece. Her gün değeri en az bir lira artacak olan Amerikan dolarıyla…
Her şeyin fiyatı giderek yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Patlıcan biber fiyatları artarken elbette ki sinema ücretleri de artacaktı ama bunu öneren karşı partiden Nakıp Ali olunca, iktidar belediyesi elbette ki suyu yokuşa sürecekti…
Aman iyi iki suyu yokuşa sürmüşler de o tarihten sonra Gaziantep’im doğru dürüst sinemalara kavuşmuş. Anımsadığım kadarıyla kentimde en lüks sinema yeni açılan Baydar sinemasıydı.
Nakıp Ali sinemasından hemen 60 metre ilerdeki bu sinema maroken koltuklarla modern bir kılığa girer de yenilikçiler öncüsü Nakıp Ali durur mu? Hemen onun sineması da hem kaloriferli, hem maroken koltuklu modern bir sinemaya dönüştü.
Bu kez bir adım geride kalmıştı Nakıp Ali ama bunun nedeni vardı. Çünkü o yıllarda sinemasının üstünde modern bir otel yaptırmıştı. Maddi bakımdan da epeyce açılıp saçılmıştı. Buna karşın o, yeni bir özge sinemadan geri kalmamak için, olanaklarını zorlayıp yine en iyi sinemalar arasındaki yerini almıştı.
Nakıp Ali'mizle ilgili anılarımızı yine sevgili Ülkü Tamer’in bir anlatısıyla sürdüreceğim.
Filmlerin seyyar tanıtıcıları “Sırtlarında koca tahtalarla kenti dolaşırlardı. İkişer afiş çakılı olurdu tahtalarda. Üstteki afiş iyi filmin afişiydi hep. Ellerindeki çıngırakları çalarak bağırırlardı. “Bugün gündüz Nakıp Sineması’nda iki şaheser film birden… Saat tam iki buçukta…”
“Meslekdaş”larıyla karşılaşırdı bazen. “Bugün gündüz Yıldız Sineması’nda” sesleri, “Bugün gündüz Şehir Sineması’nda”ya karışırdı.
Biz çocuklar da peşlerine takılır, afişleri seyrederek Antep sokaklarını onlarla birlikte adımlardık. Çığırtkanlarla ve oyuncularla birlikte… Filmler daha önce gördüğümüz filmlerse birbirimize kim bilir kaçıncı kere anlatırdık.
Sonra birbirimizin evine gider, yaktığımız mantarlarla dudaklarımızın üstüne bıyık çizer, avluda tahta kılıçlarla “kılıçlaşırdık”. Her birimiz bir Errol Flaynn’dık. Sonra sipere yatar, dillerimizle ıslattığımız başparmaklarımızı tahta tüfeklerimizin uçlarına sürerek ateş eder, “Aslan Yürekli Çavuş Gari Koper” olurduk.
Yorulunca oturur sevdiğimiz oyuncuların adlarını sıralardık. Babamın, bizim ilerde yararlanmamız için hazırladığı kitaplığında “Episkopo ve Şürekası” adlı bir kitap vardı. “Şüreka” sözcüğü oradan takılmıştı dilime. Ben de “Errol Flaynn ve Şürekası’nı sıralardım: Gary Cooper, Humpherey Bogart, Spencer Tracy, Tyrone Power, Henry Fonda, John Garfield, Wallace Beery, Sidney Greenstreet, Tom Tyler, Kane Richmont, Laurel-Hardy,…” vb.
“Öğleyin babam yemeğe gelince sorumu bakışlarımdan anlar, güler. ”Akşama Nakıp Ali’den yer ayırttım” derdi. Akşam, olmak bilmezdi. Olunca da her zamanki numaramı yapmam gerekirdi. “Dişim ağrıyor” diye sızlanırdım. Annemle babam güya dişçiye götürürlerdi beni. Ama kardeşim yutmazdı numarayı. “Biliyorum, siz sinemaya gidiyorsunuz” diye ağlardı. “Sen de cumartesi gündüz ninenle gidersin” derdi annem.
Nakıp Ali Balkon 7, 8, 9, Baydar balkon 11, 12, 13, Yıldız 4 numaralı loca. Yerlerimiz belliydi.
Balkonda aileler, doğru dürüst adamlar otururdu hep. Aşağıda ise çoluk çocuk.
Bir akşam Nakıp Sineması’nda film bir türlü başlamadı. Hadi 15, 20 dakikalık gecikme olağandı. Ama 45 dakika! Sinemada kıyametler kopuyordu. bağrışmalar, alkışlar… Nakıp Ali, balkonun önüne geldi. Bize dönerek, bu katılmamış Antep ağzıyla, “Sayın seyirciler,” dedi. “Film elimize şimdi geçti. Adana otobüsünden biraz önce aldık. Makinist hazırlıyor. Az sonra başlayacağız. Kusura bakmayın. Hepinizden özür dileriz.”
Sonra aşağıya eğilip bağırdı: “Hösün (susun) lan boklar! ”
Ülkü Tamer’in Nakıp Ali’li “Alleben Anıları”ndan özge bir bölümle sürdürüyorum yazımı.
“…Kurban Bayramı ya da Şeker Bayramı yaklaşırken King Kong’la Dev Adam’ı bir daha göreceğimizi bilirdik. Bu ikisi, bayramların değişmez filmleriydi. Nakıp Ali’nin eski ahşap Asri Sinema’sı tıklım tıklım dolardı. Yer bulamayanlar, koltuk aralarına, locaları birbirinden ayıran bölmelere, tağaların (pencerelerin) kenarına otururlardı.
Antep yazına kalabalığın sıcak soluğu da karışınca hepimiz kan ter içinde kalır, Alleben’e kırk kere düşmüş gibi sırılsıklam olurduk… Sinemanın pencereleri açılırdı. İçeriye dolan aydınlıkta beyaz perde tam bir hayal perdesine dönüşürdü.
Bizi King Kong korkutmazdı da; Fay Wray’in teknede rol icabı attığı çığlığı korkuturdu. Dev Adam’ın kaptan Marviel’i, Tom Tyler’ın her “Şazem”inde alkış kopardı.”
Ben de çok bayramlarda çokça izledim Dev Adam filmlerini. Onun gözlüklü pısırık gazeteci kılığından Dev Adam kılığına geçerek, yardım isteyen birinin yardımına uçmak için harekete geçtiğini attığı o ”Şazeaeem! ” haykırışından anlardık.
“Şazem” Ne demekti? Filmin aslında böyle bir sözcük var mıydı? Bizim Yeşilçamcılar mı uydurmuştu? Anlamı var mıydı? Kimin umurunda? Biz az sonra Dev Adamın uçarak, kötü adam “Silik Oğlan”ın hakkından geleceği anı yüreklerimizin hızlı hızlı çarpışını duyarak beklerdik.
Sözü yine sahibine veriyorum. Ülkü Tamer anıların kaldığımız yerden sürdürelim:
“Charles Laughton’ı nasıl unutabilirim! Deniz Ejdieri’nin Katan Bligh’ini? Filmin oğlanı Clark Gable’ı bile silip süpürmüştü. (Filmin kahramanına hafiye demezdik Antep’te; ‘oğlan’ derdik; oğlanın yanında da, özellikle kovboy filmlerinde, bizi güldüren bir ‘serseri’ olurdu. Roy Rogers’dan çok ‘serseri’sini severdik. ‘Serseri’ler arasında bizi en çok güldüreni de Andy Devine’dı.)
Deniz Ejdeni’ni kim bilir kaç kere görmüştüm! Yılda bir kere oynardı Nakıp Ali’de. Yıllar sonra Marlon Brando’lu, Trevor Howard’lı, ‘yeni çevirim’i nasıl da yavan gelmişti bana.”
……..
“Arada bir gelen ‘kısmen renkli’ filmlere bayılırdık. Her filme bayılırdık zaten. ‘Kısmen renkli’ filmler siyah beyazdı, seslendirme gerektirmeyen bazı bölümleri renkli olurdu. Sonradan anladığıma göre teknik olanaklar renkli kopya basımına elverişli değildi o yıllarda; filmlerin Türkçeleri siyah beyaz basılırdı. Bazen araya özgün kopyadan renkli bölümler serpiştirilirdi.
Erol Flaynn bara mı gitti, o ana kadar siyah beyaz izlediğimiz film, sahnede bir kız İngilizce şarkı söylerken renkleniverirdi. Errol Flaynn, Alexis Sjimith’e bir şey mi diyecek, siyah beyaz olurdu her şey. Sonra Errol Flaynn kafasını çevirirdi sahneye, film yeniden renklenirdi. Bir siyah-beyaz, bir renkli, bir siyah-beyaz, bir renkli…
Nakıp Ali bir yenilik yaptı. Bir filmin hem Türkçe siyah-beyaz kopyasını, hem de özgün renkli kopyasını getirtti. Birini bir göstericiye, birini de öteki göstericiye taktı. Filmin iki kopyasını aynı anda oynatmaya başladı. Renkli filmin görüntüsü perdeye yansırken siyah-beyaz filmin sadece sesi Türkçe veriliyordu.
Böylece biz tamamen renkli filmi altyazıyla izlerken Türkçesini dinlemek olanağını bulduk. Hem dinlemek hem okumak, bir yandan da ikisi arasındaki ayrılıkları keşfetmeye çalışmak güçtü doğrusu. “Senkeroın”da da sorunlar oluyordu. Filmin oğlanı gelip biriyle tokalaşırken, sessizce dudaklarını oynatıyor sırtını dönüp giderken de ‘Merhaba’ sesi geliyordu.
Ne gam! Biz mutluyduk.”
Nakıp Ali’nin renkli film oynatmasıyla ilgili tevatürleir de vardır. Bunu eğitimci yazar arkadaşım Necdet Özaltan’dan dinledim. Ben onun yalancısıyım. Günahı vebali kendisinin boynuna…
Daha renkli filmler Türkiye’ye ayak basmamışken Güya bir gün Nakıp Ali renkli camlan bulup buluşturmuş. Filimin çeşitli yerlerinde Yahudi dönmesi makinisti Selahattin’e camları kullanması için vermiş.
Gösterimden önce de bir nutuk atmış.
Sevgili seyircilerimiz; şimdi, sizler için bin bir fedakârlığa katlanarak Amerika’dan getirtmiş olduğumuz renkli filmi seyredeceksiniz…
Makinist Selahattin marifetini gösterir. Siyah-beyaz film oynatılırken beyaz perdedeki tüm renkler bir anda yeşile dönüşür, biraz sonra pembe olur, daha sonra sararır, kırmızılaşırmış.
Film bittiğinde alınan alkış ödülüdür Nakıp Ali’nin. Lakin mikrofonun açık olduğunu yine unutmuştur koca Nakıp “Millete renkli film diye amma yutturduk ha Selahattin! ” diye konuşunca da, alkışlar ‘yuuuh’lara dönüşmüş.
Nakıp Ali’nin çok merahametli bir insan olduğunu biliyoruz. Onun yoksul olan kimseleri özellikle de çocukları sinemaya badava soktuğunu kaç kez duymuşumdur. Bunu örnekleyenlerden biri de arkadaşım müzikolog Halil Bilecikligil. Anlatılyor:
“Yoksul bir ailenin çocuğuydum. Babam bana da, kardeşlerime de simit parasına yetenden fazla harçlık veremezdi. Oysa kardeşlerimle benim gönlüm ne sinemalar isterdi…
Kardeşlerim çocuklukları boyunca bu isteklerine hiç bir zaman ulaşamadılar. Ama ben ulaştım. Hem de fazlasıyla. Benim için sanırım biraz “açıkgözdür” derlerdi. Gider sinemaların kapısında pusuya yatardım. Kapıcıların bir anlık dalgınlıklarından yararlanır içeriyle vızıkırdım.
Beleş giremediğim tek sinema Nakıp Sinemasıydı. Çünkü onun kapısında sadece bilet kesen kapıcı olmazdı, Nakıp Ali’nin kendisi de olurdu.
Bir Gün Nakıp’ta görmeyi çok istediğim bir film oynuyordu. Tilkinin, karganın ağzındaki peynire imrendiği gibi iç çekerek kapıda şiflenip duruyordum. Bu, Nakıs Ali’nin gözünden kaçmadı.
“Niyetin kötü senin ha ahbap! ” dedi. “Fırsat bulsan içeriye vızıkacaksın…”
Güldüm.
“Anan güzel mi senin! ” dedi.
Lafın altında kalacak çocuk değildim.
“Güzel olmasa babam alır mıydı? ” dedim.
O da güldü.
“Askerde candarma olacaksın ha, büyüyünce.”
“Oluruuum…”
“Adın ne senin? ”
“Halil.”
Konuşmamız hoşuna gitmişti. Kimin oğlu olduğumu sordu. Söyledim. Bana Şerbetçi Mıstafa aminin şerbetinden içirdi. Sonra da kapıcıya götürdü.
“Bu oğlana iyi bak, kendisini iyi tanı,” dedi. Büyüyünce canmdarma olacak bu Halil usta. Ne zaman gelirse biletsiz alacaksın onu içeriye.”
“Baş üstüne ağa…” dedi kapıcı.
“Tüy, vızık içeriye bakalım, haydi! ” dedi bana. Bir anda sinemanın karanlığında yittim.
O günden sonra Nakıp sinemasına hep beleş girdim.”
Ülkü Tamer’de Nakıp Ali hikayesi çok. Şu ünlü “Dayım dayım yangın mı olur” öyküsünü Ömer Asım Aksoy’dan aktarmak isitiyordum ama Ülkü o günün canlı tanığıysa söz de kendisinin:
“Nakıp Ali’nin ilk sinemasında, ahşap Asri Sinema’da yangın çıkmıştı bir gün. Hemen söndürülmüştü. Kimseye bir şey olmamıştı ama bu olay uzun uzun konuşuldu, belleklerden silinmedi.
Yıllar sonra Nakıp Ali yeni bir sinema yaptırdı. Günün birinde önemsiz bir elektrik kontağı oldu. Ben de ninemle oradaydım. Hepimiz kapılara saldırdık. Nakıp Ali sahneye fırladı hemen. Başladı bağırmaya. ‘Bre yorum dayım dayım (daim daim) yangın mı olur! Sizin için sinema yaptırdık. Altı beton, üstü beton’ dedi. Sonra yangında nasıl davranılması gerektiği konusunda aydınlatıcı bir konuşma yaptı. (Ömer Asım Aksoy’un eşsiz’Antep Ağzı’ kitabından, ‘İstanbul Ağzı’na çevirerek aktarıyorum.
“Bir alev gördüğünüz gibi hemen kaçmaya kalkıyorsunuz. Azıcık bekleyin bakalım. Kırmızı lambayı oraya koyan niye koymuş? O yandığı vakit kaçarsınız. Hem ağam siz kaçmayı da bilmiyorsunuz. Biri ötekini itiyor, öteki berikini itiyor. Pencerelerin camları paramparça oluyor. Her defada bir etek cam parası veriyoruz. Angeslek (mahsus) mu yapıyorsunuz? Bir şey yok dedikçe ambel beter (daha beter) kaçıyorsunuz. Halbuki kırmızı lamba yandığı vakit kapının yanındakiler usulcacık kapıları açmalı; önündeki çıkmadan arkadaki kimseyi itmemeli. Sırayla dof dof (bölük bölük) çıkmalı.”
Nakıp Ali’nin bu konuşmasını isterseniz gelin bir de sahibinin sesinden aktaran değerli insanımız Ömer Asım Aksoyun kaleminden izleyelim:
“Siz bi alof gördönüz kimi hemen gaçmaya galkıysınız. Azıcık beklen bakalım. Kırmızı lombey oraya goyan niye goymuş? O yande vahıt gaçarsınız. Hemin ağam siz kaçmey da bilmeysiniz. Biri ötekini yitiy, öteki berikini yitiy. Tağaların bellurları un uvak oluy. Her dafada bir etek bellur parası veriyk. Angeslek mi yapıysınız? Bi şey yok dedikçe ambel beter kaçıysınız. Halbukı gırmızı lomba yande vahit kapının yanındakiler usulcana gapıları açmalı; önündeki çıkmadan arkadaki kimsey yitmemeli. Sırayla dof dof çıkmalı.”
Her zaman işinin başında görüyoruz onu. Ya giriş kapısında, ya makinist odasında, ya sahnede. İş adamı dediğin böyle olmalı.Sanırım buradan kaynaklanıyor başarısı da onun. Örneğin diğer sinemaların sahipleri kimdi diye eskilere soralım. Bir Baydar’ın, bir Yıldız’ın, bir Arı Sinemasının, bir kent Sinemasının sahibinin kim olduğu hakkında bir bilen çıkacağından kuşkuluyum.
Nakıp Ali öykümü yine onun çok sevdiği (şimdi sevmesin) sevgili Ülkü Tamer’in bir anısıyla noktalayalım:
Belirli bir olayı yaşamak başka şey, o olayı sonradan öğrenmek, değerlendirmek başka şey. Söz gelimi bizim kuşak 1960 da 28 Nisan öğrenci olaylarını yaşadır Çok daha sonra gelen kuşaklar bu olayları gazetelerden, dergilerden, kitaplardan, anlatılardan öğrendiler, araştırdılar, incelediler. Belki bizden daha iyi, daha doğru değerlendirdiler. Ama biz yaşadık.
Sinemanın altın çağını da yaşadık biz.
…………….
Salonda ışıklar söndükten sonra yüreklerimiz beyinlerimize egemen oluyordu.
Ya keyif duyuyorduk, ya öfke.
Güldüğümüzde içimiz gülüyordu.
Çünkü Nakıp Ali’nin sinemasındaydık.”
Filmler bitti. Sinema da bitti. O harikulade düş dünyasından gelip geçen herkes için THE AND oldu belki ama Nakıp Ali için değil değil!
Nakıp Ali bir geldi pir geldi. Bir daha da özge bir Nakıp Ali gelmeyecek. Onu sevgiyle anıyoruz. Çocuklarımız da, torunlarımız da sevgiyle anacaklar.
Nakıp Ali bir şeyi kanıtladı bize. Hayatta insanın en büyük kazanımı, güzel bir ad’mış meğer. Geride güzel anılar bırakmakmış bir de...
Adı da, yaşamı da örnek olsun bizlere.
Kayıt Tarihi : 27.6.2009 00:07:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Fevzi Günenç](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/06/27/bgg-013-ne-demek-nakip-ali-yi-gecti-onu-hic-kimse-gecemez-benim-guzel-gazianteplilerim.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!