Dört mevsimden birinin doğal harikası bembeyaz karlar sarmışken evreni, ben beşinci mevsimimi arıyorum. Kozasına sığınmış beyaz meleğin nefes alışlarında.
Uykum mu var nedir dalmak, gerçekte alamadığım uzun bir yolu düşlerimde almak istiyorum.
Kandırayım kendimi. Unutmak istemiyorum ki, neden unutayım?
Beyaz bir tablonun başındayım. Duygularımın kırıklığı kalemime yansıyamıyor. Bir şeyler yazmak istiyorum ama yazamıyorum.
Dokunuyorum ılık ılık yüreğime…..
Dardayım nefes alamıyorum. Derken keskin kekik kokuları sarıyor soluğumu. Bir dağ tepesinde buluyorum kendimi. Aman Allah’ım bu nasıl bir ferahlık, doyasıya içime çekiyorum. Koşmaya başlıyorum, maratona katılmışım sanki rakipsizce. Koşmak mı, kaçmak mı, belirsizliklerde… Eteklere sürüklendiğimde kekik kokusu yerini dalgalı denizin yosun kokularına bırakıyor. Sahilin sessizliğinde sürükleniyorum. Akşamın ılık kızıllığı yansımış denize, damla damla inen yağmura bedenimi kalkan yapıyorum. Yüreğimi ise anlaşma yaparcasına yağmura sunuyorum. Her düşen damlanın kalbimden bir acımı alıp köklerine veda demesini diliyorum. İçim kanıyor. Neyim, ne taraftayım. Tövbelerimi bozmadan toparlanmalı dönüşe geçmeliyim. Karanlık basmadan inişli çıkışlı yollara sapmadan aydınlanmalıyım. Gözlerimde bir ışıltı oluşuyor. O da ne yakamoz gibi merdivenlere sıralanmış beyaz güller, tek tek toplayarak çıkışa yaklaşıyorum. Yirmi altıncı beyaz gülde duraklıyorum. Olasılıklar sunarak zihnimi zorluyorum. Yirmi altı çift sayı. İki artı altı eşittir sekiz. Ters çevir sonsuz işareti, yarısı dört ve iki çarpı iki eşittir dört değişmezlik her neyse güllerin güzelliğine meslek fobisi girdi. Üşüdüm rüzgarın şiddetiyle güllerim kucağımdan savrulacak derken bir ışıklı odaya düşüyorum. Ardıç kokulu mumların yandığı, siyah inci taneli avizelerin aydınlattığı, mavi saten çarşaflı bir yatağın baş ucundayım. Uçuyor muyum? Düş meleğinin kanatlarının rengi mavidir. Düşte miyim? Allah’ım yaşamak istediklerimi yazamadım da beyaz tabloyu hayat yapıp düş meleğinin kanatlarında düşlere mi daldım? Eğer öyleyse ben hiç uyanmak istemiyorum. Çünkülerim var içimde filizlendirdiğim. Çorak topraklarda tohum olmasın. Gözlerimi açmıyorum kapatınca hep sen oluyorum sen oluyorsun. Peşinden mi koşuyorum? Sen misin yoksa senden gelen mi, bilmiyorum. Yoksun üşüyorum. Musalla taşındayım. Belki de gerçek hayat toprakta. Bildiğim bir şeyler sarıyor beni. Kara toprak da olsam dahi seni hissediyorum. Canı canda bilenlerdenim.
Benim adım Nur …
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...