Onun keskin bir kokusu var. Çok uzaklardan bile duyabileceğiniz baskın, karanfilli bir koku. Koyu, hırıltılı sesini işittiğinizde ürperiyorsunuz, o sesi birikmiş hayat tecrübelerinizle tanıyorsunuz çünkü. Yüzü yırtık bir tülün arkasında gizleniyor, tam göremiyorsunuz, bir yanı hep karanlıkta sanki. Elinizi uzattığınızda hemen dokunabilecekmişsiniz kadar yakın duruyor ama aradaki görünmez dikenli teller size hep mesafeli duracağını hatırlatıyor. Kendi doğrularına inanarak yaşama arzusunun kara bencilliğiyle halelenmiş etrafı. Her daim haklı görünmenin sarsılmaz güveniyle kibirli bir ifadenin arkasında sinsice gülümsüyor dünyaya. En büyük korkusu yabancı güçler tarafından ele geçirilmek. Bundan fena halde korkuyor, dolayısıyla hayatın hakikatinden kaçmak için şımarık bir çocuk gibi mazeretler icat edip mızırdanıyor. Bazen de zekânın düşmanı gibi davranıp etrafa sataşırken aptallaşıyor, en acıklı hali o işte...
Tarif etmeye çalıştığım özel bir karakter değil, hepimizin içinde doğuştan var olan ve bizi biz yapan benlik dediğimiz karmaşık sistem. Gündelik dildeki yaygın kullanımıyla ego; hani şu irademizi, duygularımızı, bilincimizi, vicdanımızı, tutkularımızı, dürtülerimizi harekete geçiren acayip, görünmez, soyut yaratık. Bizi kendimizden ve başkalarından korumak için bazen gerçeği tahrif eden bu ‘hayalet’, muhtelif sebeplerle bazılarımızın içinde lüzumundan fazla büyüyor ve sonunda sahibini zehirliyor.
Çaresizliğin sesi...
Geçenlerde içinde öyle bir ‘hayalet Tanrı’ yaşatan dostuma sıkıntımı samimiyetle anlatmaya çalışırken aniden depreme benzer şiddetli bir yarılma hissettim. Çaresizliğin çatırtısını duydum içimde. Ben onu anlamaya çalışırken o anlaşılmadığını iddia edip, acımasız bir tavırla ‘haklılığını’ savunarak beni bizden uzaklaştırıyordu. Bu davranış biçimi öyle sıradan bir acımasızlıkla izah edilemez, öyle olsaydı insanın değişken ruh hallerini kavramak çok basit olurdu. O sırada kendisinin de tam ne yaptığının bilincinde olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden insanın içinde sakladığı ‘ötekinin’ karanlıkta kalan gölgeli yanı ilgimi çekiyor. Ona bunu yaptıran ‘şeytanın’ yüzünü görebilmeyi istiyorum. Milyarlarca insanın neden bu kadar farklı olduğu, bu masanız güç mücadelesine rağmen nasıl birarada yaşabildiği sorusu, o korkunç çaresizliğin neden olduğu sarsıntıyı biraz olsun hafifletiyor sanki.
Taraf’taki yazılarını özlediğim arkadaşım Gökhan Özgün, benim yerimde olsa böyle bir durumda o ironik diliyle muhtemelen “ulan, bunlarınki ego da, bizimki lego mu” derdi, mesela. Ben de öyle diyebilmek, gülüp geçmek istiyorum bazen ama bu kadar çok düşündüğüme göre benimki lego sanırım. Öyle olduğu için de hâlâ bu yaşta içim buruluyor ve aklıma gelen Rilke’nin dizelerini hatırlayıp müstehzi bir ifadeyle tebessüm edebiliyorum sadece: Ben ölürsem ne yapacaksın Tanrı? / Beni kaybedersen anlamını yitirirsin... Ve tam o sırada Zweig’ın ölümsüz hikayesini düşünüyorum...
İkili bir hayat yaşayan yazar...
Bir kadının görmeden sevdiği bir adamı ‘tanrılaştırıp’ onun hayalinde erirken kendisini hayatın dışına savurmasını çok özel bir hikâyeyle anlatmıştı Zweig. Geçenlerde yeniden derlenen Kitapçı Mendel’i karıştırırken ona rastladım. Meçhul Bir Kadından Mektup, bir kadının çocuk yaşta tanıdığı bencil, uçarı, sevmeyi bilmeyen, kibirli bir yazarın peşinden sürüklenmesinin insafsız hikâyesidir. Yirmi dört sayfalık imzasız bir mektup alan yazar, “çocuğum dün öldü, benim için bir tek sen kaldın. Beni hiçbir zaman tanımamış olan ve ömrüm boyunca sevdiğim sen” cümlesiyle karşılaşınca şaşırır ama okumaya devam eder. Hikâye, bir kadının hayatı boyunca sadece birkaç kez birlikte olduğu bir erkeği, yerine hiç kimseyi koyamayacak kadar sevmesinin ayrıntılarını anlatan uzun bir mektuptan ibaret. Kadın, eğer mektup sahibine ulaşırsa ölmüş olacağının anlaşılmasını ister.
Zweig, daha hikâyenin başında on üç yaşındaki bir kızın bir erkeğin güçlü, değişken kişiliğinden nasıl etkilenebildiğini anlatır: “İkili bir hayat yaşadığını, dünyaya açık aydınlık bir yanın ve sadece senin bildiğin karanlık bir başka yanın olduğunu bilinç dışı bir sezgiyle fark ettim.” O tehlikeli sezgi kızın hayatını değiştirir. Onun yüzünden sabahlara kadar kitap okumaya başlar. Görmediği yıllarda onu hayal eder. Yazarın göstermediği diğer yanını görebilmek için kadınlığı uyanmaya başladığında kendisini ona bir hediye gibi sunmak ister. Yaşadığı şehre taşınır, evinin önünde akşamlar boyu bekler. Ona kendini ilk teslim ettiğinde adam ne onu ne de çocukluğunu hatırlar. Kadın mektupta yazarın o güne kadar kimsenin kendisine dokunmadığını hiç fark etmediğini yazar. Ona olan sevgisinin sırrını anlamasın diye sevişirken hiç direnmediğini söyler.
‘Orospu olmadan kendimi sattım’
Sonra kendini sattığını da anlatır fakat korkmamasını öğütler yazara: “Bir orospu olmadım ama yine de kendimi sattım. Zengin dostlarım, varlıklı sevgililerim oldu. Önce ben onların peşinden gittim, sonra onlar benim peşimden koştular. Çünkü –bilmem fark ettin mi- oldukça güzeldim. Kendimi sunduğum herkes benden hoşlandı. Hepsi de kendini bana borçlu hissetti, beni sevdi. Sadece sen bunu yapmadın sevgilim.” O artık önemsemediği bedenini yeryüzünden bıçakla kazır. İhtiraslı okşamalarda, karşılıksız bıraktığı sevgilerde, kendi kaderini gördüğü erkeklere acır sadece.
Yazar onu hiç fark etmez, ne o buluşmadan sonra, ne de onu bir gece kulübünden alıp fahişe diye evine getirdiği son buluşmalarında... Bütün o yıllar boyunca, kadın her doğum gününde ilk seviştikleri gecenin sabahında hediye ettiği beyaz güllerden göndermekten vazgeçmez. Yazar, o güllerin kimden geldiğini de hiç merak etmez. Kristal bir vazonun içinde duran beyaz güllerin önünde seviştiği kadının vücudunu tanımaz. Kadın giderken manşonuna birkaç banknot sıkıştırıldığını görür. Adam hiç görmeyeceği çocuğunun annesine gecenin parasını ödemek istemiştir. Ona beyaz güllerden birisini uzatıp, dalgın dalgın yüzüne bakar. Kadın çıkarken yazarın yaşlı uşağıyla çarpışır, yaşlı adam o çocuk kalmış yüzü hemen hatırlar. Kadın mektupta hissettiklerini “O an senin bütün bir ömründe sezemediğinden daha çoğunu anlamıştı. Sadece sen unuttun beni” diye tarif eder ve şöyle yazar: “Beni hiçbir gün tanımayacaksın. Hayatta alın yazım böyle idi. Ölümümde de böyle olsun. Son saatimde seni çağırmayacağım. Ölümüm kolay oluyor. Çünkü sen bunu uzaklarda hissetmeyeceksin. Ölümüm sana acı verseydi bunu göze alamazdım.”
Kadın mektubun sonunda yazardan her doğum gününde sevdikleri ölüye yaptıkları dinsel bir tören gibi vazoya kendisi için beyaz güller koymasını özellikle ister.
Ölüm ve ölümsüz sevgi...
Zweig, hikâyenin sonunu anlatıcısının cümleleriyle bitiriyor: “Roman yazarı, mektubu titreyen ellerle bıraktı. Sonra uzun uzun düşündü. Anısında rastgele bir komşu çocuğu, bir genç kız, gece lokalinde bir kadın fakat belli belirsiz ve bulanık bir şekilde canlandı... Akan suyun dibindeki bir taşın titrek biçimi, belirtisiz parıltısı gibi. Gölgeler yığılıp uzaklaştılar ama bir resim olamadılar... Birden bakışları, masada, karşısında duran vazoya ilişti. Boştu. Yıllardan beri vazo ilk kez doğum gününde boştu. Ürktü... Görünmez bir kapı açılıvermiş de, soğuk bir hava akımı, öteki dünyadan gelirmiş gibi odayı doldurmuştu... Ölümü ve ölümsüz sevgiyi hissetti. Ruhunun derinliklerinde bir çözülme oldu. Gözle görünmeyen bir kadını, uzaklardan duyulan bir müzik gibi düşündü.”
Ben bu hikâyeyi çok severim. Bir gazete köşesinde böyle anlatılınca basit bir melodram gibi mi tınlıyor bilmiyorum ama ne zaman okusam içindeki ‘Tanrının’ ölümünü bir ‘faninin’ ölümüyle fark eden o zavallı yazara üzülürüm. Hegel’in söylediği gibi dünya olmaksızın Tanrı Tanrı değildir çünkü.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:45:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!